Ana içeriğe atla

"Gece plağı hastası geldi"

Diş önemli, diş sağlığına özen göstermek gerekir. Zaman zaman muayene olmak gerekir, denir. Doğrudur. Fakat devlete ait ağız ve diş sağlığına veya diş fakültesine gitsen yapılan ilk muayene ile birlikte sana bir alay ev ödevi veriliyor: "Şu diş çekilecek, bu dişe dolgu yapılacak, buna kanal tedavisi olacak, şu  dişe kaplama gerekir, diş taşları temizlenecek, diş etlerin tedavi edilmesi gerekir..." Hemen ardından ilgili bölümlere gider, her biri aylar sonrasına randevu verir sana. Girdik bu işe, devam ettirelim dersin. Hiçbir bölümde işin bir girişte bitmez. Ya inat eder, aylar ve yılları bulur tedavin; ya da pes eder yarım bırakırsın.

Bir ayı geçmiş bir zaman diliminde azı dişimde bir sorun oluştu. Normal suyu dahi içemez, yemek yedirmez oldu. Kendi kendime sol tarafımla yemek yemeyi, su değdirmemeyi yasakladım. Hep sağ tarafı kullana kullana baktım sağ tarafta da sorun oluşacak. Kime, nereye gideyim dedim. Hangisine gitsem randevu verecek. Özele gitsem tedavi bana tuzlu gelir. Çünkü öyle duymuştum. Baktım olmayacak, bekleye bekleye hiç olmayacak, özel bir ağız ve diş sağlığına gittim. Kanal tedavisi gerekiyormuş. Çaresiz kabul ettim. Çünkü durulacak gibi değil. Hediyesini sordum. İçime oturdu daha ödemeden. Ama diş bu. Şakası yok. Ne yediriyor, ne içeriyor. Bereket sancısı yoktu. Bir de sancı olsaydı evlat acısı gibi olurdu.

Kanal tedavisi için üç gün sonrasına randevu verdi hekimim. Çünkü tedavi sonrası diş sancısı olmaması için antibiyotik kullanmam gerektiğini söyledi. 
Hekim, tedavi öncesi uyuşturmak için kaç defa iğne vurduysa da çene ve dudak bir türlü uyuşmadı. Ne kadar uyuşsa da konu kanal tedavisi olunca canını acıtmaması mümkün değil. Hekim bir taraftan dikkatli bir şekilde tedavisini yaparken "Acıttım, özür dilerim" derken bir taraftan da dişlerimi sıktığımdan ileride dişlerin daha büyük sıkıntı vereceğini, bunu geciktirmek için gece plağı kullanmam gerektiğini söyledi. Geçici dolgunun ardından esas dolguyu yaptırdım. Hekimime gece plağının fiyatını sordum. Söylediği fiyata da tamam dedim. Ölçüyü aldı, ertesi günü almamı söyledi.

Ertesi günü gece plağını almaya gittim. Kapıyı açan görevli, bir taraftan önündeki bir müşteriye, bir taraftan telefonla başkasına cevap veriyor. Ardında sıra bana gelsin diye beklerken biri daha geldi. Ben biri diyorum, görevlinin "Hoş geldiniz Abdullah Bey" demesinden, son müşterinin adının Abdullah Bey olduğunu öğreniyorum. Biri olan benmişim. Çünkü ilginin odağıydı beyefendi. Hemen telefona sarılıp doktoruna Abdullah Bey geldi diye haber verdi. Bu arada oradan geçmekte olan bir başka görevli "Abdullah Bey, hoş geldiniz" dedi. Abdullah Beyin cevap verdiğini duymadım. Belli ki başını salladı. Abdullah Beyin görüneceği hekimin hastası olduğundan az bekleyeceklerini söyleyip salona buyur ettiler. Herkes gittikten sonra yarım ağız yüzüme baktı sekreter kızımız. Derdimi anlattıktan sonra adımı söyledim. Hekimimi telefonla arayarak "Gece plağı hastası geldi efendim" dedi. Beni de bekleme salonuna aldılar. Beklerken belki beyefendilik bulaşır diye Abdullah beye yakın oturdum. Göz ucuyla süzdüm. Kimseye pek öss vermiyordu. Oturuşundan bile belli oluyordu beyefendi olduğu. 

Otururken "Ramazan Yüce, buyrun!" dendi. Hele şükür, ismimle hitap edildi," dedim. Çünkü az önce adımı "Gece plağı hastası" koymuştu. İyi ki ismimle hitap etti. Ya bir de bekleme salonunda o kadar bekleyen randevulu hastaların içerisinde "Gece plağı hastası, yukarı!" deseydi, halim nice olurdu. Hekimim plağını taktı, nasıl çıkaracağını, nelere dikkat edeceğimi anlattı. Ardından ayrıldım.

Yolda evime giderken aklım, Abdullah beydeydi. Onu bey yapan neydi, onu herkes nasıl tanıyor, ismiyle hitap ediyordu? Makamı, mevkii, şöhreti neydi? Ya da buranın sürekli müdavimlerinden miydi? Düşündüm durdum. Eğer çok gelmekle beyefendi olunsaydı benim de dördüncü gelişimdi. Buna rağmen beyefendi olamamıştım. Demek ki çok gelmekle alakası yoktu bu beyefendiliğin. Başka bir şeydi ama öğrenemedim gitti. İyi de ben nasıl beyefendi olacaktım? Acaba gecikmiş miydim?

Evime yaklaşırken baktım 17-18 yaşlarında bir kız çocuğu telefonla konuşarak yürüyordu. "Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur" diyordu telefondaki kişiye. Yaşı küçüktü ama tecrülenmişti, belli. Gerçi ben küçük diyorum ama benim küçük gördüğüm vekil olacak yaştaydı. Kim bilir belki 2019 seçimlerinde karşıma vekil olarak çıkacak. Vekil olur mu olmaz mı bilemiyorum ama aradığım soruya cevap vermişti. "Eğer yedisinde olamadıysan elli beşine gelmişsin. Bundan sonra olmaz der gibiydi. Hasılı bey olma hayalim daha evime varmadan sona erdi. Ama olsun en azından normal adının dışında ikinci bir isim daha verilmişti bana: "Gece plağı hastası" idi benim dişçideki adım. Pekala "lan" diye hitap da edilebilirdi. Buna da şükür! 28.02.2018


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde