Ana içeriğe atla

Bu hafta da tırnaklarımı kesebildim

Yaşlanıp güç kuvvet ve takattan kesilince vücut fonksiyonlarını tam yetine getirememeye başlar. Yürümede zorlanır, eğilemez, kulak işitme kaybına uğrar, dil eskisi gibi harfleri net çıkaramaz, göz yeterince görmemeye başlar. Vücudun herhangi bir yerinde ağrı, sızı eksik olmaz. Kendimizi dinler dururuz.

Yaş ilerledikçe birçok işi yapmakta zorlanırız. İşte tırnak kesme de onlardan biri. Tırnağını kesmek için hem kuvvet gerekli, hem de özellikle ayak tırnaklarını kesebilmek için eğilmek gerekiyor. Çünkü göz de yakını görmemeye başladığı için uzaktan seçemezsin. Acaba tırnak bıçağını tırnağıma denk getirebildim mi diye. Hele bir de kilolu isen nasıl eğileceksin tırnağı kesmek için. Zor mu zor! Güç bela kesince 'Hele şükür!' der şükredersin. Çünkü kimseye muhtaç olmadan yine kesebilmişsindir. Ya kesemeyip bir başkasını yardıma çağırsan, kimi çağırabilirsin?  Ya gelmezse...Haydi geldi diyelim, kestirebilecek misin? Haydi, mecburiyetten bir başkasına kestirmeye kalktın. Biri keserken 'Artık işe yaramıyorum, bir tırnağımı dahi kesemiyorum' diye ah ve vah etmemek elde değil. Sakal tıraşı olmak da bir mesele. Göz tam görmüyor. Tüm sakalları alabilmiş miyim diye aynaya doğru iyice yaklaşman gerekiyor. Bir taraftan da elini yüzüne sürersin sakallar kalmış mı diye. Neyse baktın olmadı, sakal tıraşı için berbere gidersin. Ama tırnak kesme/kestirme işi bambaşka...

Uluırmak Nuraniye Kur’an Kursunda yaz dönemlerinde öğrenci okuturken Konya’da meşhur kilolu bir hocamız vardı. “Mahmut! Tırnaklarımı kesiver,” diye çağırırdı yanımdaki arkadaşı.

Mübarekler ne de çabuk büyüyorlar öyle. Büyüyen tırnağımı gördükçe yaşım da mı böyle büyüdü acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Ne zaman doğdum; ne vakit çocukluğumu, gençliğimi yaşadım anlayamadım. Tarancı'nın ömrün 'yarısı' dediği 35'i devireli zaten çok oldu.

Saçlar dökülmeye başladı, bembeyaz ağardı üstelik. Koşamıyorum eskisi gibi. Zaman zaman ayaklarımı kaldıramıyorum, merdiven basamağına kaldıramayacağım diye düşünüyorum. Diz çökünce acaba yerden kalkabilecek miyim diyorum. Nefes zaten daralıyor, kafada sıkıntı hiç eksik olmuyor. Çünkü çoluk çocuk ne yapacak? Bekarları nasıl evlendireceğim, evli olanlar nasıl geçimlerini yapacaklar diye düşünür durursun.

İdrar eskisi gibi değil, bir bardak su içince sağa-sola bakınıp tuvalet arıyorsun. Kaçırmadan tuvalete atabilirsen kendini dünyanın en bahtiyar kişisi sayarsın.

Dişler zaten işlev görmemeye başlar, daha önceden yaptırdığın dolgular da işe yaramamaya başlar. Çekildikçe çekilir. Kolay kolay her yemeği yememeye başlarsın.

Ölüm yavaş yavaş geliyorum dediğini görürsün bu olup bitenlerden. Ya bir de felç olur, yatağa mahkum olursan, eşe-dosta, ele-güne muhtaç olursan işte o zaman yat ağla, kalk ağla artık! Ölümü bekler durursun yatağın içinde. Haydi, yattın diyelim; yemeni, içmeni nasıl halledeceksin, tuvalet ihtiyacını nasıl gidereceksin. Kim bakacak sana o zaman. Varsa çoluk çocuğun, göreceğin en iyi muamele; seni sıraya bindirirler. Sırasını savan diğer aya kadar rahat bir nefes alır. Çocuklarının bu durumunu gördükçe kahrolur durursun. “Yalanmış dünya dedikleri, oyun ve eğlenceymiş” demeye başlıyorsun. “Kimseye muhtaç olmadan yaşayabilirsem kardır” diye düşünür durursun yatağın içinde. Artık tüm sevdiklerinin gözünün içine bakıp durduklarını hissedersin, ölümü bir nimet olarak görmeye başlarsın. Ya dünyadaki amelin iyi değilse ölmemek için hayata tutunmaya, gitmemeye çabalar durursun. Çünkü iyi bir son beklemiyor zahir. Daha gitmeden çırpınır durursun. “Ya Rabbi, bana güç kuvvet versen de adam gibi sana uygun bir kul olarak yaşasam diyorsun ama heyhat! Geriye dönüş yok artık.

Bu durumda ölüm hem yatakta yatan, başkasına yük olan senin için hem de sana bakanlar için bir nimettir, bir kurtuluştur. Başa gelen çekilir dersin ölürsün. Daha önce eşin-dostun cenazesine katılmışsan bir vefa olarak son görevini yapmak üzere cenazene katılırlar. Senden kurtulmak için bir an evvel seni geldiğin toprağa gömmek için yarışırlar kendi aralarında. Küreği biri bırakır diğeri alır. Turşunu kuracak değiller ya! Olması gereken de bu zaten.

Defin işi biter bitmez herkes işine gücüne koyulur ve sen sana giydirilen kefeninle beraber kapısı ve penceresi olmayan dört tarafı toprak olan yeni yerinde ebedi istirahgahına çekilirsin. Nefes alamıyorum, ben karanlıktan korkuyorum desen de fayda etmez. Çünkü seni kimse duymaz. Arkalarına bakmadan çekerler giderler ve sen karşında melekler, amellerinle baş başa kalırsın.

Allah herkese hayırlı ömür ve ölümler nasip etsin, ahirette azığı güzel olanlardan eylesin, hesabı kolay verilenlerden eylesin. Kimi kimseye muhtaç etmesin! 13/06/2017


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde