Ana içeriğe atla

İyiliklerin En Kötüsü Başa Kakmadır


Millet olarak iyi ve hoş yönlerimiz çok olmakla beraber bir kötü yanımız var ki problem mi problem. Sevdiklerimizi yanımızdan uzaklaştıran bir yönümüzdür bu. Nedir bu kötü yönümüz derseniz? Başa kakma derim.

Karşılık beklemeksizin yardım yaparız. Herkesin imdadına koşarız. Verdikçe veririz. İyilikte sınır tanımayız. Amma velâkin daha sonraları en ufak bir durumda tüm bu yaptıklarımızı sayar döker, un-ufak eder, başa kakarız. En hafifinden nankör deriz. Bunun adı bir çuval inciri berbat etmektir. Bu yaptığımız, telafisi ve geriye dönüşü olmayan bir yoldur. Bunun ne insaniyette ne ahlakta ne de dinde yeri vardır.

Belleğinizi biraz yoklarsanız başa kakmanın sayısız örnekleri gözünüzün önüne gelir. Mesela hiç düşündük mü Kuzey Kıbrıslı soydaşlarımız bizden niçin haz almaz? Bugün bir referandum yapılsa “Güney Kıbrıs'la birleşmeyi mi istersiniz yoksa Türkiye ile mi” dense bizim soydaşlarımız hangi ülkeyi tercih eder? Herhalde Türkiye'yi değil, Rum Devletini tercih eder. Niçin böyle, hiç sorduk mu kendimize? Ben de bunu merak eder, soy ve dindaşlarımız bizi niye sevmez diye sorardım kendi kendime. Sonunda bu sorumun cevabını bir TV kanalında CHP eski milletvekili Sayın Aytuğ Atıcı'yı dinlerken buldum. Sayın Atıcı, Kıbrıslı soydaşlarımızın bizden nefret etmesini Kıbrıs Harekâtından sonra "Biz sizi Rumlardan kurtardık. Biz olmasaydık Rumlar sizi öldüreceklerdi" sözlerini sık sık hatırlatmamıza bağladı. Katılır veya katılmazsınız, böyle sözler söylendi veya söylenmedi ama bu cevap bana mantıklı geldi. Gerçekten biz bir harekât yapmasaydık Rumlar Kıbrıs'taki Türklerin çoğunu öldürecekti. Bu doğru. Bu bir iyilik mi? İyilik… Peki bizim bunu sık sık tekrarlayıp onların ensesinde boza pişirmemizin bir anlamı var mı? Yok. Bu, düpedüz bir başa kakmadır. Belki de bundandır ki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlarının çoğu bize mesafeli ve uzak. Bu yaptığımız Ömer Seyfettin'in Diyet isimli kitabında anlattığı kol kesme hikayesinden başkası değildir. Yine yağmurda ıslanmasın diye Nasrettin Hoca'ya şemsiyesini veren kimsenin daha sonraları sık sık "Benim şemsiye olmasaydı o gün senin halin nice olurdu Hoca" demesine benzer. Diyet'te hikayenin sonu, sürekli başa kakılan kol kesilerek biter, Nasrettin Hoca fıkrasında da hoca kendisini elbisesiyle birlikte havuza atıp ıslanarak kurtarır.

Geçmişten günümüze bu başa kakma sendromumuz hız kesmeden devam ediyor. Yeter ki iyilik yapanla aramız açılsın. Ondan sonra anandan doğduğuna pişman olursun. "Nankör... Olmasaydı sen bir hiçtin... Sayesinde bir yere geldin... Yoksa seni kim tanırdı... Senin ne özelliğin var... Bugünkü bu geldiğin yeri ona borçlusun..." gibi. Allah aşkına bu tür söylemin kime ne faydası var? Maksat uzaklaştırmaksa alası yapılmıştır. Bu sözü söylemekle ha taşı atıp başını yarmışsın ha öldürmüşsün. Hiç farkı yok. Sonra sonra baş yarmanın belki bir izahı olur: kızdım, attım dersin. Fakat başa kakmanın bir izahı olamaz. 

Demem odur ki maksat üzüm yemekse başa kakmayalım. Balık bilmezse Halık bilsin. Çünkü yaptığımız en küçük bir iyilik daha sonra gelir bizi bulur. Eğer bir gün başa kakacaksak hiç iyilik yapmayalım. Çünkü sonucu itibariyle telafisi mümkün olmayan bir yok oluştur başa kakmak.

Yorumlar

  1. Söylemlerinde haklısın. Buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Yalnız bazı insanlar da bu başa kakmayı hak ediyor. Evet kimseye bir faydası yok. Ama en azından iyilik yapanı belkide biraz rahatlatıyor. İyilik senin dediğin gibi sadece Allah için yapılmalı. Eyvallah. Bir arkadaşım şunu söylerdi; Hayatta kimseye kötülük yapma, iyiliği de herkese yapma. İyiliği de iyilikten anlayana yap. Bazı insanlar iyilikten hiçmi hiç anlamaz. Şimdi onlar nankör değil mi? Yaptığı iyilik anlaşılmazsa iyilik yapanın da zoruna gider. Belki yüzüne söylenmeyebilir ama o kişi nankördür. Ben de arkadaşıma katılıyorum. İyiliği de iyilikten bilene yaoılmalı. Sonra insan tekraren günaha girebiliyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Elbette herkese iyilik yapılmaz. İyilikte de seçici olmak gerekir. Zekat ve sadaka verirken bile kim daha ihtiyaç sahibi, hak ediyor ikilemi yaşar, birini tercih ederiz. Yazım genel olmakla beraber verdiğim örneklerde olduğu gibi yıllar yılı aynı yola baş koyduğumuz ve kendilerine en yüksek makamı esirgemediğimiz kişilerden ayrılanlara nankör muamelesi yapılmasıdır. Hiçbirimiz istemeyiz elbette. Aynı yolun yolcuları aralarındaki kırgınlıkları bir tarafa bırakarak birlikte hareket etmeleri. Ama gördüğümüz gibi büyük bir ayrışma ve kopuş söz konusu. Bunun sebep ve nedenleri üzerinde durulup yaraların sarılması gerekiyor. Ayrılıp gidenlere nankör demekle bu mesele çözülse hep beraber gece gündüz nankör diyelim. Fakat bu söylem maksada hizmet etmiyor. Daha da uzaklaştırıyor. Çekip gidenlere kızarken önce anlamaya çalışmamızda fayda var. Bir yerde bir hata varsa hata ve yanlışlar tek taraflı olmaz. hataların sadece oranları değişiktir. Böylesi durumlarda hiçbir şey yapılamıyorsa bile susmak en güzeli. Çünkü bir müddet sonra hatalı olanlar tekrar geri gelebiliyor. Anlatmak istediğim kapıların açık bırakılması. Bunlar aleyhinde konuşanlara "Lütfen, onlar bizim kardeşimizdir. Aleyhinde konuşmayın" denmeli. En güzel örnek Bülent Arınç. Önce gitti, koptu dendi. Ardından çok şey konuşuldu. Bugün istişare kurulunda. Kızma, eleştirmelerde de orantısız güç kullanmamalıyız. Ne kadar kızarsak kızalım elimizdeki kumaş budur. şayet çekip gidenler zamanında verilen görevleri hak eden birileri değilse bu da bizim suçumuzdur. Demek ki insan sarrafı değilmişiz. Dert ve sıkıntıları içimize atıp kardeşlik hukukunu yaralamasak iyi olur. Ayrıca çekip gidenler siyaseten başarılı olamasalar bile en azından bizden oy koparırlar. Siyasetin bıçak sırtı olduğu günümüzde şemsiyeyi geniş tutup önce bizden uzaklaşanları, sonra diğerlerini almamız lazımdır. Futbol ile aran nasıl bilmiyorum. Sever veya sevmezsin. Şimdilerde Galatasaray'ı çalıştıran Fatih Terim'in bir iyi yanı var. Takımı bir mağlubiyet aldığında tüm sorumluluk bana ait der. Yani takımını suçlamaz. Biz de bu yolu takip etmeliyiz. Adam nankörlüğü hak etse bile nasıl ki köre kör denmez ise onlara da nankör dememeliyiz vesselam.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde