Ana içeriğe atla

Din Görevlisinin Dili *

İnsana dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen din, kimsenin tekelinde değilse de dinin doğru anlaşılması için din görevlilerinin de dini anlatma sorumluluğu vardır. Bu din anlatılacak ve bu din, nebevi tebliğe uygun düşecek şekilde kavli leyyin dediğimiz tatlı ve yumuşak bir dil ile kitlelere ve almak isteyenlere din adamları tarafından anlatılacak. Anlatmakla da kalmayacak. Anlattıklarıyla orantılı olacak şekilde dini yaşayacak ve yaşantısıyla çevresine, kendisini takip edenlere, dost ve düşmana örnek olacak. Bu temel özellik yanında, irşat görevinde bulunacak din görevlisinde/adamında/aliminde başka hangi özellikler olmalıdır? Aynı zamanda nelerden kaçınmalıdır? Bu sorulara cevap aramaya çalışacağım:

Öncelikle konusunun ehli olacak. Hem dini hem de çağı okuyabilecek entelektüel bir birikime sahip olacak. Aynı zamanda mesaj vermek istediği toplumu iyi tanıyacak. Toplumun hassasiyetlerini, neye ihtiyaç hissettiklerini, dertlerinin neler olduğunu da iyi bilecek. Neyi, nerede, hangi atmosferde, kime, ne şekilde, hangi üslup ve kelimelerle aktarması gerektiğini bin düşünüp bir konuşacak ve yazacak. Verdiği mesajlar ötekileştirici, kutuplaştırıcı değil, birleştirici olmalıdır. Tüm amacı, yüce dini insanlara nefret ettirmeden, sevdirerek anlatmalıdır. Topluma ayakları yere basan, toplumun dertlerine tercüman olan ve sorunlara çözüm üreten, hayatın içinden bir din anlatmalıdır. Uygulama imkanı olmayan, hayal aleminde gezen, halkta ve hayatın gerçekleriyle örtüşmeyen, halkın derdine derman olmayan slogani ve hamasi bir din ve söylemden kaçınmalıdır.

Çağın gerektirdiği, insanların kullandığı ve boy gösterdiği her türlü iletişim araçlarını, yazılı ve görsel medyayı aynı zamanda sosyal medyayı ve sanal alemi yerinde ve yeterince iyi kullanmalıdır. Buralarda mesajını verirken aynı zamanda soru soran, olumlu-olumsuz görüş yazanlara makul ve mantıklı cevaplar vermelidir. Gerilimi yükselten, toplumu ikiye bölen bir dilden ve dinden uzak durmalıdır. Sayfasını, kendisini ve savunduğu değerleri tartışılır duruma düşürmemelidir. Kendisine hakaret edenlerin seviyesine düşmemelidir. Dolduruşa ve tahriklere gelmemelidir. Burada duygusallığa yer yoktur. Hakaretlere, bir din adamına yakışmayacak ve telafisi mümkün olmayan cevaplar yazmamalıdır. Cevaplar, efradını cami, ağyarını mani olmalı. Asla efendiliğini ve beyefendi kişiliğini bozmamalı, edepten ve edep dilinden ayrılmamalı. Hakaret edene hakaretinden dolayı mahcup olacak en güzel cevabı vermelidir. Tüm efendiliğine rağmen birileri, onu mindere çekmeye çalışır ve hakaretlerine devam ederse gerekirse cevap yazmamalı yani muhatap almamalı. Kem söz sahibine aittir diyerek gerekirse hakaretleri iade etmeli. Çünkü bazen cevap yazmamak muhataba verilebilecek en güzel cevaptır. Hakarete hakaretle ya da misliyle cevap vermek belki de rakibin istediğidir. Bu oyuna gelmemelidir. Tuzak sorulara, tahrik ve saldırılara maruz kaldığında, bunların altında kalmamalı, bunu tahriklere kapılmadan yapmalı. Tahrik olarak birilerine malzeme vermemeli, onların elinde yenilebilir meze olmamalı. Soğukkanlılığını korumalı, kişisel ve duygusal davranmamalı. Diline ve yazısına hakim olamıyorsa hemen cevap yazmamalı, sakinleşince cevap vermeli.

Hak ederek veya hak etmeyerek bir makama gelmiş veya getirilmiş, makamı tartışılır hale getirmemeli, esas işine odaklanmalı. Allah’tan istediğim bir göz idi, o bana iki göz verdi, demek ki var bende bir maharet diyerek koltuğu ve makamı istediği şekilde kullanmaya kalkmamalı, ben her istediğimi söyler ve yaparım dememeli. Makam ve takipçileri dolayısıyla ne oldum delisi ve şöhret budalası olmamalı. Takipçilerim nezdinde bir karşılığım, ağırlık ve saygınlığım var diyerek kendine olduğundan fazla misyon biçmemeli ve makamın ağırlığını ve sorumluluğunu üzerinde hissetmeli, şöhretin altında ezilmemeli ve sorumluluğunu bilmeli. Baktı ki makamının ağırlığını taşıyamıyor, insanlara günlük laf yetiştiriyor, her lafı baş yarıyor, makamını tartıştırıyor ve kendisini o makama getirenlere zarar verir hale gelmişse, o halde ona düşen, benden bu kadar deyip çekip gitmesidir. Bunu yaptıktan sonra da esas işine odaklanmalıdır. Gerekirse bir müddet sosyal medyaya da veda etmelidir. Hızını alamayıp kendisine saldıran ve hakaret edenler olursa, makamdan ayrılma psikolojisini depreştirmemelidir ve saldırgan bir tutum içerisine girmemelidir. Kendisini destekleyen takipçilerinin yaşa, var ol dolduruşuna gelmemelidir. Susmayı ve sessizliği korkaklık olarak görmemelidir. Kendisine sahip olamayıp bir şeyler yazıp çizmiş ve büyük tepki almışsa, özür dileme erdemini göstermelidir.  Bunu yapmadan profili kapatmak, tartışmayı ve öfkeyi dindirmez. Hesabını kapattı ise de ortam soğuyuncaya kadar bu alemde boy göstermemelidir. Sabah kapatıp akşam geri dönmemelidir. Dönecekse de kırdığı yumurta ve açtığı onulmaz yaradan dolayı sadece Allah’tan af dileme yoluna gitmemelidir. Aynı zamanda kalp kırdığı kişilerden ve kamuoyunu yersiz meşgul ettiğinden dolayı kamuoyundan özür dilemelidir. Çünkü sosyal olaylarda tek başına Allah’a tövbe etmek yeterli değildir. Unutmamalı ki kalp kırmanın tamiri, ilgili kişilerden helallik almak ve özür dilemekten geçer. Bir din aliminin Allah’a karşı sorumluluğu kadar topluma karşı da sorumluluğu vardır.

Sözün özü, bir din Görevlisi, kendini bulunmaz Hint kumaşı görmemeli. Dostu üzüp düşmanı bıyık altından güldürmemeli. Bir din alimi böyle olamaz şayet böyle ise cemaat ne yapar dedirtmemeli. Tartışmanın odağı haline gelme yerine gönüllere girme, onları ikna etme yolunu düstur edinmeli. Tüm bunları yapamıyorsa, bu demektir ki bu kişi yol ve yordam bilmiyor, kişi ve toplum psikolojisini tanımıyor. Bu durumda ona düşen susmaktır. Bu işleri ehline havale etmektir. Allah rızası için konuşmamasıdır. Allah rızası için yaptığı bu işi Allah rızası için yapmamasıdır. Çünkü savunduğu değerlere faydadan ziyade zarar veriyor demektir. Unutmamalı ki gönüllere dokunamayanın, sözünün tesiri de olmaz.

*03/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde