Ana içeriğe atla

Tercihli Oy Sistemi Niçin Düşünülmüyor?

Özal zamanı sanırım, 91 genel seçimleri olsa gerek. Tercihli oy pusulası vardı. Bir seçim bölgesinde kaç vekil çıkacaksa, partilerin üstte amblemi, alt tarafta iki katı vekil adayına yer verilmişti. Seçmen hangi partiye oy verecekse, listedeki adaylardan birine tercih mührünü bastı. O seçim bölgesinde en fazla oy alan kişiler seçmenin tercihiyle vekil seçilmişti. Bir de kontenjan adayı vardı ki o seçim bölgesinde en fazla toplam oy alan parti kontenjandan bir vekil çıkarmıştı. 

Bu tercihli oy sistemine göre listenin ilk sırasındaki adayla son sırada yer alan aday eşit şartlara sahipti. Listenin başındaki seçilemezken listenin orta veya sonundaki aday vekil seçilme ihtimali vardı. 

Bu tercihli oy sistemi bir defa uygulandı. Arkası gelmedi. 

Aslında bu tercihli oy sistemi devam etmeliydi. Çünkü bu sistemde aday tercih edildiği için liste daha bir önem kazanıyor ve bölgesinde sevilip sayılan kişi kendi bileğinin hakkıyla vekil seçilebiliyordu. Öyle zannediyorum, genel başkanların işine gelmedi ve bir daha uygulanmadı. Çünkü bizde hangi partide olursa olsun, aday adaylarını listeye almada ve liste sıralamasında genel başkanlar tek yetkili. Liderler istediği kişiye listesinde yer veriyor. Tercih ettikleri adayın vekil olup olamayacağını sıralamadaki yerinden de anlaşılabilir. Liderler bu inisiyatifi adaylara bırakmadı. Çünkü bu inisiyatifi vermek demek lider sultasının sallanması demekti. Değilse tepki çeken adaylara listenin başında nasıl yer verebilsinler.

Bir defa uygulanıp arkası gelmese de bu sistem liderlerin işine gelmese de Türkiye bu tercihli oy sistemini yeniden düşünüp aksayan yönleri giderdikten sonra siyasi hayatımıza yeniden kazandırmayı ve sürekli hale getirmelidir. 

Seçim sistemiyle ilgili bir yenilik daha yapmamız gerekiyor. Mevcut seçim sistemine göre ülke barajını aşamayan bir parti vekil çıkaramadığı gibi oyları da o bölgede en fazla oyu olan partiye gidiyor ve en fazla oy alan parti, kendisine verilmeyen oylarla vekil çıkarma imkanına kavuşuyor. Biz buna da demokrasi diyoruz.

Halkın tamamının verdiği oyun Meclise yansımaması demek olan bu sistem değiştirilmelidir. Hiçbir parti kendisine verilmeyen oyla bedavadan vekil çıkaramamalı. Halkın tamamının iradesi Meclise yansısın isteniyorsa, -ki öyle olmalıdır- seçim barajı, bir sınır olmadan tümden kaldırılmalıdır. Bu mümkün değilse, barajı aşamayan partinin oylarının hangi partiye gitmesi için baraj altı kalan partinin resmi tüzel kişiliğine sorulmalıdır. Hangi partiye diyorsa, oylar o partinin hanesine yazılmalıdır. Bu da mümkün değilse, baraj altı kalan parti kaç vekil çıkarıyorsa, Meclis o kadar eksik vekille açılmalı. Mesela 8 vekil kadar oy aldı. Mecliste 600 değil, 592 vekil olmalı. Bu da olmaz denirse, eksik vekiller için ilgili seçim bölgelerinde ara seçime benzer, kısmi bir seçim yapılmalıdır. İkinci seçimde en fazla oy alan partilerden vekil seçilmelidir. Anlatmak istediğim her parti aldığı oy oranına göre Mecliste o kadar vekil ile temsil edilsin.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde