Ana içeriğe atla

Çağı Okuyamayan Devletler

Tarihte bazı devletler köklü bir geçmişe sahip. Büyümüş, küçülmüş ama ismi bile değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Bazı devletler de vardır. Kurulup genişlemiş, imparator devlet olmuş. Sonra bir bakmışsın tarih sahnesinden silinmiş. 

Bazı devletler ismiyle, cismiyle, ağırlığı veya hafifliğiyle, etkili veya etkisiz bugüne kadar gelirken bazıları niçin gelememiş.

Emeviler, Abbasiler, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı vb. halkı Müslüman olan devletler günümüze kadar gelmeyen devletlerden. Bu devletlerin yıkılmasının ardından, sınırları içerisinde başka isimler altında küçük küçük devletler kurulmuştur. 

Emeviler, Abbasiler, Büyük ve Anadolu Selçukluları ile Osmanlı Devleti çok büyük topraklara sahip olmalarına rağmen niçin yıkılmışlardır. 

 Elbette her yıkılan devletin yıkılış sebepleri üzerine tarihçiler kafa yorup birtakım sebepler saymışlardır. Yıkılmalarında iç ve dış sebepleri sıralamışlardır. 

Adı geçen devletlerin bugüne kadar gelmemesini bir tarihçi gözüyle değerlendirmem mümkün değil. Kendi zaviyemden bu devletlerin yıkılış sebepleri üzerinde durmaya çalışacağım:

Bu devletler kuruluşunu tamamlamadan, elindeki topraklarda hakimiyetlerini iyice pekiştirmeden toprak genişletme yoluna gitmişlerdir. 

Toprak genişletmeyi fetih olarak görmüşlerdir. 

Devletler geçimlerini fethettikleri toprakları vergiye bağlamak suretiyle sağlamışlardır. 

Fethettikleri ülkede doğru dürüst yerleşmeden, ağırlıklarını hissettirmeden başka toprak fethine yönelmişlerdir. 

Fethettikleri yerlerde Anadolu'dan getirdikleri insanlardan oluşturdukları mahalle dışında bir varlık ortaya koymamışlardır. 

Fethettikleri yerleri ellerindeki güçle sağlamışlardır. 

Fethedilen yerlere vali atamakla yetinmişlerdir. Merkezden çok uzak bu yerlerin yönetimleri atadıkları vali eliyle yönetilmiştir. 

Fethettikleri yerlere ne kendi kültürlerini götürebilmişler ne fabrika kurabilmişler ne de fethettikleri yerlerin yeraltı ve yerüstü zengin kaynaklarından yararlanabilmişlerdir. 

Başka ülkeler sanayi devrimini tamamlayıp seri üretime geçerken yıkılan bu devletler sanayi devriminden uzak kalmışlar. Toprak fethi dışında akıllarına başka gelir kaynağı gelmemiştir. 

Eskisi gibi toprak fethi de mümkün olmayınca bu devletler önce duraklama, sonra gerileme sonra da yıkılma sürecine girmişlerdir.

Silah ve asker gücüne bağlı fetihler kendilerinden daha güçlü devletler tarafından önce püskürtülmüş sonra da fethedilen toprakları bu güçlere bırakmak suretiyle geri çekilmişlerdir.

Kısaca adını saydığım, bugüne kadar gelmemiş bu yıkılmış devletler, çağın gidişatını okuyamamış, çağa kendilerini hazırlayamamış, yeni güçle kendilerini donatamamışlardır. Kuruluşlarından yıkılışlarına kadar adeta bildikleri yöntemlerle fetih yapma dışında başka varlık mücadelesi geliştirmemişlerdir. Haliyle başka güçlere teslim olmuşlardır.

Zamanın ruhuna uygun yaşamayan, çağına ayak uydurmayan devletlerin günümüz dünyasında devlet olarak kalma imkanları yoktur. Emeviler de Abbasiler de Selçuklular da Osmanlılar da bu yüzden yıkılmışlardır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde