Ana içeriğe atla

II.Abdülhamit ve Şerif Hüseyin

Bir yerde güç-kuvvet, makam-mevki, başarı varsa; her şey tıkırında gidiyorsa birlikte iş yapanlar arasında pek sorun olmaz. Sorun çıkarsa da aralarında istişare ile halleder veya görmezden gelinir.

Ne zamanki gemi su almaya, bir şeyler ters gitmeye başlar, başarı yerinde sayar veya geriye doğru gitmeye başlarsa birbirlerinin varlıklarından huzursuz olmaya başlarlar. Beklenti kırılganlığa, ardından dışlamaya ve birbiri hakkında konuşmaya gider. Konuştukça aralarında uçurumlar meydana gelir, birbirinin ayağını kaydırmaya başlar ve iş, kan davasına kadar gider. Hele aralarındaki iletişimi kapatırlar da meydan ve ekranlarda birbirine cevap vermeye kalkarlarsa bu durum telafisi olmayan yaralara yol açar. Böyle bir durum araları bozulsun diye bekleşenlerin ekmeğine yağ sürer. Onları, surda bir gedik açtık sevincine boğar.

Başkalarını sevindirmemek için önce mahallenin sağlama alınması, dışarıya bir çakıl dahi verilmemesi için tarafların çaba sarf etmesi gerekir. İçeride birliğin sağlanması demek geriyi emniyete almak demektir. Geri muhkemse dışarıdan korkmamak gerek. Bunun için II.Abdulhamit’in Şerif Hüseyin’e uyguladığı taktiği denemede fayda vardır. Ne yapmıştı Abdülhamit? İngilizler’le iş birliği yapan ve Osmanlı’yı arkadan vurma planları yapan ve Araplarca sevilen Şerif Hüseyin’i Hicaz’dan İstanbul’a getirterek kendisine bir yalı bahşetmiş ve gözetimi altında tutmuştur. Görünüşte Şerif Hüseyin’e iltifat etmişti Abdülhamit. Aslında ona iltifat ederek onun Hicaz’a dönmesini engellemek istiyordu. Çünkü Hüseyin’in kullanılmaya müsait olduğunu test eden padişah, onu İstanbul’da tutarak gözetim altında tutuyordu. II.Abdulhamit’in bu niyetini anlamayan veya anlamak istemeyen İttihat ve Terakki yönetimi, II.Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Şerif Hüseyin’in Hicaz’a geri dönmesine göz yumdu. Şerif gider gitmez Mekke Emiri oldu ve sonun başlangıcı oldu. Çünkü Şerif, gizli gizli İngilizler’le görüşmeyi devam ettirdi. Sonunda I.Dünya Savaşına giren Osmanlı, Şerif ve aşiretinin ihanetine uğradı.  Bu ihanetin sonucunda Hicaz elden gittiği gibi Arap-Türk nefreti hala bugün devam ediyor birçok kişi nezdinde. Üstelik bu konuda toptancı bir yaklaşım var. Sanki I.Dünya Savaşında tüm Araplar birlik olmuş, Osmanlı'yı arkadan vurmuş imajı veriliyor belirli çevreler tarafından. Maalesef İslam kardeşliğinin önüne geçmiştir bu düşünce. Hala da nefret tohumları pompalanıyor.

Anlattığım bu kısa anekdotun üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen hala bu iki millet birbirine karşı güvensiz. İttihat ve Terakki yönetimi, Abdülhamit'in taktiğini devam ettirmiş olsaydı Osmanlı yine yıkılırdı yıkılmaya ama İngilizler, Hicaz'ı bu kadar kolay alamaz ve Arap-Türk arasında ihanet tartışması olmazdı. Bu olay geçti geçmesine. Çünkü tarihi geriye sarma durumumuz yok. Ama tarih niçin okunur? İbret almak için.

Günümüzdeki kardeşler arasındaki kırgınlık ihanet noktasında değildir. Anlattığım olayla günümüzdeki ayrışmaların arasında bir benzerlik bile yoktur. Yapılması gereken aynı davaya gönül verenlerin saflarını sık tutmaları, ayrılıklarını değil, ortak fikirlerini ön plana çıkarmaları, birbirlerine iltifat etmeleri gerekir. Kopmaya doğru gideni mahallede tutmaya çalışmakta fayda var. Eğer bu yapılmazsa, gönül alınmazsa birileri karşımıza rakip olarak çıkartmak için uğraşır. Bu da eldeki gücün zayıflaması demektir. İş, kardeş kavgasına dönüşebilir. İleride telafisi mümkün olmayan yaraların açılmaması için tarafların üçüncü şahısların konuşmalarına fırsat vermeden bir araya gelip eteklerindeki taşı dökerek işe başlayabilirler. 13.01.2018 Ramazan Yüce, Konya


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde