Ana içeriğe atla

İğdeyle Aramız Nasıl? *

 Allah’ın biz canlılar için verdiği nimetleri say say bitiremeyiz. Faydalandığımız ve kullandığımız, yiyip içtiğimiz bu nimetlerin önemli bir nimet olduğunu, bir şeye ihtiyaç duyduğumuzda veya yokluğunda daha iyi anlarız. Meyveler de bize bahşedilen nimetler arasında yer alır. Bu meyvelerden bir tanesi de pek kıymeti bilinmeyen ve yüzüne bakılmayan iğdedir.

İğdeyi küçüklüğümde yediğimi hatırlıyorum. Birkaç arkadaşla birlikte evlerine kadar gidip bayramladığımız büyüklerimiz, ellerini ceplerine atarak avuçlarına gelenleri avucumuzun içine boşaltırlardı. Kuru üzüm, leblebi/nohut ve iğde, cepten çıkanlar arasında olurdu. Bayramlaşmanın karşılığında bize verilen bu hediyeleri pek beğenmezdik. Çünkü evlerimizde de bunlar eksik olmazdı. Harçlık pek verilmez, şeker eh, bazen nasip olurdu. O da jelatinli değil, kaba şeker adını verdiğimiz ambalajsız şekerdi. Bu şekil verilen ikramları pek beğenmesek de acıktığımız zaman bitirdiğimiz olurdu. Bitiremediğimizi de ya bir başkasına verirdik ya da evlere bırakırdık.

Akşam oturmalarında çay ikramı biraz lükstü o zamanlarda. Mevsimine göre önümüze konan çerezlerin yanında iğde de olurdu. Başta ay çiçeği olmak üzere çerezler biterken iğde konduğu gibi kaldırılırdı. Çünkü pek el süren olmazdı. Tadımlık da olsa yemeye kalksan, yediğinin boğazında kalma ihtimali yüksekti. Bir başkası, “helal helal” diyerek sırtına vurur rahatlatırdı. Hasılı iğdeyi yemek bir dert, mideye indirmek de ayrı bir dert idi.

Gel zaman git zaman, küçüklüğümüzde beğenmediğimiz kuru üzüm ve leblebiyi kuru yemişçilerin ve marketlerin reyonlarından çerez niyetine alır olduk. Ama iğdenin ne satıldığını gördüm ne de satın aldım. Satılıyorsa da hiç dikkatimi çekmedi.

Yürüyüş dolayısıyla Konya’nın değişik semt, cadde ve sokaklarını arşınlarım. Bir gün Erenköy’ü geçtikten sonra kanal boyu yürürken sol tarafımda, sıra sıra iğde ağaçları dikkatimi çekti. Hem yürüdüm hem ağaçları izledim. Soluklanmak ve tadına bakmak için birkaç tanesinin yanında durdum. Küçüklüğümde pek haz almadığım iğdenin tadı da fena değilmiş. Üstelik yediğim birkaç tanesi açlığımı da giderdi. Her ağacın altında çokça yere dökülen iğde olsa da halen ağaçta bolca vardı. Üstelik yere dökülenler görüntü çirkinliği vermediği gibi yerleri de kirletmemiş. Ağaçtakilere de hiç el sürülmemiş. Usta bir sanatçının elinden çıkmış gibi desen desendi hepsi.

Yol boyunca giderken bu iğde ağaçları kendiliğinden mi çıktı yoksa biri, gelip geçen gölgesinden istifade etsin, hem yesin hem de ekip dikenden Allah razı olsun diyerek bize dua etsin diye ekmiş olmalı dedim. Garibime giden, benim iğdeye küçüklüğümde koyduğum rezervi başkaları da koymuş olmalı ki o kadar iğdenin müşterisi yok.  Sadece bir iğde ağacının altında, topladıkları iğdeyi temizleyip bir kaba dolduran bir aile gördüm.

Yol boyunca dikkatimi çeken iğde ağaçlarını sair zamanlarda da Konya’nın birçok semtinde görmeye başladım. Hakeza diğer yerlerdeki iğdeler de toplanmamış. Gerçekten bu iğdeler niçin toplanmıyor ve yere dökülüyor? Acaba toplanma zamanı mı gelmedi ya da bu nimetin faydası olmadığı için mi kimse yüzüne bakmıyor? Bu merakımı gidermek için sanal alemde “İğdenin faydaları”na baktım. Kıymetini bilmediğimiz ve dönüp yüzüne bakmadığımız iğdenin o kadar faydası varmış ki zeytin büyüklüğündeki iğdenin faydalarına şapka çıkardım. Rab Teala’nın keremine ve sonsuz nimetlerine şükür dedim.

Sayfam bitti. Eğer iğdenin faydasını bilmiyor ve merak ediyorsanız bir zahmet sanal aleme müracaat edelim derim. Araştırıp okudunuz ve bu nimet kaçmaz diyorsanız, adresi verdim. Nereye gideceğinizi biliyorsunuz. Giderken yanınızda poşet, çuval ve kap götürmeyi ihmal etmeyin.

Siz iğdenin faydalarını okuyadurun. Ben yazımı bir soru ile bitirmek istiyorum. Her yerde hatta çorak toprakta bile biten iğde ağacının bu meyvesini, çerez niyetine tüketmiyorsak da içi una benzer bu meyveden ekmek yapılamaz mı? Bence diğer faydalarının yanında ekmek yapımında un yerine kullanılabilir. Adı da iğde ekmek olsun. Üstelik bu ekmek tatlı ekmek olur. Katıksız katık niyetine yenir. Bir vitamin deposu olan bu meyve, ümit ediyorum ki ilaç ve sağlık sektöründe tedavi amacıyla ve bağışıklık sistemini güçlendirmek için kullanılıyordur. Kullanılmıyorsa tıp daha çok fırın ekmeği yemelidir.

*14/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde