Ana içeriğe atla

Eleme Usulünün Talebeleri *

Ülkemizin eğitim ve öğretiminden memnun olanımız yok gibidir. Eğitim ve öğretimdeki sorunu çözmek için denemediğimiz sistem kalmadı. Sağa koyduk olmadı, sola koyduk olmadı. Her birimiz “Ne olacak bu eğitim ve öğretimin hali” der dururuz.  Yeni Bakan Ziya Selçuk ile birlikte “Eğitim ve öğretim alanında neşter vurulacak, sorunlar çözülecek, eğitim ve öğretimimiz iyiye gidecek” şeklinde öğrencide, velide, öğretmende, idarecide ve toplumda olumlu bir hava oluşmuş durumda.

Bugünlerde Bakanlığının üç yıllık yol haritasını açıklayacak olan Selçuk, tüm tarafları memnun edebilecek mi? Bunu ilerleyen zaman gösterecektir. Bakanın basın toplantısında açıkladıklarından radikal karar ve yeni bir sistemden ziyade mevcudu onarmayı tercih edeceğini anladım. Sayın Bakanın camiaya kattığı hava devam etsin, eğitim ve öğretime başarı gelsin isteniyorsa paydaşların, sorunun temelinde kendilerinin olduğunu ve bunun çözümünün de taşın altına elini koyması gerektiğini bilmesinden geçer. Eğer taraflar kendini temize çıkarıp suçu başkasına atıyorsa Bakanla birlikte oluşan hava kısa zamanda dağılıp gidecek, yerini ümitsizliğe bırakacaktır. Herkes kendisiyle yüzleşmelidir: Ben ne kadar üzerime düşeni yapıyorum demelidir. Hepimiz beklentileri yüksek tutup beklentimiz oranında bir çaba sarf etmediğimiz müddetçe bu alanda bir mesafe kat edemeyiz.

Sayın Bakan iki ay içerisinde üç yıllık bir program açıklayacağını söyledi. İnşallah tüm kesimleri motive edecek bir program olur. Yalnız eğitim ve öğretimle ilgili Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Doksandan önce bu ülke insanının okuduğu eleme sistemi bu ülkenin yararına olduğunu düşünüyorum. Hiç unutmam lise birinci sınıfta bir üst sınıfa Fizik dersinden sorumlu geçen bir arkadaşım, lise ikinci sınıfta da yine Fizikten kaldı. Başaramadığı ders sayısı iki olunca o arkadaşım bir sene kaybetmiş, akranlarından geride kalmıştı. Arkadaşımın kaldığını gören akranları, “Bu işin şakası yok, bak Hasan Hüseyin kaldı, biz adam gibi derslerimize asılalım deyip kendilerini derslerine verdi, Hasan Hüseyin de eşekten düşen biri olarak bir daha sınıfta kalmadı.


Bu ülkede 90’lı yıllardan itibaren öğrencinin sınıfta kalmaması üzerine devlet bir politika geliştirdi. Öğrencinin kalmaması için Bakanlık her yolu denedi: “Kalan bir öğrencinin devlete maliyeti şu kadar” hesabı yapıldı. Devamsızlıktan kalmadığı müddetçe öğrenci kolay kolay sınıfta kalmadı. Kim hangi öğrenciyle başlamışsa hiç fire vermeden mezun oldu. Eğitim ve öğretimle ilgili topuğumuza sıkıldığı dönemdir bu dönemler. Çünkü kalanın devlete maliyetinin hesabını yaparken sınıfını geçen sorumlu öğrencileri kaybettiğimizi bir türlü anlamak istemedik. Hele 2000’lerden sonra ana sınıfından başlayan tüm öğrenciler ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite bitirinceye kadar kimse arkadaşını kaybetmedi. Ortada sınıf geçmekten ibaret olan kolektif bir başarı var. Ama kimse memnun değil bu başarıdan.
***

Yıl 1979. Ortaokul okumak için Konya Merkez İHL'nin orta kısmına kayıt yaptırdım. Bina yetersiz olduğu için sınıfımız Hacı Veyis Zade Talebe Yurdu birinci katındaydı. Sınıf mevcudumuz 66 kişi idi. Bir ara 69'a çıktı. Yeniden 66'ya inmişti. Her birimiz üçer kişi otururduk sırada. Yılsonunda kimimiz kaldı, kimimiz ikinci sınıfa geçti. İkinci sınıfa merkez binanın B blokunun zemin katında başladık. Mevcudumuz yeni nakil gelenlerle birlikte yine kalabalıktı. 

Orta üçüncü sınıfı bitirip lise bire başladığımızda üç yıl önce birlikte başladığımız sınıf arkadaşlarımızın bir kısmı sınıfta kaldı, bir kısmı düz lisede devam etmek için Gazi ve Karatay Lisesine, bir kısmı da meslek öğrenmek için Konya EML'ye gitti. Yeni nakil gelenlerle birlikte lise biri okuyup lise ikiye geçince sınıfımız "G" şubesi ile birleştirildi. 6.sınıfı okumak için geldiğimizde hep "F" şubesi olarak okuduğumuz sınıfımız 6C sınıfı oldu. 7.sınıftan "C" şubesi olarak 43 kişiyle mezun olduk.

21/07/2018 Cumartesi günü yıllardır rutin hale getirdiğimiz olağan 7C sınıf pikniği için sınıfımızdan bir arkadaşımızın bağ evinde bir araya geldik. 35'e yakın kişiydik. Hal-hatır ve hoşbeşten sonra çaylarımızı yudumlarken yanımda oturan iki arkadaş, "Orta bire başladığımız arkadaşlardan kaç mezun varız" dedi. Yanındakiyle sohbet eden arkadaşlara bir göz attım. "Şu anda 12 arkadaş var burada. Üç tane de katılamayan var. Toplam 15 kişi mezun olmuşuz" dedim. 66 kişilik mevcuttan kala kala 15 kişi mezun olmuş. Başarı yüzdemiz 22,72. Bu demektir ki mevcudun yüzde 77,27'i elenmiş. 

Arkadaşlara tekrar bir göz attım. Aşağı yukarı her meslekten arkadaşımız var sınıfımızdan. İçlerinde öğretmen, işçi, din görevlisi, esnaf, iş adamı, doktor, mühendis, muhasebeci, akademisyen, rektör, şube müdürü, daire başkanı, avukat, eczacı, müdür, belediyeci...var. Hepsi de mesleğini en güzel şekilde ifa ediyor.

Piknikte yedik, içtik, hasbihal ettik, namazlarımızı kıldık. Gecenin ilerleyen vaktinde birkaç yıldır evini bize açan ve pikniğin masrafını çeken ev sahibi Ahmet Baydar'a teşekkür ederek önümüzdeki yıl buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldık.

Niyetim okuduğum okuldan ve sınıf mevcudundan bahsetmek değildi. Arkadaşları görünce o anda içimden "İşte eleme usulünün talebeleri" dedim. Malum son yıllarda eğitim ve öğretimle ilgili sistem tartışmaları eksik olmuyor. Her gelen bakan sorunu çözeceğim diye uğraşıyor, sistem değiştiriyor. Eğitim ve öğretimimiz iyiye gideceği yerde daha da kötüye gider şekilde bırakıp gidiyor. Herkes çözüm arıyor. Ama kimse 90 öncesi eğitim ve öğretimimize göz atmıyor. 

Bizim okuduğumuz dönem ilkokuldan sonra okumanın zorunlu olmadığı dönemdi. Anne baba okusun diye çocuğunu yazdırır, birkaç yıl test ederdi. Baktı ki çocuğu okuyor, yolunu açar; "Aman oğlum/kızım oku" derdi. Dersleri zayıf, sınıf tekrarına kalıyor ve düşe-kalka yol alıyorsa baba hiç sağına soluna bakmadan tutardı çocuğunun elinden; gel oğlum! Sen en iyisi bir meslek öğren, bu böyle olmayacak" derdi. Kimimiz okumayı, kimimiz meslek öğrenmeyi seçti o yıllar. Kimse açıkta kalmadı. İşsizlik yaşamadı. Sanayi çıraksız kalmadı. Çünkü o zamanlarda demir tavında dövülür, herkes bir durum değerlendirmesi yapar, yeni bir yol haritası belirlerdi. Sınıfta kalarak elenen çocuk da kendini kurtardı, sınıfta kalmayıp okuyan da. 
Günümüzde herkesi okutacağız düşüncesiyle önce 8, ardından 12 yıl okumayı zorunlu hale getirdik. 18 yaşına kadar -istesin veya istemesin, başarsın ya da başarmasın- herkes okuyor. Nasılsa kolay kolay kalma yok. Kalma olmayınca eleme de olmuyor zaten. Çünkü günümüzde sınıfta kalmak için bir öğrencinin çok uğraşması lazım. Kakalamaca liseyi bitirenin 18'inden sonra önünde bir seçenek kalmıyor. Önünü de görmüyor. Bu yaştan sonra istihdam alanı olan bir alanda yükseköğretim varsa var; yoksa ne meslek öğrenilir, ne de bir başka şey. Eleme sisteminin olmadığı, herkesin okumak zorunda olduğu bu sistem bir fabrikanın seri üretimi gibi bol mezun veriyor. Her mezunun büyük bir çoğunluğu işsizler ordusuna katılıyor. 

Eğitim ve öğretimimizde 90'lı yıllardan sonra devlet politikası haline gelen bu kafadan vazgeçmedikçe işsizler ordumuz daha da artacaktır. Geçmişten tek farkı, günümüz işsizleri okumuş işsiz olacaktır. Gelin çok zaman kaybettik. Daha fazla zaman kaybetmeden 90 öncesi eleme usulüne geçelim. Bundan başka da bir çaremiz yok gibi.


* 30 Temmuz ve 01 Ağustos günlerinde ("Eleme Usulünün Talebeleri 1 ve 2) Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde