Ana içeriğe atla

İçimizde 'sorun olan' bu Suriyeli mültecileri ne yapalım?

Ortaokul ve liselerde karne haftası denilen son haftalarda kolay kolay ders işlenmez. Bu durum sanki Allah’ın emri gibi bir şey oldu okullarda. Çünkü sınavlar bitmiş ve notlar verilmiş. Amaç, sınav ve not olunca doğaldır ki dersin de işlenmemesi gerekir. Kazara işlemeye kalkarsan istenmeyen öğretmen ilan edilirsin. “Nerede görülmüştür son hafta dersin işlendiği, siz hiç öğrenci olmadınız mı, hangi okul ders işliyor bu hafta, zaten yorulduk, üstelik sınıfın çoğu da yok, kitap-defter de getirmedik…” serzenişleri gırla gider daha sen selam vermeden önce. Ne olursa olsun, ben bu dersi işleyeceğim diyen öğretmen, dersi işlese de kendi çalar, kendi oynar. ‘istemezük’ güruhunun karşısında ders işlemek, tok insanı ağırlamak gibidir. Düşmanca bakışlar arasında öğretmen ilerleyebildiği kadar ilerlemeye çalışır. İşin garibi sınıfın büyük bir çoğunluğu fire verdiği için gelen öğrenciye işlenen ders, tatil dönüşü tekrar işlenmeye muhtaç. Çünkü çoğu öğrenci bu konuyu görmemiştir.

Karne haftasında okullarda pek ders işlenmese de, işlense de pek hayrı ve verimi olmasa da, öğrenciyi ikna ettikten sonra ağır aksak da olsa ders işlemeye özen gösteririm. Bu dönem karne haftasında sınıflara girdiğimde selam verdikten sonra yine "Öğretmenim! Ders işleyecek miyiz" sorusuna muhatap oldum. İşlemeyelim dedim. Bir sevinç, bir sevinç...görülmeye değerdi. "Akıllı tahtayı açıp film izleyelim mi o zaman" dediler. Hayır, film-milm yok" dedim. "O zaman ne yapacağız, serbest miyiz" dediler. Haydi bugün karşılıklı sohbet yapalım" önerime hep beraber 'tamam yapalım" dediler. "Size göre ülkemizdeki en büyük sorun nedir, önce düşünün, sonra tek tek cevap verin" dedim.  "Kadına şiddet, eğitim ve öğretim, savaşlar, küresel ısınma, şiddet, nezaketsizlik,  ekonomi, Suriyeliler..." gibi farklı farklı cevaplar aldım. Ardından ben aldım sözü. Verdiğiniz cevapların hepsi bu ülkede önemli sorun. Bana göre de en büyük sorun, güven sorunudur. Bugün kimse kimseye güvenmiyor, kim birine güvenmişse güvendiği dağlara karlar yağmıştır. Zira duyulan güven, verilen açık çek, kötüye kullanılmıştır... Bizim kendisini örnek aldığımız Hz Muhammed'in en büyük vasfı, lakabı, özelliği güvenilir olmasıydı. Üstelik bu sıfatı, düşmanları tarafından kendisine verilmişti. Düşmanları ona; sihirbaz dedi,  şair dedi, deli dedi, baba ile oğlun arasını açıyor dedi. Ama kimse ona, yalancı demedi, sonsuz güven duyarak kıymetli eşyalarını ona emanet etti. Kısa zamanda Hz Muhammed'in görevinde başarılı olmasının, ulaşabildiği kitlelerin çoğunun ona inanmasının temelinde iyi bir hatip olması, yakışıklı olması değil, ona duyulan güven duygusu vardı. İşte o yüzden ona Muhammed'ül Emin (güvenilir Muhammed) dediler dedim ve sohbet bu minval üzere devam etti. Arka arkaya iki dersi -zaman zaman öğrenciler de söze karışarak- bu şekilde sohbet ederek bitirdik. Zil ile beraber "Hepinize iyi tatiller" demeden bazı öğrenciler, "Öğretmenim ders işlemeyeceğiz dediniz ama siz dersi yine işlediniz" dedi. Doğru söylemişlerdi çocuklar. Zira konumuz, Hz Muhammed'in güvenilir olmasıydı. Diğer sınıflarda da aynı minval üzere sohbet ettim. "Size göre Türkiye'nin en büyük sorunu nedir" soruma, her sınıfta farklı farklı cevaplar verildi. Girdiğim ve bu konuyu işlediğim her sınıfın, soruma verdiği tek ortak cevabı vardı: Suriyeliler. 
Ortaokul seviyesindeki öğrencilerin belleğine sorun olarak 'Suriyeliler' yerleşmişti.

14-15 yaşındaki yeni ergen olmuş çocuklarımız maalesef içimizde yaşamakta olan mültecilere sanki düşman gibi bakıyor ve onları, en büyük sorun olarak görüyor. Nasıl becerdik bunu diye düşünürken  27/01/2018 günkü Hürriyet gazetesindeki köşesinde Ahmet Hakan Coşkun, Suriyeliler konusunu ele almış. “Suriyeli mültecilerin; halkımız tarafından ensar/muhacir olarak değerlendirilmediğini, hep sorun olarak görüldüğünü, halkımızın ‘Bıktık şu Suriyelilerden, paralar Suriyelilere gidiyor, savaşacaklarına neden buradalar’ dediğini, bazen siyasetçilerin kışkırtmasıyla ırkçılığa ve mülteci düşmanlığına varan bir yaklaşım biçiminin halkın arasında yerleştiğini” ifade etmiş yazısında.

Halkımızın Suriyeli mültecilere bakış açısı Sayın Hakan’ın yazdığı gibi. Eksiği var, fazlası yok. Her konuda olduğu gibi halkımız bu mülteciler konusunda da ikiye bölünmüş durumda. Bir kısmımız, onlara muhacir gözüyle baktı, yapabildiği kadar destek olmaya çalıştı. Büyük bir çoğunluk da kinli bir şekilde baktı onlara. Hatta bazı şehirlerimiz “Suriyelilere hayır yürüyüşü yaptı, linç etmeye çalıştı. Bu Suriyeli düşmanlığı ortaokul seviyesindeki çocuklara kadar sirayet etmiş yukarıda değindiğim gibi. Ordumuzun terörle mücadele kapsamında Afrin'e operasyon başlattığında "Cepheye Suriyelileri sürelim" diyenlerin sayısı da az değildi sosyal medya paylaşımlarında. Gördüğüm kadarıyla halkımızın ekseriyeti, en azından sesi çok çıkanların gözünde ülkenin en büyük sorunu olarak Suriye görülüyor.

Öyle zannediyorum; işini-aşını, evini-barkını, anne-babasını kaybetmiş içimizdeki Suriyeliler de bu ülkede durmaktan zevk alıyor değiller. Kirli savaşın onları getirdiği nokta, memleketlerini terki diyar etmek olmuş. İçlerinde tıpkı bizde olduğu gibi iyileri de vardır, kötüleri de. Her konuda olduğu gibi bu konuda da toptancı olmamak gerekir diye düşünüyorum. Dua edelim ki bu Suriye’deki savaş sona ersin, bu insanlar kendi memleketlerine dönsün, hatta bu konuda elimizden geleni yapalım. Burada sorumlu kişilere düşen Suriyeli mülteciler konusunu sürekli kaşımamaları. Zira bu mesele kaşındıkça yeni nesil Suriyeli mülteci düşmanı olarak yetişiyor. Yarın Allah göstermesin ülkede meydana gelebilecek en ufak bir kargaşada Suriyeli-Türkiyeli iç savaşı çıkartılarak insanlar birbirini kırabilir. Çünkü bu ülke toplumsal ayrışmalardan çok çekti. Zaten bol miktarda pimi çekilmiş, patlamayı bekleyen bombalar var bu ülkede. Alevi-Sünni, Türk-Kürt, laik-anti laik gibi.

Bu ülkede kimse kimsenin karnını doyurmuyor. Herkes midesinin aldığı kadar yiyebilir. İsteyen Suriyeli mültecilere yardım eder, dileyen etmez. Yardım edenin yaptığı iyiliği başa kakması hiç doğru değil. Çünkü bu başa kakma tüm iyilikleri yok eder. Yardım etmeyip de sürekli yardım ediyor/yardım ediliyor edebiyatı yapanlar da bunu yapmasınlar. Zira bu edebiyata herkesin karnı tok. Üstelik yakışmıyor. Onların bugün düştüğü duruma bakarak ülkemizin kıymetini bilelim, ayrışmaya değil; kenetlenmeye daha fazla ihtiyaç duyduğumuzu anlayalım. Allah’ın bu ülke ve bu ülke insanını aynı şekilde imtihan etmemesi için elimizden gelen gayreti gösterelim. 28/01/2018, Ramazan Yüce, Konya



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde