Aşağıdaki yazı, çiçeği burnunda
depremzede bir öğretmenin içinden dökülenler. İçinde, kalemine ve diline dökemediği
daha neler barındırıyor, kim bilir. Ancak yaşayan bilir.
Kıyametin küçük bir provası
olan deprem, kendisini beş katlı bir binanın üçüncü katında uyurken yakalar. İlk
iki katı çökmüş binanın patlayan duvarından atarak kurtulur. Ortalık toz duman,
iliklere işleyen buz gibi hava, zifiri karanlık bir gökyüzü. Ayağında ne ayakkabısı
var ne soğuktan kendisini koruyacak paltosu ne gidecek yeri ne de sığınacak bir
evi. Uykuya dalmış şehrin ölü şehre döndüğünü hakka’l yakin yaşar, öbür dünyaya
tıpkı diğer depremzedeler gibi gider gelir.
Kurtulanlar can havliyle
ne yaptığını bilemeden sağa sola yalın ayak koşuşturur.
Beş arkadaş bir arabaya atlayıp
bu ölü şehri terk etmeye karar verirler.
Arabayı nereye sürseler yollar
kapalı olduğu için geri dönüyorlar. Maraş üzerinden Kayseri tarafına giden açık
bir yol bulurlar ama hava muhalefetinden gitmek ne mümkün. Yanlarında arabanın dışında
beş kişinin ortaklaşa kullandıkları bir terlik var.
Öğretmenin deprem bölgesinden
Konya’ya gelişi 26 saat sürer.
Oturduğu binanın çöken ilk
iki katı onlarca tanıdığına mezar olur. Arkadaşlarından ölenler var. Ölenler belki
de kurtulup gitti. Belki de esas ölüm depremi bizzat yaşayanların yaşadıkları ve
hala üzerinden atamadıkları şok olsa gerek.
Mesleği, meşrebi, cinsiyeti
ne olursa olsun, Allah kimseye böyle acı vermesin, kimseyi depremle imtihan etmesin.
Sizi depremzede öğretmenin
yazısıyla baş başa bırakıyorum:
Raf Ömrü
“Büyük felaketleri
çoğunlukla ekran karşısında izlemiş biri olarak empati yapabildiğimi
düşünürdüm. Oysa bu tür felaketleri uzaktan empati ile anlamak imkansızmış.
İki haftalık tatilin
dönüşünde, pazartesi sabahı pencereden kar yağışını izlemeyi bekliyorduk. Ancak
öyle olmadı.
Bulunduğumuz konumlarda
sadece dehşete şahitlik edebildik. Evler, apartmanlar, devasa büyüklükteki kamu
binaları ve daha sayamadığım bir sürü şey sanki içinde hiç can yokmuşçasına
toprak olmuştu.
Boğazlarımızda içtiğimiz
suyun dahi geçişine izin vermeyen çaresizlik düğümü vardı. Sanırım
yaşadığım en uzun geceydi.
Sokaklardaki bağırış
sesleri, enkaz başında bekleyen ana baba feryatlarından daha mı acıydı bilinmez
ama tüm sesleri içine alan ve gecenin karanlığını yoğunlaştıran tek şey, bitmek
bilmeyen deprem uğultusuydu.
Canımızı kurtarmaya bile
gücümüzün yetmediği o felakette, yaşadığımız dünyanın hiç güvenli bir yer
olmadığını anlamıştık. Ve bu hayatımızın anlamını, gayesini, olayları kontrol
edebilme duygusunu tamamen buharlaştırıp yok etmişti.
Yoğun bir güven kaybı ve
yas duygusu içindeydim. Kaybettiğim arkadaşlarımın, maddiyatı olan eşyalarımın,
maneviyatı olan fotoğraflarımın yanı sıra yaşam tarzımın belleğinin anlam
kaybımın yasıydı bu.
Şimdilerde ise Nurdağı’nda
21m²lik bir konteynere alışmaya çalışıyorum. Yeni bir hayat kurmak için
çabalıyorum. En ufak tıkırtıda korkudan uyuyamadığım geceler oluyor. Daha
bana "kendine güveniyor musun? Yapabilir misin?" demeden geri dön
dediler. Depremler hala devam ediyor, eski tadı kalmayan öğretmenlik hayatıma
devam etmeye çalışıyorum.
O geceden bu güne hızlı
bir geçiş oldu biliyorum.
Sahi unutmuşum, Türkiye
unutmak için güzel bir bahçeydi. Yaşadığımız felaketin raf ömrü bu kadarmış
demek ki. Keşke insanlara yeniden yaşama dönme gerekçelerine ikna edebilsek,
yeni imkanların varlığına inandıran bir ruh uyandırabilseydik, keşke bu kadar
zor olmasaydı... En azından raf ömrü o zaman dolsaydı.
Her neyse acı güzel bir
öğretmendir. Bizi değiştirir ve bizde olanı açığa çıkartır. Dilerim
milletimizin bu derin matemi; içimizdeki empati duygusunu, şefkati, saygıyı ve
nezaketi ortaya çıkarır.
Unutmayalım, ders çıkaralım...”
Büşra Yıldız
Yorumlar
Yorum Gönder