Ana içeriğe atla

Hangimiz, nereye, ne kadar ehiliz?

Nerede bir yazı, nerede bir paylaşım, nerede bir konuşan görsem kamuya eleman alımından tutunda görev yapan kişilerde ve makam sahiplerinde aranan şartların başında 'Ehliyet ve liyakat' şartını öncelikli olarak savunduklarını gördüm. Buna kendimi de dahil ediyorum.

Hepimiz doğrunun ne olduğunu biliyoruz. Tespitimizde haklıyız. O zaman kendi kendimize şöyle bir soru soralım: Acaba yaptığımız görevde kendimiz bu işe ne kadar ehiliz? Bu göreve atanırken layıkıyla mı geldik, yoksa birilerini vasıta  kıldık mı? Bugün çocuğumuzu bir işe yerleştirirken herhangi bir kapıyı çaldık mı? Çocuğumuz akranlarına ve emsallerine göre yerleştirildiği işe ehil olanlardan mı? Hangi birimiz durumumuza razı olduk? Eğer bu sorulara vereceğimiz cevap torpil yok  ise kazancımızdan harcamamıza varıncaya kadar her şey helali hoş olsun. Bu durumu tebrik etmek lazım. Böyle kişilerin Allah yollarını açık etsin. Nice yıllar hizmet etmeyi nasip etsin. Umarım böylelerinin sayısı çoktur toplumda. Eğer atanmamızda, herhangi bir yere, makama gelmemizde arada torpil varsa-ki büyük bir çoğunluğumuzda maalesef vardır- Allah affetsin. Bu durumu ilk önce tespit edip bir öz eleştiri yapmak,sonra da tövbe etmek lazım. Bu işte kul hakkı var ise ve bunlar biliniyorsa helallik dilemek lazım. 

Bu durumu konu edinmemin sebebi yazımın başında ifade ettiğim gibi 'ehliyet ve liyakat' konusu hepimizin ağzında. Konuşurken mangalda kül bırakmıyoruz. Hepimiz doğrucu Davut kesiliyoruz. Bu iki güzel hasleti sürekli ağzımızda sakız gibi çiğniyoruz. Etrafıma baktığım zaman bu konuda toplumda bir konsensüs hakim. Bu kadar iyi ve doğrunun içerisinde geçmişten günümüze hala ehliyet ve liyakatın dışında göz göre göre atama yapılıyorsa, birileri bu şekilde bir makama geliyorsa oturup düşünmek lazım. Ne kadar adalet, hakkaniyet, ehliyet ve liyakat istediğimizi. Acaba istediğimiz bu hasletler kendimize doğru yonttuğumuz hasletler olmasın. Eğer öz eleştiri yaptıktan sonra hala bu yollara tevessül ediyorsak -ki ediyoruz- o zaman kimse bu güzel hasletlerin oluşmasını beklemesin. Zaten oluşmaz. Öncelikle kendimiz kendimize karşı dürüst olmamız gerekiyor. Maalesef laf ile peynir gemisi yürümüyor. Sözde isteyerek olmuyor bu işler. Samimiyet lazım, içtenlik lazım, nedamet lazım. Yoksa kuru kuruya adalet diye bağırmakla gelmiyor maalesef bu hasletler.

Öyle zannediyorum geçmişten günümüze iktidarı, muhalefeti, STK'lar, cemaatler, kişiler eteğindeki taşı dökmeliler. Kimse bu taşları dökmeden bu ülkede asla hak yerini bulmaz. Çünkü biz kendimiz istemiyoruz bir defa. Birbirimizi kandırmayalım. hepimiz işimizin olmasına bakıyoruz. Su akarken doldurmak... 08/02/2017

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Sami Hoca

Sami YÜCE İçi nasıldı bilmem ama dışa karşı şen şakrak biri idi.  Bulunduğu ortamlarda insanları güldürmeyi becerirdi. Şaka yapar, şakadan da anlardı. Çağın yaşatan Nasrettin hocasıydı.  Girdiği ortama çabuk intibak sağlar, insanlarla hemen iletişim kurardı.  Uzaktakileri belirli periyotlarla telefonla arayarak hal hatır sorardı.  İnsan canlısı biri idi. Herkesin derdi ile dertlenirdi.  Büyükle büyük, küçükle küçüktü.  Eli açık biriydi. Yedirmekten, izzet ve ikramdan kaçınmazdı. Dinlendik, Avcıtepe, Habiller, Güneysınır İlçe Müftülüğünde, Güneybağ ve Mevlana Mahallesindeki camilerde görev yaptı.  Görevine sadık biri idi. Mesaisi namaz vaktinden namaz vaktine değildi. Namaz harici bile camideydi. Görev yaptığı camileri tertemiz tutar, camlarına varıncaya kadar caminin temizliğini yapardı.  Paraya önem vermediğinden midir para yönünden yüzü pek gülmedi. Paraya ihtiyacı olduğunda kredisi vardı. Kimden borç istese eli boş dönmezdi. Şu gün vereceğim derdi. Borcun günü geldiğinde gerekirse b

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder