Ana içeriğe atla

İdeallerden Hüsrana

Küçüklüğümden beri bir idealim vardı.

Referansım da Kur'an ve sünnetti.

İnanç ve düşüncelerimi özgürce yaşamalıydım.

Yaşarken aynı zamanda dünyaya dair sözüm de olmalıydı. Çünkü dünyada haksızlık ve kötülük almış başını gitmişti.

Aynı zamanda bu haksızlık ve kötülüğün de önüne geçmeliydik.

Bunun için inandığım değerlerin iktidar olması gerekiyordu.

Bu değerler iktidar olursa at sahibine göre kişneyecek, yönetenler de benimle aynı idealleri paylaşanlardan olacağı için ülkeye; huzur, güven ve hakça paylaşım gelecek, kimse inancından ve savunduğu değerlerden dolayı zulme uğramayacaktı.

Herkes işini yapacaktı. Çünkü adama iş değil, işe adam alacaktık.

Ahbap çavuş ilişkisi sona erecek, herkes liyakate göre atanacaktı.

Tüm bunları yaparken tevazuu da elden bırakmayacaktık.

Hasılı her alanda ülkeye huzur gelecek, iki günümüzü eşit kılmayacak, durmadan çalışacaktık.

Bizi gören işte şu ya. Şu ana kadar bunlar neredeydi? Daha önce biz yaşamıyormuşuz da haberimiz yokmuş diyecekti.

Bütün bu idealleri yerine getirmenin yolu siyasetten geçiyordu. Çünkü bu ülkede bir şeyin olması için iktidara gelmek gerekiyordu.

Düşünceme yakın partiler fazla varlık gösteremeden kapatıldı. Zaman zaman koalisyon hükümetlerinde yer aldı ama gücü olmadığı için ideallerimizi yerine getirmesine izin verilmedi.

Üzerimizdeki gömleği çıkarırsak belki bu mimli görüntüden kurtulabilirdik. Çıkarıp denedik, oldu. Bir keyif bir keyif.

İktidar olup muktedir olamadığımız zamanlarda iyi çalıştık. Bunun sonucu mesafeli olanlar da bize sempatiyle bakmaya başladı. Bunlar bu işi becerecek dedi. Bir de muktedir olsak, bizi kim tutar dedik.

Allah da alın bir de muktedir olun, hiçbir mazeretiniz kalmasın dedi ve nicedir, tam muktediriz.

Bekara avrat boşamak kolaymış meğer. Ne zaman tam muktedir olduk işler umduğum gibi gitmez oldu. Sempatiyle bakanlar bunu esirger oldu. Çünkü ulaşılmaz güç bizi zehirledi. Güç zehirlenmesi yaşadık. Bu gücümüze kim, ne diyebilirdi ki.

Uzatmayalım, geldiğimiz nokta itibariyle dünyayı kurtarmaktan, Türkiye’yi düze çıkarmaktan vazgeçmiş bulunuyorum. Kendimi kurtarsam kâfi noktasına geldim. Çünkü hayal aleminden uyandım ve havadaki ayaklarım yere basmaya başladı. Çünkü dünyaya dair söyleyecek bir şeyimiz olmadığı gibi bizim de diğerlerinden bir farkımız yokmuş dedim ve gerçekle yüzleştim. Maalesef geldiğimiz nokta itibariyle her maceranın sonu nasıl ki hüsransa, bizimki de öyle oldu. Bu şoku hâlâ atamamış bir haletiruhiye içerisindeyim ve hayal kırıklığı yaşıyorum. Bu serüvenin en büyük faydası da bu oldu. En azından ne olduğumuzu öğrenmiş oldum. Ama neye yarar? Zira ben uyandım ama hala bu uykudan uyanmayan milyonlar var. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde