Ana içeriğe atla

Aha Bir Koltuk!

Salgın nedeniyle kendi tıraşımı kendim yapmaya başlayınca, berbere ihtiyaç hissetmez oldum. Zira kendimin berberi oldum. Üstelik tıraş parası da cebimde kaldı. Ama cebimde kalan paraya da sevinemedim. Nedendir derken acaba eskisi gibi berberden havadis alamadığımdan mı dedim. Değil. Zaten alası bende vardı o bilgilerin. Bir berberliğim eksikti.

Nice sonra belli aralıklarla oturduğum berber koltuğunun, koltuk hevesimi bir nebze de olsa dindirdiğini anladım.

O kadar da değil… Bunun için gidip bir koltuk alamazdım ya…

Sonunda oğlan imdadıma yetişti. Oturduğu sandalyeyi kırmış. Hoş, demir olsa dayanmazdı ya, neyse. Ona bir sandalye lazım artık. Tarihe, oğluna sandalye almamış bir baba olarak geçmeyi kim ister ki…

Aldım yanıma masrafzedeyi. Onunla mobilyacılara gittim. Şu sandalyeyi bir tamir ediverin, bu oğlana da bir koltuk verin. İyisinden, mümkünse demir olsun dedim. “Şu çok rahat” dedi. Oğlan çeşitlere baktı. En iyisini seçti. Taksit imkanınız var mı dedim. “İki adet alırsan olur, 9 taksit bile yaparım” dedi. Taksiti duyunca bayıldım. Adam can evimden vurdu beni zira. Her şeyden vazgeçerim ama taksitten asla. Ver iki tane dedim. Oğlana, hangi rengi alacaksın, istersen annene sor, dedim. Sormuş. Aldım başıma belayı. Çünkü rengin yanına bir de sehpa isteği geldi. Alalım onu da nasılsa taksitle değil mi? Aldık eve geldik.

Paraya kıyarak eve aldığım koltuk rahat mı rahat. Üstelik dönerli. Biri seslendiği zaman kafanı çevirmeden dönüveriyorsun. Üstelik yükseltip alçaltabiliyorsun. Arkaya da yaslanıyor üstelik. Hakiki deri değilmiş. Umurumdaydı sanki. Ha hakikisi ha sunisi. Ne fark ederdi sonra. Nerem hakiki idi sonra?

Ben böyle özlemimi gidermeye başlamıştım ki içimde bir eksiklik hissettim. Buldun, bunuyorsun. İstediğin bir koltuk değil miydi? Aha koltuk! Ha paralı ha parasız, ne fark eder? Daha ne istiyorsun, paralısı biraz dokundu ama olsun, bu da geçer yahu! Zaten taksitle değil mi dedim, kendi kendime. Sebebini epey düşündükten sonra eksikliğin, oturduğum koltuğu başkasının görmemesi olduğunu nice sonra anladım. Öyle ya, başkası görmeyecekse bu koltuk neye yarardı? Başkası görecekti ki amma da yakışmış diyecekti.

İmdadıma, 6 yıl önce karşıma çıkan ama istemem deyip yüzüne bakmadığım koltuk yetişti. Hem de boşmuş. Bir oturacak olanı bekliyormuş. Uzakmış. Umurumdaydı sanki. Koltuk değil mi? Ha yanımda ha uzağımda! Ne fark ederdi sonra. Gördüğünüz gibi yanı başımda vardı. Rahat olmasına rağmen kimse görmediği için içimde kapanmaz bir burukluk hissetmiştim. Biraz km yaparım, o kadar. Üzerine oturunca tüm yorgunluğum giderdi. Üstelik bu da dönerli. Yapacak hiç işim olmazsa döner dururum.

Bu sefer kaçırır mıyım hiç. Tam bana göre dedim. Gidip oturdum. Şimdi o koltukta oturuyorum. Üzerine oturunca tüm yorgunluğum gitti ve yılların özlemi sona erdi.

Koltuk hasretim sona ermişti ama bir sorun vardı. Evdeki koltuk ne olacaktı? Bir düşüncedir aldı beni. Bir kişiye iki koltuk israf değil miydi sonra? Tam bu ikilemi yaşarken nefsim, “Düşündüğüne bak! Sen değil misin yıllardır koltuk hasreti çeken. Allah’tan istedin bir göz pardon koltuk, Allah verdi sana iki koltuk. Sonra bu gevşek pardon esnek çalışma saatleri dolayısıyla oturduğunla kalktığın bir oluyor. Bir bakmışsın mesai dolmuş. Koltuğa yapışmadan kalkıyorsun. Akşam eve gidince de evdeki koltuğuna oturursun. Böylece yılların koltuksuzluğunu gece-gündüz oturarak telafi etmiş olursun” dedi. Düşündüm, nefis mefis ama mantıklıydı dediği.

Hasılı, gündüz göz önünde, akşam kapalı kapılar ardında koltuktayım. Biri evde biri işte. Sıkıldıkça koltuk değiştiriyorum anlayacağınız.

Koltuğu bulmuştum ama bir eksiklik gözüme çarptı. Beni ben olarak tanımayanlar için önümde bir de ismim olmalıydı. Ama kaç paradır şimdi onu yaptırmak, kim bilir? Tam böyle derken bir zamanlar, bir koltuğa oturduğumda bir dostum bana bir isimlik yaptırmıştı. “Altına unvan yazdırmadım. Çünkü bugün buradasın, yarın bir başka yerde olabilirsin. Öyle görünüyor” demişti. İyi ki atmamışım. Arayıp buldum onu. Anlayacağınız isimliği şimdilik bedavaya getirdim. Gördüğünüz gibi adım var, unvanım yok. Bu demektir ki ucunda koltuk olan her göreve talibim.

Tüm bunlar yani bu koltuk işi nasıl oldu, biz de bir gün böyle koltuğa oturabilecek miyiz diyen meraklıları varsa? Bunun için;

1.Bir şeyi çok isteyeceksiniz. (Ben çok istedim. Gördüğünüz gibi oldu.)

2.Getirisi koltuk olan her yazılı sınava gireceksiniz. (Akranların Üsküdar’ı geçse de o sınav puanını unutsan bile o puan bir gün gelir seni bulur.)

2.İsteğiniz ilk etapta olmuyorsa, paraya kıyıp bir koltuk alacaksınız. Arkası zaten çorap söküğü gibi geliyor.

3.Uzağa gitmeye razı olacak, rahatınızı bozacak ve ağrımaz başınızı ağrıtacaksınız.

4.Macerayı seveceksiniz, macera arayacaksınız ve varlık sebebiniz koltuk olacak. Aklınız yapma diyecek; nefsiniz, git git, iyi olur, tam sana göre diyecek.

Niye yazdım tüm bunları. Bir koltuğa sahip olmak isteyenlere, “Bu bile koltuk sahibi olmuşsa, ben hayli hayli olurum” morali vermek ve onları motive etmek için. Başka da bir amacım yok.

Haydi göreyim sizi!

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde