22 Mayıs 2023 Pazartesi

Din Görevlisi ve Partizanlık

Bu ülkenin kadın, erkek yediden yetmişi partizan. Sabah akşam kim kazanacak, şu iyi, bu kötü muhabbeti yapılır. Bu muhabbet bir müddet sonra kırgınlığa sebep olacaksa da kimse partizanlıktan vazgeçmiyor.

Partizanların önemli bir kısmının yaptığı da partisini ölümüne savunma, rakip gördüğü partiyi kötüleme adına trollük yapmaktır. Bu işi yaparken de çoğu, başkaları tarafından hazırlanıp servis edilen paylaşımının doğru olup olmadığına bile bakmıyor. Zira iş iştir. Ayrıca doğruluğuna bakılmaz. Yeter ki bizi desteklemiş olsun.

Akşamdan sabaha seçim konuştuğumuza göre seçimden seçime, bir seçimin ardından diğer seçime seçim konuşmaları ve paylaşımları bu ülkenin değişmez gündeminin seçim olması hiç yadırganmamalı. Çünkü biz siyasetin konuşulmadığı günü boşa geçirmiş gün görürüz. 

Allah'ın günü siyaset yapanlar, partilerin yetkili kurullarında görev alanlar olsa, görevidir dersin, garipsemezsin. Çünkü bunlar profesyoneldir. Buradan ekmek yiyecekler. Siyaset yapmamaları kendilerini inkar anlamına gelir ve görevlerini yapmamış olurlar.

Profesyonel siyasetçinin dışında işçi, memur, esnaf, emekli vb. kişilerin profesyonel siyasetçi gibi akşam sabah partizanlık yapmasına ne demeli? Çünkü bu ülkenin böyle bir gerçekliği var. Bu gönüllü partizanlıklarının kendilerine maddi ve manevi bir getirisi olsa, bu kapıdan ek gelir elde ediyorlar, varsın yapsınlar dersin. Bildiğim kadarıyla hiçbirine bu konuşma, paylaşım ve yazışmalarının bir getirisi yok. Diyelim ki bu mesele vatan, millet ve ülke meselesidir. Ayrıca getiri aranmaz. Bu durumda esas görevlerini ihmal etmiyorlarsa ve bugüne kadar bu paylaşımlarından dolayı savundukları parti veya adaya bir kişi kazandırmışlarsa, varsın bunlar da yapsınlar.

Siyaseti amma profesyonel amma amatör kim yaparsa yapsın, bir yere kadar anlaşılabilir. Anlaşılmayan, garip karşılanan ve tartışmalara neden olan ise camilerde görev yapan din görevlilerinin partizanlık yapmasıdır. Burada, herkes siyaset yaparken din görevlileri yapamaz mı? Bunlar bu ülkenin vatandaşı değil mi? Bunların söz hakkı ve bu konuda söyleyecekleri olmasın mı itirazını dillendirenler olabilir.

Elbette, din görevlileri de bu ülkenin vatandaşıdır. Bunların da siyasi tercihleri vardır. Eş, dost ortamında görüşlerini açıklamalarının önünde bir engel yok. Cemaatinin siyasi görüşünü bilmesinde de bir sakınca olmayabilir. Hatta kendi profilinde tercihini de izhar edebilir. Her nerede, ne yaparlarsa yapsınlar ama camide, vaaz kürsüsünde, hutbede, cami havlusu ve müştemilatında ima ile bile olsa siyaset, kişi siyaseti ve particilik yapmamalıdırlar. Zira cami, kışla ve okul dışında siyasetin girmemesi gereken üçüncü yerdir. Çünkü parti demek hizip demektir. Hizipçiliğin olduğu yerde taraflar vardır. Tarafın olduğu yerde bölünmüşlük olur. Bölünmüşlük ise camide olmaması gerekir. Çünkü cami dediğimiz yer, Allah’ın evi kabul edilir ve ibadet yeridir. İbadete ise Müslümanlar gelir. Müslümanlar tekdüze midir? Değil. İçlerinde dindar, mütedeyyin olup caminin sürekli müdavimi olanları vardır. Ara ara uğrayanları vardır. Haftalık cumalarda ve bayram namazlarında uğrayanları vardır. Hatta münafık olanlar bile namaz kılmak için camiye gelebilir.

Camiye gelenlerin her birinin tek partiye veya tek adaya oy vermesi mümkün olmadığına, bu ülkede irili ufaklı yüz civarında parti olduğuna göre camiye her partiye oy veren cemaat gelebilir. Çünkü az veya çok dindar olsun, camiler bu milletin ortak değeridir. Düşüncesi ve siyasi fikri ne olursa olsun, herkese kapısı açıktır, herkesi cem eder. Az günahkarı da çok günahkarı da barındırır ve birleştirir. Görevlinin kürsü ve hutbede siyasi tercihe yönelik küçük bir iması bile cemaati böler, ikilik yaratır. Tartışmalara sebebiyet verir. Bunun yeri de burası değildir.

Gönlü bir aday veya partinin kazanması yönünde olsa bile görevlinin, partiler üstü davranmasında ve böyle görünmesinde cemaat birliği adına bir zaruret vardır. Din görevlilerinin bu konuda azami gayret ve hassasiyet göstermesinde fayda vardır. Camilerin her renk ve düşünceden insanı birleştirme misyonu vardır. Bu misyonu tartışılır hale getirmeye hiçbir din görevlisinin hakkı yoktur. Her şeye rağmen camide siyaset yapacaksa, ihsası reyde bulunacaksa, bu durumdakilerin sarık ve cübbeyi çıkarıp profesyonel siyasete soyunmasında fayda vardır. Bunun önünde de bir engel yoktur. Zira kim, ne diyebilir buna. Yok, bu işi Allah rızası için yapıyorlarsa, ne olur, Allah rızası için bunu yapmasınlar.

Burada din görevlilerinin çoğunu tenzih ederim. Bir siyasi tercihleri olsa da bunu camiye yansıtmıyor. Her camiada olduğu gibi bu meslek grubunda da camiye siyaseti girdirenler ara ara çıkıyor. Sözümüz de bunlaradır. 

21 Mayıs 2023 Pazar

Adaletin Böylesi

Geçen gün biriyle karşılaştım. Biraz lafladıktan sonra devlette görev yaparken kamudan ihraç edildiğini söyledi. 

Şimdi özelde mi çalışıyorsun dedim. Çalışmadığını söyledi. 

Niye dedim. 

Daha doğrusu çalıştırılmadım. İhraç olduktan sonra özelde çalışmak için iş aradım. Bir yer ile anlaştım. İstenen evrakı hazırlayıp teslim ettim ama olmadı. 

Niye olmadı dedim. 

Zorunlu hizmet yükümlüsü olduğum gerekçesiyle ismimin karşısında çentik olduğunu, bu süre bitinceye kadar özel sektörde çalışmamın mümkün olmadığı söylendi. Kalan süre de 450 gün imiş. Bu süre sona erinceye kadar çalışmam mümkün olmadı.

Bu demektir ki 450 gün boyunca çalıştırılmadın.

Aynen öyle. 

Bunun mantığı ne böyle? Olur mu böyle şey? Yanlışın olmalı. 

Mantık ararsan bulamazsın. Yanlışlık yok. 

Madem zorunlu hizmetini tamamlamadın. O zaman seni zorunlu hizmete gönderseydi. Başka türlü zorunlu hizmeti nasıl yerine getireceksin. Sakıncalı olduğun için diyelim ki görevden el çektirdi, zorunlu hizmete de göndermedi. Buraya kadar anlaşılabilir. Süren bitinceye kadar özel sektörde çalışmana mani olması anlaşılır gibi değil. Ne haddine. 

Bu anlaşılmaz dediğini kimseye anlatamadık. Zaten daha önce mevzuatta böyle bir yasak yokmuş. Daha önce ihraç olanlar ara vermeden özelde çalışmaya başlamışlar. Mevzuata bu madde sonradan eklenmiş. 

Peki, 450 gün çalışma yasağı olunca, haliyle çalışamadın. Bu süre zarfında geçimini nasıl sağladın? Çünkü az bir süre değil. Nereden baksan bir seneden fazla. Biz ay sonunu zor getiriyoruz. 

Az birikmişim vardı. Onunla idare ettik. 

450 günlük zorunlu hizmet yükümlülüğün bitmiş olmalı. 

Biteli çok oldu. Şimdi özelde çalışıyorum. Hoş, konan 450 günlük yasağı tam bitirmiştim ki Anayasa Mahkemesi, sonradan eklenen maddeyi iptal ederek bu yasağı kaldırdı. Yani bu yasak benden öncekilere ve benden sonrakilere vurmadı. Beni buldu. 

Rahatın nasıl?

İyi?

Özel sektör pek doyurucu ücret vermez. Hele bir de sakıncalı isen. 

Sakıncalı olmaya sakıncalıyım. Bu sakıncalılık devlet nezdinde ve bir kısım insan nezdinde. Kamuoyunun genelinde böyle bir şey yok. Ücrete gelince, dolgun değilse de ayağımı yorganıma göre uzattıktan sonra aldığım fazlasıyla yetiyor.

İşini kaybedince iş bulamayacağım endişesi taşıdın mı?

Rızkı verenin Allah olduğuna inanırım. Bir kapı açıyor mutlaka. Yeter ki çalışmak iste. 

Çalışmak istedikten sonra iş bulunur bulunmaya. Ama özel ama kamu. Fark etmez. Yalnız süreç bu anlattığın gibi ise çok vahim.

Sizin vahim dediğiniz birilerine göre olması gereken.

Kim, ne derse desin, bu süreç iyi yönetilmemiş. Devletin belli bir süre de olsa özel sektörde çalışmana mani olmasının izahı olamaz. Görüyorum ki birileri seni aç bırakarak açlıkla terbiye etmek istemiş. Bir diğer husus, Anayasa Mahkemesinin yaptığı. Sonunda bir yanlışa dur demiş ama iş işten geçtikten sonra. Buna bade harabil Basra denir. Gecikmiş adalet, adalet değil denir. Dur bakalım, senden başka bu şekil kaç kişi mağdur olmuştur. Halbuki Anayasa Mahkemesi bu tür mağdur olan sayısı bir kişi bile olsa, bekletmeden ivedi karar vermeli idi.

Susma hakkımı kullanıyorum. Zira bu dediklerinin toplumda en azından sesi gür çıkanların yanında bir anlamı yok. Ateş düştüğü yeri yakar. Yaktı, geçti gitti. Tuzu kuru olanlar bunu anlamaz.

Son sözün?

Ne diyeyim? Bu da bir imtihandı. Gördüğün gibi ayaktayım. Hayat yine devam ediyor. Ben bu imtihanı yaşadım. Başkaları da imtihandalar...

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Normalleşmenin Yolu

Ne Mesih ne mehdi ne de bir kurtarıcı beklemeli. Bu, dinen de siyaseten ve toplumsal olarak vb. böyledir. Bir kurtarıcı beklemek, geri kalmış ülke insanını avutma yöntemidir. Avunmak isteyen kurtarıcı beklemeye devam edebilir.

İnsanlığın kurtuluşu her alanda ortak akıl ve istişaredir ve sorumluluğuna göre herkesin taşın altına elini koymasıdır. Kişilere ihtiyaç duymayacak, kayırmacılığı ve ötekileştirmeyi önleyecek, tıkırında işleyen bir sistemi kurmak esas olmalıdır. Yönetenlerin görevi işleyen sistemde meydana gelen arızaları gidermek olmalıdır.

Kişi değil, ekip öne alınmalıdır. Her alanda bir sinerji demek olan ekip ruhu öne çıkarılmalıdır.

Her alanda rekabetin oluşması için alternatifler üretilmelidir. Alternatifin olmadığı ve üretilmediği yerde tekelleşme söz konusudur.

Kim, nerede, işini ne kadar iyi yaparsa yapsın, bulunduğu yerde uzun süre kalmamalıdır. Belli süre görevini yaptıktan sonra ya bir başka iş veya alanda değerlendirilmelidir ya da köşesine çekilmelidir.

Akla yatmayan hiçbir şeyde hikmet aranmamalı. Kim derse desin kim yaparsa yapsın, sorgulamak ilk prensibimiz olmalı.

Dünyanın döndüğünü, her alanda değişmeyen tek şeyin değişim olduğu bilinmeli, stabil kalınmamalıdır. Çünkü istikrar yerinde saymak, mevcudu korumak demektir. Ne geri gidilmeli ne de yerinde saymalı. Daima olumlu yönde değişim hedef olmalı. İki gün eşit olmamalı.

Kimse bulunmaz Hint kumaşı görülmemeli. 

Herkesin amacı işleyen bir sistemi oturtmak olmalı. Böyle olmalı ki bir şeylerin olması, kişi ya da kişilerin iki dudağı arasında olmamalı.

Sandığın önemli olduğun bilinmeli ama sandığın her şey olmadığı da göz ardı edilmemeli.

Seçilmişlik önemli. Seçilenin itibarını korumak için elden gelen yapılmalı. Ama seçilmişin vekil, asıl olanın ise asıl olduğu unutulmamalı. Seçilmiş, mevzuattan kaynaklanan yetkisini kullanmalı ama seçmene sandık dışında da hesap vermesi gerektiğini bilmeli.

Vatandaş hem sandıkta hem de sandık dışında denetim görevini yapmalı.

Kurum, kuruluş ve kamu adına iş yapanlar hakkında çıkan en küçük şayiada yargı hemen harekete geçmeli, iddiaları araştırmalı. Zanlı suçlu ise yargılanmalı, değilse saklanarak görevine geri dönmeli.

Yargı bağımsız bir şekilde görevini yapmalı. Hiçbir yerden emir almadan millet adına karar vermeli. Verdiği kararlar kamu vicdanında makes bulmalı. Kestiği parmak acımamalı.

Haksızlık kimden gelirse gelsin, topyekun tepki gösterilmelidir.

İstifa mekanizması yerinde ve zamanında işlemeli, işletilmelidir. En ufak bir ihmal durumunda sorumlu üst yönetici istifa etmelidir.

19 Mayıs 2023 Cuma

Faiz ve Riba (2)

Tasvip etmediğim, bugüne kadar yatırıp çekmediğim kredi hakkında ikinci kesimin görüşüne sıcak baktığıma, öyle zannediyorum, bu düpedüz faizdir diyenlerimiz çıkacaktır. Bu arkadaşların bir hassasiyet gösterip bugünkü banka faizlerine karşı çıkmasını anlıyorum. Bunlara asli ihtiyaç olan ev, araba türünden bir malı, elinde birikmiş parası yoksa ya da ailesi destek vermezse bugün kaç kişi ev bark sahibi olabilir? Buna da kimse ev bark sahibi olacak değil, kirada otursun şeklinde bir yol gösteriyorlar. Haydi borç veren desen, borç vermeye de yanaşmıyorlar. Sonra kaç kişi bir ev parasını borç verir günümüzde? Kişi kirada oturmaya kalksa, bugünkü enflasyonlu hayatta ev kiraları asgari ücretlinin maaşını solladı geçti. Yani maaşıyla normal bir evde oturamaz. Bugün düşük kiraya oturanın kira artış zamanı geldiğinde, ev sahibinden kaç lira zam duyacağını kestirmek mümkün değil. Devletin kiralar yüzde 25 artış şartını, devletin kendi kurumları uygulamıyor ki ev sahipleri uygulasın.

Mesele sadece ev sahibi olmak için kredi gerekmiyor. Düşünün ki kişide müteşebbis bir ruh var. İşyeri açacak ama sermayesi yok. Bu kişiye kaç kişi uzun vade borç verir. Bu kişi ya kredi çekip işini kuracak ya da bir başkasının yanında düşük bir maaşa çalışacak. Bu durumda sıcak bakmadığımız krediden başka yol kalmıyor.

Burada bu ekonomik sistemi biz kurmadık. İslam’ın ekonomi sisteminde faiz yok, enflasyon yok denebilir. İslami bir sistem olsa da enflasyon olmayacak diye bir durum olamaz. Çünkü kendi kendine yeten bir ülke veya cari fazlası veren bir ülke olacaksın ki enflasyon diye bir derdin olmayacak. Kısaca İslami bir ekonomik sistemde de enflasyon olur. Bunu şimdilik bir tarafa bırakalım. İşyeri açacak ve işini kuracak bir kişi, sermayeyi nereden bulacak? Bugün adına faizsiz sistem dedikleri finans kurumlarının verdiği borç para krediden ve faizden ne derece uzak. Bunu herkes bilir ki bugünkü finans kurumları kelime oyunuyla bankaların yaptığı faiz işlemini yerine getiriyor.

Kim ne derse desin, bugünün Müslümanların faiz konusunda ikilem yaşıyor. Ki bu sorun sadece günümüzde değil, Osmanlı zamanında da sorun olmuş. Para vakıfları aracılığıyla belli bir yüzde faizin cevazına fetva verilmiştir.

Amacım, bugünkü banka kredilerini meşru göstermek değil ise de banka faizinden uzak duran Müslümanların, ekonomi hayatında varlık gösteremedikleri de bir gerçek. Zengin, kendi kendine yeten, işinde başka insanlara iş veren işletmelerimiz olsa, fena mı olur? Kaç kişi ekmek yiyebilir buradan.

Bir diğer örnek vermek istiyorum. Diyelim ki birinden bu enflasyonlu dönemde 10 bin lira borç istedim. Adam karzı hasen dedi, bana borç verdi. Ben bu parayı üç yıl sonra denkleştirebildim. Üç yıl sonra alacaklıya aynı parayı vermem, borcu ödediğim anlamına gelir mi? Para meblağ olarak aynı olsa da paranın üç yıl önceki alım gücüyle, üç yıl sonraki alım gücünün aynısı olmadığını hepimiz biliriz. Para en azından yüzde otuz, yüzde kırk değer kaybetmiştir. Borcunu ödediğim kişi bir daha ihtiyacım olduğunda bana borç verir mi? Çünkü borç verenin de borç alanın da zarar görmemesi lazım. Bu durumda adama ya enflasyon oranı kadar para vereceğim. Yani paranın değerini vereceğim. Enflasyon farkının alınabileceği caiz dense de buna caiz değil diyenler de var. Bu durumda bana borç verecek kişi ya altın ya da döviz cinsinden borç vermesi lazım. Sık sık devalüasyonun olduğu günümüzde kaç kişi bu yolla borç altına girmek ister?

Hasılı, duyarlı Müslümanların günümüz faiz ikileminden kurtarılması gerekir. Bunun için de günümüz banka kredilerinin cahiliye dönemindeki tefeci faizi olmadığı izah edilmelidir.

Günümüz bankalarının faiz oranlarını aracı kurum ya da komisyoncu gibi görmek lazım. Bankalar bir taraftan vadeli mevduat toplayıp onlara faiz verecek. Topladığı bu parayı bir başkasına daha yüksek oranla faiz olarak verecek. Bankalar bunu yapmak zorunda. Başka türlü ayakta duramaz. Banka bu işi yaparken onlarca kişiye istihdam sağlıyor. Burada bankalar çok kazanıyor denebilir. Unutmayalım ki hiçbir işletme karsız ve kazanmadan bir yer açmaz.

Faiz ve Riba (1)

Faiz yiyenler, kıyamet günü kabirlerinden, başka türlü değil, ancak şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacaklardır. Bunun sebebi, “Alış-veriş de tıpkı faiz gibidir” demeleridir. Halbuki Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, önceden aldıkları kendisine aittir. Artık onun hakkındaki kararı Allah verecektir. Kim de yeniden faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemin yoldaşlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır. (Bakara Süresi, 275)

Allah, malı artırdığı sanılan faize bereket vermez ve onu eksilte eksilte sonunda mahveder. Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez. (Bakara Süresi, 276)

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. Eğer Allah’a gerçekten inanıyorsanız, faizden doğan, ancak henüz tahsil etmediğiniz kazançları almaktan vazgeçin. (Bakara Süresi, 278)

Eğer faizcilikten vazgeçmezseniz, artık Allah ve Resul’üne karşı savaş açtığınızı, onların da size savaş açtığını bilin. Eğer tövbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz. (Bakara Süresi, 279)

Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. (Ali İmran Süresi, 130)

Bir de kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve haksız yollarla insanların mallarını yemeleri yüzünden. İçlerinden kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık. (Ali İmran, 161)

Yukarıda verdiğim ayetler Kur’an’da geçen riba ile ilgili ayetler: “Faiz yiyenlerin ‘kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacakları’, ‘faizin bereket getirmediği, aksine malı eksilteceği’, ‘faizden doğan fakat tahsil edilmeyenlerden vazgeçilmesi gerektiği’, ‘Vazgeçmeyenlerin Allah ve peygamberine savaş açmış olduğu’, ‘Tövbe edenlerin anaparaları kendilerinin olduğu’, ‘Kat kat faiz yemeyenlerin kurtuluşa ereceği’, ‘Faiz almaları ve insanların haksız malını yemeleri sebebiyle can yakıcı azabın hazırlandığı’ ifade ediliyor.

Adına nema ya da riba denen günümüzde hepsine birden faiz adı verilen faiz insanlığın baş belası.

Burada üzerinde duracağım husus, her fazlalık ya da hepsine birden faiz adı verilen faiz Kur’an’da yasaklanan faiz midir? Geçmişten beri bu konuda iki tür tartışma yapılıyor. Bir kesim -ki bu kesim çoğunluktadır- bir kuruş da olsa her fazlalık faizdir ve yasaktır. İkinci görüşte olan kesim ise Kur’an’da yasaklanan faizin riba olduğunu, bunun da tefeci faizi olduğunu, günümüzde bankaların verdiği mevduat faizinin riba olmadığını, almanın ya da vermenin Kur’an’ın kastettiği faiz olmadığını söylüyor.

İkinci kesimin günümüz faizinin faiz olmadığı yönündeki görüşü, çoğunluk tarafından tasvip edilmese de bankadan mevduata para yatırmaya, kredi çekmeye sıcak bakmasam da bana makul geliyor ve üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Çünkü günümüz bankacılık kredi faizi kat kat değil. Bir diğer husus, banka ile kişi arasında yüzde kaç faiz ve kaç yılda ödeneceği, aylık kaç liraya tekabül ettiği anlaşması yapılıyor. Bu anlaşmaya göre banka faizi artsa da azalsa da anlaşma geçerliliğini koruyor. Banka ver paramın hepsini demiyor. Belli bir süre taksit ödenmediği takdirde, banka belirli şartlarda haciz işlemi başlatabiliyor. Halbuki Kur’an’ın yasakladığı riba da ise oran yok, süre yok. Borç veren tefeci, çıkar paramı ya da vade geldiği takdirde ödenmediği takdirde borcu kat kat yükseltebiliyor. Borçlunun elinde avucunda ne varsa, zorla el koyabiliyor. Yani borç verenin lehine, borç alanın aleyhine olan orantısız bir alavere söz konusu. Kur’an’ın teşbihlerle şiddetli bir şekilde yasak ettiği faiz de bu olsa gerek.

Diderot Etkisi ve Eşyanın Kölesi

“Denis Diderot (1703 – 1784), ünlü bir Fransız yazar ve filozoftur. Aydınlanma Çağı'nın en önemli kişilerinden birisi olarak kabul edilir. Fransız Devrimi'ni hazırlayan düşünsel gelişmelerde katkısı vardır. Yeni felsefi ve bilimsel düşünceleri ve bilgileri Avrupa’ya yaymak amacıyla Jean Le Rond D’alembert ile birlikte yazdığı Ansiklopedi en çok bilinen eseridir.

Diderot, büyük borç altına girmiş ve paraya ihtiyacı en üst düzeye çıkmışken 1765 yılında Rus İmparatoriçesi Büyük Catherine, sanat ve bilimin koruyucusu olarak, Diderot’nun kütüphanesini satın aldı ve hemen sonra o kütüphaneyi yine Diderot’ya bıraktı. Böylece Diderot’nun eline önemli bir miktar para geçmiş oldu. Catherine bununla da yetinmeyip 25 yıllık maaşını peşin vererek Diderot’yu kütüphanecisi olarak işe başlattı.   

Diderot, eline geçen bu büyük parayla öteden beri almayı düşünüp de alamadığı kırmızı pahalı bir sabahlık aldı. Sabahlık o kadar görkemliydi ki Diderot evdeki eşyaların ona uymadığını fark etti ve başladı eşyalarını sabahlığına uygun olacak yenileriyle değiştirmeye. Her değiştirmede diğerleriyle uygunsuzluk daha da arttı ve ötekileri de yenilemeye başladı. Sonunda kendisini, evdeki bütün eşyaları yenileriyle değiştirmiş ve yeniden borçlu duruma düşmüş olarak buldu.

Diderot, bütün bunlardan sonra “Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık” başlıklı bir yazı yazdı ve içine düştüğü tüketim çılgınlığını şu cümlesiyle ifade ediyor: Eski sabahlığımın efendisi iken yeni sabahlığımın kölesi oldum.” (Mahfi Eğilmez).

1700 ve 1800 yıllarda yaşanan ve kişiyi borç batağına sürükleyen bu alışveriş çılgınlığı günümüzde hız kesmeden devam ediyor.

Diderot Etkisi adı verilen bu alışveriş çılgınlığını okuyan nicemiz böyle de olmaz, iyi ki ben böyle değilim dese de aslında çoğumuz alışverişte Diderot’u aratmayız. Belki Diderot kadar ödeyemeyecek kadar borçlanmasak da ihtiyaç veya değil, alışverişe devam ediyoruz. Giyim kuşam üzerine yaptığımız alışverişi saymıyorum. Mutfak alışverişinden bahsetmiyorum. Evdeki bir eşyayı değiştirince tümden değiştirme gibi bir lüksümüz var. Yeter ki bir mobilya değiştirelim. Ardından renk uyumu olacak diye perde, halı vb. alışverişler takip ediyor. Nasılsa kredi kartına taksit olduktan sonra bayılırız ev eşyamızı değiştirmeye. Ömrün çoğunu bu şekil ileriye doğru borçlanarak geçiriyoruz.

Tam her şeyi yeniledim. Borçları kapattım derken aldıklarımız demode olunca sil baştan ev eşyasını yenileme yeniden başlıyor.

Sizin böyle bir tüketim çılgınlığınız olmasa da evinize gelen eş dost, bu buraya olmamış demek suretiyle sizi alışverişe mecbur bırakıyor. Güya iyilik yapmış oluyorlar.

Bir diğer alışveriş çılgınlığımız da indirim ve kampanya dönemlerinde kendisini gösterir. Yazlık ve kışlık sezon indirimleri ihtiyacımız olmadığı halde bir bakmışsınız, kendinizi alışveriş mağazalarında bulabiliyorsunuz.

Tüm bu olup biteni Diderot, “Eski sabahlığımın efendisi iken yeni sabahlığımın kölesi oldum” şeklinde özetliyor. Kabul etsek de etmesek de her birimiz daha mutlu olacağız daha konforlu yaşayacağız diyerekten eşyanın kölesi olup çıkıveriyoruz. Reklamlar ve çevre bizi maalesef köle olmaya teşvik ediyor. Keşke alışveriş yaparak mutlu olabilsek, eh mutluluk için değer diyeceğim. Maalesef hepimiz biliyoruz ki eşya mutluluk getirmiyor.

18 Mayıs 2023 Perşembe

Her Şey İsrail'in Güvenliği İçin miydi Yoksa?

1948 yılında başka ülkelerden getirilen Yahudilerle Orta Doğu’da suni bir devlet olarak dayatılan İsrail, Doğu Akdeniz kıyısındadır. Batısında Akdeniz, kuzeyinde Lübnan ve Suriye, doğusunda Ürdün, güneybatısında Sina Yarımadası ve Gazze vardır. Ülkenin güneyi ise Necef Çölü'nden ibaret.

Bu devleti tanıyan İslam ülkeleri olduğu gibi tanımayanlar da var. Tanımayan İslam ülkeleri: “Afganistan, Cezayir, Bangladeş, Brunei, Çad, Komorlar, Cibuti, Gine, Endonezya, İran, Irak, Kuveyt, Lübnan, Libya, Malezya, Mali, Fas, Nijer, Umman, Pakistan, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Suriye, Tunus ve Yemen.”

Tanıyanlar ise “Azerbaycan, Bosna-Hersek, Burkina Faso, Arnavutluk, Fildişi Sahili, Mısır, Eritre, Gambiya, Gine-Bissau, Ürdün, Kazakistan, Kırgızistan, Moritanya, Senegal, Güney Sudan, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri.”

Komşularından Lübnan ve Suriye İsrail’i tanımamış. Gazze tarafında Hamas var. Geriye çöl, deniz ve Ürdün kalıyor. Bir de kendisini tanıyan Sina Yarımadası tarafında Mısır var.

Komşularının ve bölgenin çoğunun tanımadığı İsrail, 1948’den bugüne dimdik ayakta olduğu gibi gücüne güç katarak güçlenip yerleşiyor. Normal şartlarda komşularının çoğunun tanımadığı bir ülke ayakta duramaz.

İsrail ayakta durduğu gibi kendisine zaman zaman tehdit olan ya da İsrail’in tehdit gördüğü devletler bugün can çekişiyor. Saddam’ın Irak’ına, baba Esed’in Suriye’sine, Kaddafi’nin Libya’sına devlet demeye bin şahit lazım. İran ve Suriye’nin desteğiyle zaman zaman İsrail’e korku veren Lübnan Hizbullah’ının hiç sesi çıkmıyor. Ülkesinde birçok Filistinliyi barındıran Ürdün İsrail için hiçbir zaman zaten tehdit olmadı. İsrail’e tehditler savuran İran ambargo ile cebelleşiyor. Hoş, ambargo yokken bile gürlemesiyle kaldı hep.

Her İsrail-Filistin gerginliğinde Türkiye, Filistinlinin yanında yer aldı. Yüksek perdeden İsrail’i eleştirdi. İsrail’i telin mitingleri yapıldı. Sonuçta İsrail daha da pervasızlaştı.

Tüm bunlar ve tepkiler İsrail’i durdurmadığı gibi İsrail kafasına koyduğunu yapmaktan geri durmadı. Üstelik kaç ramazandır eften püften bahanelerle elinizden geleni ardınıza koymayın dercesine Filistinliye ramazanı zehir etmekte. Kudüs’ü başkent ilan etti. Tampon bölge Golan Tepelerini de sınırlarına kattı. Bugün devlet olma özelliğinden uzak Suriye, Irak, Suriye, Lübnan ve Libya’ya girmek istese, önünde duracak bir devlet yok. Çünkü bu devletler en güçlü zamanlarında Arap İsrail 6 gün savaşlarında İsrail’e yenilmişlerdi.

Tunus’ta başlayan, Mısır, Suriye ve Libya şeklinde devam eden, adına Yasemin Devrimi denen yönetim değişikliklerinin de bugünden bakınca İsrail’in güvenliği için yapıldığı anlaşılıyor. Çünkü bu ülkeler istikrarsızlaştırınca orta yerde İsrail’e tehdit olacak bir güç kalmadı.

Öyle zannediyorum, bir zamanlar Büyük Ortadoğu projesi denilen şey de İsrail’in güvenliği içinmiş. Ülkelerin ve ülke liderlerinin niyetini bilmiyorum ama tüm bağırıp çağırmalar, tehdit ve eleştiriler İsrail’in daha fazla yayılmasına ve iyice yerleşmesine katkı sağladı. Aklım almıyor ama bilerek veya bilmeyerek her yapılan İsrail’e yaradığına göre acaba her şey ve herkes İsrail’in güvenliği için mi çalışıyor diye düşünmeden edemiyorum.