Ana içeriğe atla

Analitik düşünme ve eleştirel bakış

Olayları derinlemesine inceleme ve irdelemeyi bıraktık. Günübirlik yaşıyoruz artık. Eleştirel düşünce, eleştirel bakış ve eleştirel söylem ve eleştirel yazılara karşı tahammülümüz var mı?
Çoğumuz yeri geldiğinde, “Ben eleştiriye açığım, açık sözlü insanları severim. Eleştirilerin için teşekkür ederim.” Deriz demesine de; aslında eleştiri hoşumuza gitmez. Bizi eleştiren insana hemen mesafemizi koyarız. Bırakın eleştiriyi, farklı fikir ve görüş serdetmeye de tahammülümüz yoktur. Hemen o insanı; “-ci, -cı” diye damgalarız. Hakkında niyet okuyuculuğu yapmaya başlarız.
2002 yılında ameliyat olan babamın yanında refakatçi iken yan odada yatan kültürlü bir hasta ile zaman zaman muhabbet ettik. Günde bir kaç defa hastane koridorlarında adımladık, çömeldik birlikte. Konuşmalarından bir gruba bağlı olduğu anlaşılıyordu. Grubunu  övmeye başladı. Bir gün kendisine, “Kardeş, bağlı bulunduğunuz gruba saygım var. Fakat ben müntesibi değilim.” Deyince, “niye” dedi. Niyesini söylersem benden uzaklaşırsın. Grubunuza karşı saygım olmakla beraber bazı eleştirilerim var” dedim. “Olur mu, öyle şey. Ben eleştiriye açığım. Lütfen söyle,” dedi. Ben de nazikçe genel eleştirimi dile getirdim. Sonra ne mi oldu? Dostum bir gitti. Pir gitti. Günlerce görünmedi. Hastaneden taburcu olmuş. Vedalaşmaya bile gelmedi.
Üst’üne karşı veya kendini yakın hissettiğin camiaya karşı bir eleştiri yapmaya kalk. Görürsün gününü. En basitinden hemen mesafe koyarlar. Bir soğukluk meydana gelir. Kapı dışarı etmekten beter yaparlar. Rahmetli Süleyman UĞUR hocam'la lise hayatımda  bazı konuları konuşurken “Ama hocam bu haksızlık” dediğimizde, bize; “ Üst, daima haklıdır. Bilhassa haksız olduğu anlarda” derdi.
Yazılarımı takip eden dostlarım bilir. Bir konuda eleştiri ve tenkit yaparken asla; yer, şahıs belirtmem. Olayları kişiselleştirmem. Çoğu zaman kinayeli yazarım.  Kuş dilini kullanırım. Mizahi bir üslubu seçerim. Dilimin kemiği olmadığı için içime sinmeyen her konuyu kimin yaptığına bakmaksızın eleştiri konusu yaparım. Ben eleştirinin özellikle yapıcı eleştirinin, dost eleştirilerinin kişiyi mükemmelliğe götüreceğine inanırım. Şahsıma yapılan eleştiriler yüzümü kızartsa da dostumun benim iyiliğimi istediğine gönülden inanır, iyi ki böyle dostlarım var derim. Herkesi kendim gibi bilir. Başkasının da beni kendisi gibi bilmesini isterim.
Sanal alemdeki paylaşımlarım uzundur. Formata da çok uygun değil biliyorum. Paylaşımlarım duygu ve düşüncelerimin terennümünden ibarettir. Hiçbir zaman yazdıklarım doğru iddiasında değilim. Beğenileyim iddiam da yok. Beğenenlerin sayısı bir elin parmağını da geçmez.
Sanal alemde olumlu olumsuz görüş bildirmeyen bazı dostlarım özelde görüştüğümüz zaman; “ Abi, çok güzel yazıyorsun” şeklinde iltifatta bulunduklarına şahit oluyorum. Bir defasında bir dostum, aynı şekilde iltifatta bulundu: “ Abi, çok güzel yazıyorsun. Fakat ben beğenemiyorum, çünkü eleştiri alıyorum” dedi. “Mübarek, madem yazı hoşuna gitti. Niçin beğenmiyorsun” dedim. Bana o dostum ne dedi, biliyor musunuz?
Cevap: “ Senin 2 yıl önceki süreci eleştiren bazı yazılarını beğendim. Bana falan yerden ‘onun yazılarını nasıl beğenir, kendisine hiç yakıştıramadık' şeklinde haber geldi. Bu yüzden çekiniyorum.” Dedi. Buyrun buradan yakın.  Ben de yazılarım çok kapalı, sanırım anlaşılmıyor diye düşünürken dostumun söylediğinden sonra  yazılarım anlaşıldığına göre baya açık yazıyormuşum demek ki, demekten kendimi alamadım.
Sanal alemde okuyucusu bile olmayan yazılardan nem kapmak. Fikirden, eleştiriden bu kadar mı korkulur anlamadım gerçekten. Ama bir şeyi anladım: Bunu anlayamayan kendimin anlama özürlü olduğudur.
Bir söz de, yazılarımı okuyan ve beni sürekli takip eden, sanal alemde görüş serdedemeyen veya medeni cesaretini toparlayıp karşıma geçip yanlış yoldasın bre gafil diyemeyen, yazımı beğenen dostuma haber gönderen muhtereme söylemek isterim: Ey adını, sanını bilmediğim, kimdir diye sormadığım ve merak etmediğim muhterem!  Doğru bir şey yaptıysan, üzülme. Çünkü meyve veren ağaç taşlanır.  Ama bil ki, ikna edemediğin hiçbir doğrunda başarılı olamazsın. Doğrunu anlatmak için göğsünü gere gere gez. Rabbim yolunu açık etsin. Allah Maide süresi 105’te  “Ey İnananlar! Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır, işlemekte olduklarınızı size haber verecektir.” Buyurmaktadır. Yok, yanlış bir iş  yaptığına inanıyorsan eleştirilere de açık ol. Gocunma. Dost/larımın arkasına saklandığına göre yaptığından utanıyorsun. Eğer böyle ise bu utanç sana yeter.
Yazımı; F. Barbarosoğlu’nın 14/12/2015 tarihli Yenişafak'ta çıkan makalesinin son bölümüyle noktalıyorum: “Analitik ve eleştirel bir yazı yazdım ve yazı dolayımından takdir ve teşekkür aldım diyenlerimiz var mı aramızda?
Efendim?
Küfredince yükselenlerin, toprağı öper gibi eğilenlerin yükselişinden haberdarız oysa.”  15/12/2015  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde