Ana içeriğe atla

Havamdayım


İki gündür bende bir hava bir hava. Nedir sendeki bu hava derseniz, sormayın. Zira havamdan yazmak gelmiyor içimden. Bilmezsiniz, başka bir duygu bu. Bu duyguyu yaşamadı iseniz zaten anlayamazsınız. Ama sizi daha fazla merakta bırakmayacağım. Zira size kıyamam, bir de sizi haberdar etmezsem çatlar ölürüm.

İki gündür müdürlüğe vekalet ediyorum. Nasıl oldu bu derseniz, anlatayım efendim. Milli Eğitim Müdürümüz il dışında olacağından iki günlüğüne izin aldı. Haliyle kurum amiri izinli olunca yerine birini bırakması gerekiyordu. Yerine bırakacağı kişi de yokluğunu aratmayacak biri olmalıydı. Bu özellikte bir şube müdürü vardı. Kıdem, tecrübe ve kabiliyet ne ararsan vardı kendisinde. İşleyişe de hakimdi.

Ama hesaba alınmayan bir şey vardı. O da kendisine vekalet bırakılacak tecrübeli şube müdürü de birtakım tahlil ve tetkikler için hastaneden randevu almış ve kuruma gelemeyecekmiş. Bu durumda ne yapılacak, nasıl bir çözüm bulunacaktı? Bu sorun da müdürün sorunuydu ve bir çözüm bulacaktı. Bunun için iki günlük tatil sevincini sekteye uğratacak değildi. Yerine de birini buldu mu keyfine diyecek yoktu.

Vekaleti bırakacağı elindeki tek seçenek de bu şekil suya düşünce müdürü aldı bir düşünce. Hem de karar kara düşünüyor. Öyle ya, kime bırakmalıydı vekaleti. Tatilden de vazgeçemezdi. Sağına baktı, soluna baktı. Elindeki tüm seçenekleri değerlendirdi. Aklına da kimse gelmedi. İle, vekaleti bırakacağım birini görevlendirin diyemezdi. İl birini görevlendirse de belediye sınırları dışında diyerek kimse gelmezdi zaten. Çünkü bu kurum saymanlığa benzemezdi. Saymanlıktan biri izne ayrılsa veya hastalansa yerine diğer ilçelerden veya il merkezinden birini görevlendirirler; kimse de ben gitmem, beni oraya geçici de olsa görevlendiremezsin diyemezdi.

Aslında müdürün elinde değerlendirebileceği bir seçenek daha vardı ama bunu alternatif olarak hiç düşünmedi. O da aynı statüde şube müdürü olarak görev yapan bana vekaleti bırakmasıydı. Bana vekaleti bırakmak demek baldıran zehri içmesi demekti. Çünkü iki gün sonra geldiğinde kurumu yerinde bulamayabilirdi. Böyle bir imaj vermişim kendisine.

Sonunda, ne olacaksa olsun, ramazan öncesi tatilimden mi vazgeçeyim demiş olmalı ve vekaleti bana bıraktı. Bana vekalet sende dedi. Pek belli etmesem de heyt be, işte bu dedim, kendi kendime. Zira sevincime diyecek yoktu. Nasıl sevinmem. Gökte ararken yerde bulmuştum müdürlük koltuğunu. Vekil de olsa müdürlük müdürlüktü. Zaten el vekile,, kel asıl denmiyor muydu. Her ne kadar bu vekillik, meclis vekilliği gibi olmasa da bir günlükte olsa krallık krallıktı. Üstelik iki gün vekaleti yürütecektim. Gerçi vekalet görevi bizim ailede irsi. Yabancısı değiliz yani. Bu, amcamdan bana geçmiş olmalı. Rahmetli amcam da 80 ihtilalinde belediyede çalışırken Konsey, tüm belediye başkanlarının görevine son vermiş, yerine belediye başkanı olarak rütbeli bir asker görevlendirmiş. Rahmetli amcam da rütbeli asker gelinceye kadar bir günlüğüne belediye başkanlığına vekalet etmiş. Oğlunun ve belde halkının bile haberinin olmadığı bu vekaletten, amcam emekli olduktan sonra ben haberdar olmuştum. Bana ben belediye başkanlığı da yaptım demişti. Demek ki bu vekalet bana ondan tevarüs etmiş olmalı. Üstelik benimki bir gün daha artırımlı.

Vekil olacağım günün gecesini zor yaptım. Gözüme uyku girmedi. İçimde hissettiğim tarifi imkansız sevincin yanında sorumluluk da başa bela idi ve gereğini yapmalıydım. Akşamından bir telaş bir telaş. Eşime,  giydiklerimi bir değiştireyim dedi. O da takım giyer misin, gri olanı dedi. Benim gri olan takım mı vardı, hele bir göster dedim. Gösterdi. Varmış meğer. Nereden bileyim, üzerimden takım elbiseleri çıkaralı yıllar oldu.


Sabah kahvaltısını yapar yapmaz takım elbiseyi giydim. Harar gibi geldi elbise. Bu elbiseyi kilolu ve göbekliyken diktirmiştim. Kendimi yollara vurduktan sonra ne kilo kaldı ne de göbek. Bana da içine bir kişi daha giren bu takımı giymek kaldı. Takımı giyince altına spor ayakkabı olmaz dedim, aylardır boya yüzü görmeyen botumu giydim.

Yola çıktım. İçim kıpır kıpır. Her günkü gibi değildi bu mesaiye gidişim. Eskiden arabanın tekeri ileri ileri gitse de benim ayaklar yine mi dercesine geri geri giderdi. Bu sefer durum başkaydı. Bir an evvel varmalı ve vekaleti devralmalıydım.

Bir saatlik yolculuğun ardından dairenin önüne geldim. Karşılaştığım manzara diğer günlerden farklı değildi. Hiçbir personeli kapının önünde beni beklerken görmedim. Bir karşılama töreni düzenlememişlerdi. Karşılama olmayınca haliyle halı da serilmemişti.  Moralim bozuldu bozulmaya ama pek bozuntuya vermedim. Personel de pişecekti zamanla.

Yukarı çıktım. Çocuklar, hani karşılama töreni dedim. “Deseydin bando bile hazırlardık” dediler. Halbuki ben dedikten sonra ne anlamı kalırdı. Vakit kaybetmeden odama yöneldim. Dedim ben vekilim. Odamın kaçtığı yok. Milli Eğitim Müdürünün odasına girip koltuğuna şöyle bir kurulayım dedim. Oda kapalıydı. Zaman zaman baktım, iki gündür oda kapalı. Sanırım giderken müdür, personele odamı kilitleyin ve içeriye almayın demiş olmalı. Neyse koltuk değil mi, ha ora ha bura. Sen unvanıma bak dedim ve odama geçip oturdum. Bereket, odamı açmayı akıl etmişler.

Şube müdürlüğü koltuğuma vekil müdür olarak oturdum. Müdürün yokluğunda ne yapabilirdim. Beni bir düşüncedir aldı. Personele moral olsun diyerek ilk yetkimi kullandım. Bir personelle şefe haber gönderdim. Personele ek maaş yapsın dedim. Olmaz dedi. Meğerse maaş sadece 15’inden 15’ine bir kez yapılıyormuş. Oturduğum binayı en azından katı satayım, kötü günlerde kullanmak üzere kurumun yedek akçesi olsun istedim. Bina kaymakamlığa aitmiş. Bu da olmadı. Hasılı müdür vekili görevim, iki gündür yetkisiz ve etkisiz eleman olarak sürüyor. Yetkisiz ve etkisiz bir eleman olsam da bana bir getirisi olmasa da yine de vekil müdürlük bir başka. Anlatılmaz ancak yaşanır.

Müdür vekili iken ilk ziyaretçimi de odamda kabul ettim. Çayımı içmeye gelmiş. Konuşma arasında kendisine Şube Müdürü Ramazan Yüce ile mi görüşmeye geldin yoksa Milli Eğitim Müdür Vekili Ramazan Yüce’yi mi? Şayet Müdürü ziyarete gelmişsen seni yan odaya alacağım, dedim. Anlamsız bir şekilde baksa da benim için bu ayrıntı önemliydi. Hoş önemli olsa da haydi oraya geçelim deseydi, oda kapalıydı zaten.

Yazıyı tam bitirmiştim ki saate baktım. Krallığımın pardon vekilliğimin bitmesine ramak kalmış. 3 saat sonra vekillik kalkacak üzerimden. Acaba, beni kimse buradan çıkaramaz, ben bu yetkiyi devretmeyeceğim deyip eylem mi yapsam. Off, bir düşüncedir aldı beni. Bana vekaleti bırakmak zorunda kalan müdürdeki düşünce gibiydi düşünmem: Kara kara düşünmek. Hemen havam inmeye başladı. Ne edersiniz ki sayılı günler çabuk geçiyor ve düşmez kalkmaz bir Allah. Hasılı yazık oldu bana. Bundan sonra şube müdürlüğüne talime devam. Bana yazık olduğu gibi bu adam ne diyecek diye bu yazıyı sonuna kadar okuyan size de yazık oldu. Ne yapalım, Allah başka keder vermesin.

Bundan sonra tek umudum, yani tekrar havaya girmem, müdürün yine izne ayrılmasına ve diğer şube müdürünün de herhangi bir sebeple işinin çıkmasına bağlı. Bekleyeceğim hem de umutla.

Bu arada bu vekilliğim ilk vekillik değil, 1991 yılında da bir 5 ay kadar müdür yetkili vekil öğretmenlik yapmıştım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde