27 Aralık 2015 Pazar

Maliyeti yüksek nesil*

80 öncesi doğanlar neredeyse sıfır maliyetle büyüdük. Bu maliyetsiz büyüyenler ise   maliyeti yüksek bir nesil yetiştirmektedir.

Eski neslin çoğu; evlerde, amatör ebelerin elleriyle dünyaya adım attılar. Amerikan bezinden annelerin hazırladığı bezler, komşudan emanet alınan beşik yatağımız, zıbın ise elbisemiz olurdu.  Büyüdükçe büyüklerden kalan elbiseler bize miras kalırdı. Anne sütüyle başlayan beslenmemiz ilerleyen aylarda sıvı yemeklerle takviye edilirdi. Suyla karıştırılmış pirinç unu en iyi mamamızdı. Yürümeye başlamamızla birlikte toprağa ve doğal hayata adım atardık. Toprak bizim baharımızdı. Kirlendikçe leğen ve kalıp sabun en doğal temizlik kaynağımızdı. Oyuncaklarımız da doğal ve maliyetsiz idi: Ayçiçeği kafasından ve sapından yapılan araba, kaynakçıların kullandığı karpit fıçısından çıkan çember ve kalın telden yapılan direksiyon bizlerin milli araçlarıydı. Kurbanlık keçi ve koyunların arka ayaklarından çıkarılan dört yüzlü kemik ve bilye sokaklarda oynadığımız oyunlardandı. Beş taş, dokuz taş, körebe, saklambaç, uzun eşek, top çevirme, seksek, mahalleler arasında futbol maçı sayabileceğimiz oyunlardan bazıları.

Okullu olduğumuzda büyüklerden kalma siyah önlük, çarık ayakkabı giyilir. Saman kağıdından imal edilmiş çizgisiz Matematik defteri, alınan bir kaç ders kitabı, çizgili defter, pergel, iletki, cetvel, kalemtıraş vb ders materyali, annemizin bezden diktiği okul çantasının  içine konurdu. Yardımcı kaynak, dershane, etüt merkezi, servis nedir bilmezdik. Herkes mahallesindeki okula yürüyerek  giderdi. Kimse okulu ve öğretmeni sorgulamazdı.

Kışın kayak merkezimiz yamaçlardı. Annemizin naylon patiği patenlerimizdi. Kolumuzda saatimiz olmazdı. Kulağımız akşam ezanının okunmasındaydı. Ezan sesiyle birlikte hepimiz evin yolunu tutardık. Kış akşamları yapılan komşu ziyaretlerinde akranlarımızla şehir, isim bilmece, bulmaca, bilmece gibi oyunlar oynardık.

Okul çıkışı, hafta sonu ve yaz tatillerinde ev işlerine yardım ederdik. Yazın bir zanaat öğrenmek için babamız bir dostunun yanına verir, getir-götür işlerine bakardık. Verilen mesaj: Ya okursun ya da sanayi idi. Okuyacaksak önümüzde engel yoktu. Okuyamaz isek sanayinin yolunu tutardık. Demek istediğim ailemiz bize sorumluluk verirdi. Çok az maliyetle büyüdük. Ailemize yük olmadık. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde çocukluğumuzu el emeği, göz nuru oyuncaklarımızla doya doya yaşadık.

Bizler büyüdük, iş güç sahibi olduk. Bazı imkanlara kavuştuk ve evlendik. Maliyetlerimiz de arttıkça arttı. Çocuğumuz  doğmadan doktor kontrolleri, doktor ve hastane seçmeler başladı. Çocuk yatağı, çocuk arabası, anne kucağı, alınan kıyafetler ve oyuncaklar doğmamış çocuğumuza biçilen donlardı. Çin malı oyuncaklar, kumandalı arabalar sonra yerini  dijital oyun/caklara bırakacaktı. Toprak yüzü görmeyecek şekilde evlere hapsedilen çocuklar bir müddet sonra çocuk bakıcılarının, ardından kreşlerin kucağına emanet edilecekti. Anne özlemi içerisinde kalan çocuğun özlemini bastırmak için oyuncak üstüne oyuncak alınmaya başlanacaktı.

Anasınıfı ve okul hayatı çağına gelince okul ve öğretmen arayışları, evimizden uzak seçtiğimiz okulla birlikte servisler birbirini izleyecekti. Masaüstü bilgisayar, ardından tablet, olmadı dizüstü bilgisayar, cep telefonu, internet hepsi sırasıyla alınacaktı. Yardımcı kaynak, dershane, kurs ve etüt merkezleri, özel dersler vs. peşi sıra gelecekti. Hafta içi ve hafta sonu hep ders... ders... ders... Tek isteğimiz olacaktı; çocuğumuzun başarması...Bu yüzden çocuklarımızı, hiçbir sorumluluk vermeden büyütmeye başladık. Sonunda her şeyi başkasından bekleyen hazır yiyici bir nesil yetiştirdik.

Yazımdan eskiye dönelim anlamı çıkmasın. Hiç öyle bir şeyi kastetmiyorum. Geçmişe mazi denir. Hz. Ali: "Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz" buyurmaktadır.

Benim demem odur ki; çocuklarımızı okullarda yarış atı haline getirmeyelim. Sorumluluk verelim. Her istediğini almayalım. Daha küçükken her şeyi kazanmadan elde edenler kadir kıymet bilmezler. Bir müddet sonra doyuma ulaşırlar ve hayattan zevk almamaya başlarlar.

Unutmayalım ki, çocukluğunu doya doya yaşayamayan nesiller mutlu olamazlar. Mutlu olmayanlardan da çok şey beklemeyelim.

* 20/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Seyreden Arkadaşlar

1985-1986 öğretim yılında lise son sınıf öğrencisiyim. Konya’da dershaneler yeni yaygınlaşmaya başlamıştı. Bir aylığı 11.000 TL olan I. taksitini ayarladım, dershaneye yazıldım.

Dershane dersleri, akşam 18.00-21.00 arasında işlenmekteydi. Bir ay devam edip  sonrası bırakmaktı niyetim. Çünkü üniversite okuma gibi düşüncem yoktu. Okumak istesem de parasını karşılayamazdım zaten. Sözel derslere biraz ilgim vardı. Onlara tam devam ediyordum. Sayısal derslere ise bazen gitmediğim olurdu. İlk bir ayın sonlarına doğru dershanenin II. taksidi istenmeye başlayınca  dershaneyi de bıraktım.

Dershane çıkışı -kaldığımız yurtta çay olmadığından-  zaman zaman Beşyol çay ocağına girer, bir bardak çay içer, sonra yurda giriş yapardık. Yine bir akşam çayı içtik. Yurda gitmek için dışarı çıktık. Ardımızda, bizden bir devre altta okuyan ve dershaneye giden bir arkadaşımız çıktı. İçerideki gençler onun ardından bağırış, çağırış  çıktılar, o arkadaşı dövmek için. O arkadaşı kendi halinde bırakıp gitmek olmazdı. Yanımdaki Osman, “Arkadaşlar mesele nedir, güzelce konuşalım” deyince “Konuşmazsak ne olur, Allah’ınızı Peygamberinizi…. ”küfürleri gelmeye başladı. Bela geliyorum diyordu artık. 

Hızlı adımlarla yürümeye başladık. Şimdilerde yok. O zamanlarda dönel kavşak vardı Beşyol ışıklarının olduğu yerde. Onlar 7 kişi biz de 7 kişiyiz. 

Kavşağın tam ortasında Osman’a vurdu biri. Osman’a vurunca ben de ona vurdum. Osman’ı bıraktı bana döndü. 

Sağ elimde dershanemin siyah çantası, gözümde gözlük, tek elle ne kadar dövüşeceksem onu yapacaktım. Beni yolun ortasına yatırdı. Alaman mı veremen mi? Ölüm yakındı artık. Tek yapabildiğim kolunu ısırmak oldu. Sonra üzerimdeki Azrail’i o zamanlar da dargın olduğum arkadaşım itekledi, beni kaldırdı. Zaman zaman tekrar kavgaya pardon dayak yemeye tutuştuk yolun ortasında. Sonra nasıl olduysa ayrıldık. 

Kim kimi dövdü derseniz. 7 kişiye 2 kişi ne yapabilirdi. Biz de onu yaptık, iyi bir dayak yedik. Bizden 4 kişi seyirci, bir tanesi de kavgayı aralamaya çalışmıştı. 

Hızlı bir şekilde yurda doğru yöneldik, tam yurda gireceğimizde, ardımızdan “Kim o benim kolumu ısıran” diyerek tekrar geldiler. Beni bulmaları kolay oldu. Bıçağı çıkardı, üzerime yürüdü. Dayak ortağım Osman araya girdi. Gazi olamadan yurda girdik.

Belletmen hocamız bizi kapıda karşıladı. Üstümüze, başımıza baktı. Adaletsiz bir savaşın içinden çıktığımız belliydi. “Ne oldu size çocuklar, bu haliniz nedir” der demez; bizim dört tane seyirlik arkadaşımızın biri bıraktı, diğeri aldı. Açtılar ağızlarını, yumdular gözlerini. Kavgayı, yani yediğimiz dayağı noktasına, virgülüne anlattılar. Hiç bir şeyi eksik bırakmadılar. Değme fotoğraf makinası ve videolar yanlarında halt etsin. Her bir kareyi fotoğraflamışlar. O zamanlarda dijital makineler, cep telefonları yoktu ama karelerin hiçbir eksikliğini çekmedik. Biz dayak yerken bizi seyreden bizim seyirlik arkadaşlarımız tarihe not düşecek her anı zihinlerine nakşetmişlerdi. Ağızlarını doldura doldura iştiyakla konuşmalarını görünce müthiş bir görsel zekaya sahip olduklarını tespit ettim. Gıpta ettim onlara. Bugünlerde boğulan kişinin boğuluşunu ya da her bir kareyi ölümsüzleştiren seyirlikler gibi her anımızı ölümsüzleştirdiler. Kavgaya girip bizimle bir olsalardı hocaya o anımızı kim anlatacaktı? Zira bizim konuşacak takadımız  kalmamıştı zaten.

7 tane Tarla Mahallesinin eli sopalı gençlerine karşı 7 tane de biz vardık genç olarak. Tek suçumuz alt devremizin çay ocağından çıkarken kapıyı örtmemesi idi. Biz onu koruyalım derken kavganın içerisinde bulduk kendimizi. Seyircilerden bir tanesi de adına dayak yediğimiz kişi idi. Diğer arkadaşlar hafifçe bir kıpırdansalar  adamlar kaçacaktı belki de.

Seyirlik arkadaşlardan biri dışında diğerlerini hiç görmedim 29 yıldır. Bazen önemli bir anımı çekmem gerektiğinde onları hayırla yad ederim. Şimdi olsalar da çekselerdi diye. Ama kendilerini hiç unutmadım biz böyle bir anı yaşarken seyrettikleri için.

Sizlere onların isimlerini, özellik ve boy postlarını da anlatmak isterdim. Ama yaptıkları iyiliğin anlaşılmasından belki de hoşlanmayabilirler. Ziya hayrı kaçar diye düşünebilirler. Onlara dokunmayan yılan bin yaşasın.

Gıyaplarında kendilerine  teşekkür ederim böyle bir anı yaşattıkları ve ölümsüzleştirdikleri için.

Onları ölümsüzleştirmek için ben de onları kaya parçasına yazdım. 26.12.2015

Boğaz Harbi

Ekmek almak için fırına gittim. Millet taze, sıcak ekmek alırken zaman zaman bayat ekmek var mı diye soranlara şahit oluyorum. Satıcı bazen kalmadı, bazen var diyor, bazen de şu şekilde var olur mu diye soruyor. Bir gün kim alıyor bu bayat ekmekleri ne yapıyorlar diye görevliye sordum. Genelde kalabalık aileler alıyor dedi.

Yine bir gün yaşlı bir amca, “10 tane bayat ekmek” dedi. Masanın üzerine 3 TL bıraktı. Demek ki 80 kuruşa satılan günlük ekmeğin, bayatını 30 kuruştan alıyordu. Allah razı olsun onlardan. Hem ekmek boşa gitmiyor, hem aile bütçesini yetiştirmeye çalışıyordu. Bayat ekmeğin aynı zamanda  hazmı da kolay olur, mideye faydalı derlerdi yurttaki belletmen hocalarımız.

Amcanın aldığı bayat ekmek beni geçmişe götürdü. 1979-1986 yılları arasında orta ve liseyi okurken bir öğrenci yurdunda kaldım. Yemeklerde 10’ar kişi bir masada otururduk. Yemeklerimiz karavana usulü olarak masaya konur. Her günün nöbetçisi eşit bir şekilde pay ederdi. Ekmeklerimiz dilimlenmiş halde selelerin içerisine konurdu. Hep bayat olurdu ekmeklerimiz, az yensin diye. Taze ekmek ancak ekmek bayatlatılamayınca verilirdi. Bu da milyonda bir denk gelirdi.

Masaya erken gelen bazıları, ilk önce önüne koyacağı ekmekleri seçerdi. Aşağı yukarı her dilimine dokunur, taze mi bayat mı kontrolünü yapardı: Eliyle bastırır, bırakırdı. Genelde ekmeğin kenarları ortasına göre biraz taze görünürdü, onları seçerdi eliyle. Gözüyle değil. Tıpkı şmdilerde bakkal ve marketlerden ekmek alırken yaptığımız gibi.

Sonraki gelene pek ekmek kalmazdı. Garibim, diğer masalara ekmek aramaya giderdi. Bazen bir büyüğümüz, “Arkadaşlar, herkes tek dilim alsın, bitirince tekrar alsın” kuralı koyardı. Bu kurala uymak kolay değildi. Ya ekmek biterse. Ne de olsa karın doyurmak için tek sermayemiz ekmekti. Çünkü biz toplum olarak ekmeği, ekmeğin içine katık yaparak yiyen bir millet idik ne de olsa.

Alınan ekmek dilimi hızlıca yenirken bir taraftan da göz ucuyla ekmek selesi takip edilirdi, 2. 3. 4. dilimi almak için. Bazen ekmek birden biter. Hizmetliden ya da belletici öğretmenden ekmek istenirdi. Genelde olmaz denirdi. Bu sefer yeniçeri isyanı başlardı: Masalara kaşıkla vurarak tempo tutmak şeklinde. Bizim yeniçerilerin isyanı saman alevi gibiydi. 400 kişinin kaşık sesi, nöbetçi öğretmenin sopasını masaya vurmasıyla sona ererdi.

Bir Cuma akşamı yurt müdürü, tüm öğrencileri yatsı namazının akabinde mescitte topladı, dert dinledi. Dilek ve şikayetleri not aldı ve cevap verdi.
Parmak kaldırdım, bana söz verdi:
—Hocam, yemeklerde her bir öğrenciye ne kadar ekmek vermeyi düşünüyorsanız, o kadar verseniz, yarımsa yarım, çeyrekse çeyrek. Herkes ne kadar yiyeceğini/yediğini bilsin. Dilimlemeseniz olmaz mı, dedim.
-Ekmek o zaman israf olur. Artık kalır. Sen niçin böyle istiyorsun bakalım, dedi.
-Eğer dilimle vermeye devam ederseniz bu gidişle gözlerim ve midem bozulacak, dedim.
-Niçin, dedi.
-Çünkü, ekmeğin ikinci dilimini kapmak için birinci dilimi, nasıl mideye indirdiğimi hatırlamıyorum. Çoğu zaman da iyice çiğnemeden yutuyorum. Bu yüzden midem bozulacak, dedim.
-Gözün niye bozulacak, dedi.
-Ne kadar ekmek kaldığını görmem için yan yan bakmaktan gözüm neredeyse şaşı olacak, dedim.

Gülüşmeler sonucunda 400  ekmek düşmanının istediği bu masum istek, dört yüz kabul oya karşılık bir oyla reddedildi.
Diğer zamanlarda yine eski hamam eski tas bildik usulle biz boğaz harbine devam ettik.
Biz bayat ekmeğe talim ederken acaba belletmen hocalarımız öğle yemeğini ayrı masada yerlerken yedikleri ekmek bayat mıydı yoksa taze mi? Bu da bir merak işte... 26/12/2015