Ana içeriğe atla

Burnunun ucunu göremeyen şıh

Dini gizemli halden kurtarıp ayakları yere basacak şekilde hayatın içine çekmediğimiz müddetçe dini kullanıp dinden faydalanan ve nemalanan insanların sayısında azalma değil, artış olacaktır. Bu konuda nasılsa epey müşteri var. Bir yerde müşteri varsa mutlaka satıcı da olur. Bu durum işin doğasında vardır.

Niyetim keramet var mıdır, yok mudur, hak mıdır, değil midir değil. Ama öbür dünyada bu dünyada bazı insanların gösterdiğine inandığımız kerametlerden soru gelmeyecek, ona niye inanmadın denmeyecek bunu biliyorum. Esas keramet kişinin istikamet üzere olmasıdır. Dosdoğru yolu takip etmesi, ardından gelenlere de bunu hatırlatmasından ibarettir.

Bir tarikat veya tasavvufi harekete mensup bazı  kişilerde genelde dilden dile menkıbe şeklinde anlatılır  efendisinin gösterdiği kerametler. Bu tip anlatılanlar müridin efendisine daha fazla bağlanmasını sağlar. Anlatılana kendi inanmıştır. Şimdi sıra bu kerameti başkalarına anlatıp ikna etmede. Muhatap inanmadığı takdirde muhatapların arasında kırgınlıklara ve inanç bakımından ithamlara sebebiyet vermektedir. Bu durumu bu tür hareketlerin içerisinde yer alan aklı başında kişilerle paylaşıp: "Efendinize söyleseniz de müritler böyle şeylerle uğraşmasalar" dediğimizde: "Efendim, efendi hazretleri de bu tür davranışlardan memnun değil ama..." deyip işin içinden çıktıklarını sanıyorlar. Belki de söyleniyordur, müridi dinlemiyordur bilmiyorum. Ama bazılarının bu tür anlatılan kerametlerden hoşlandığını düşünüyorum. "Reklam reklamdır, iyisi-kötüsü olmaz" diye. Adamcağızın niye hoşuna gitmesin. Hem sürekli gündemde kalıyor, hem daha tanınır hale geliyor, hem de müritler arasında daha fazla bağlananların sayısı artıyor. Kerametle yatılıp kalkılınca  yapılan her harekette bir keramet, bir hikmet vardır düşüncesi hakim olunca yapılan tasarrufların izahına gerek kalmıyor. İşin garibi hakkında keramet anlatılan buna inanmasa da halk ağzında dolaşa dolaşa bu hareket tevatür derecesine ulaşıyor. İster istemez "ben neymişim be" demeye başlar insanın nefsi.

Hafızlık yaparken her cüzün ilk üç sayfasını ezberledikten sonra 2 ham birden almıştım. (Ham daha önce hiç ezberlenmemiş sayfa demektir. Her hafız yeni sayfayı ezberler, daha önce ezberledikleriyle beraber hocasına yeniden verir.) Her gün hocaya iki sayfa ham, üç sayfa da daha önceki ezberlediğim her cüzün üç sayfasını yani toplam 5 sayfa okuyordum. Beni tanıyanlardan bir duydum ki: "Ramazan sayfanın  birini kurstan çıkıp eve varıncaya kadar ezberliyormuş" diye. Yok, öyle bir şey dedim ise de uzun süre hakkımda böyle söylenmesi hoşuma gitmedi de değil hani. Bir ara kendimi bir yokladım, acaba bende böyle çabuk ezberleme var mı diye. Zinhar yalan dedim ama nefsimin okşandığını hissettim. Ben neymişim ya bile dedi nefsim. Aslında o zaman bende var olduğu söylenen bu harekete kendimi ikna edebilseydim fena olmazdı.

Konumuz keramet idi. Ben kendi hayatıma döndüm. Kerametle bir alakası yok ama, insanın nefsi okşanınca insan kendini bir şey sanmaya başlıyor bir müddet sonra. Hani bizde " şeyh uçmaz, mürit uçurur" denir ya. İşte öyle bir şey. Yazımı bir fıkra ile bitirelim. Bakalım adamın kerametini beğenecek misiniz?

"Türkmen evine bir şıh misafir geldi, cübbeli, sarıklı, sakallı…
Buyur ettiler, köylülerle birlikte odaya aldılar, köylüler ne keramet edecek diye ağzının içine bakarken, şıh arada bir irkilir gibi yapıp “Hoşt” diyordu…
Köylüler bunun bir keramet olduğunu anladılar ama ne kerameti olduğunu anlayamadılar, merakla sordular:
“Ya şıh hazretleri nedir o arada hoşt dediğin?..”
Şıh: “Bir köpek Kabe'nin duvarına işeyecek gibi niyetleniyor, onu görüyorum tabii ki, hoşt diye kovalıyorum…”
Köylülerin itikadı bir iken bin oldu…
Olanları kapının eşiğinden dinleyen evin hanım ağası sofrayı hazırladı, herkesin önüne üzerinde et olan pilav geldi…
Şıhın tabağında sadece pilav vardı…
Şıh bir süre etsiz tabağa baktıktan sonra, kapıda beliren hanım ağaya “Benim tabağımda et niye yok, bunun bir sebebi var mıdır ey hatun?” diye sordu…
Hanım ağa yaklaştı, tabağı ters çevirdi, onun etlerini pilavın altına koymuştu… pilavın altında etlerin gözükmesiyle elindeki kepçeyi şıhın kafasına indirdi:
“Ulan tabağındaki eti görmedin de, Kabe'deki iti mi gördün?…"

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde