31 Ocak 2021 Pazar

Kur'an ile İmtihanımız *

Bir konunun daha iyi anlaşılması ve akıllarda kalması için hayatın içinde bazen fıkraya, hikaye/kıssaya, mesele ve temsile başvurulur. Anlatımlarda ibret alsınlar diye Kur’an da çoğu zaman kıssalara yer verir. Bu yol ile kıssadan hisse almak murat edilir. Çünkü kıssalar taşı gediğine koyar ve anlatımlarda fazla söze hacet kalmaz. İmamı Gazali de temsili bir hikayeye yer verir. Birlikte okuyalım:

“Bir ağanın bir çiftliği varmış. Çiftlikte de bol sayıda maraba. Ağa ve marabalar, çoluk çocuk beraberce burada yaşıyorlarmış. Ağa, çok iyi bir insanmış. Çiftlikteki herkes, onu çok severmiş.

Bir gün ağa, kâhyayı çağırmış ve demiş ki: Ben bir sefere çıkacağım. Döner miyim, dönmez miyim; dönersem ne zaman dönerim bilmiyorum. Bu çiftliğin işlerinin nasıl yürüyeceğine dair bir talimatname yazdım. Her sabah kahvaltıda, vekilim olarak benim yerime sen oturacaksın ve bu talimatnameyi marabalara okuyacaksın, öylece işlerine başlayacaklar. Dönersem bu çiftliği aynen böyle bulmak istiyorum. 

Gece yarısı ağa, çiftlikten ayrılıp gider. Sabah kahvaltısında kâhya, ağanın yerine oturur ve ağanın sefere çıktığını ve bir talimatname bıraktığını söyler ve başlar talimatnameyi okumaya. Talimatnamede, çiftlikte günlük yapılması gerekenler yazılıymış. 

Günler geçip özlemler arttıkça, ağadan kendilerine hatıra kalan talimatları akşamları da okumaya başlarlar. Dinlerken ağlaşırlar, ağayla aralarında geçen hatıraları yâd ederler, bana şunu demişti, şunu yapmıştı vs...

Sonunda talimatnameyi, çocuklarına ezberletmeye karar verirler. Ve çiftlikte ağanın talimatnamesinin hafızları oluşur. Bir gün biri çıkar ve der ki: Çocuklarımıza ağanın mektubunu güzel okuma yarışması yaptıralım”. Yarışma yaptırılır. 1. 2. 3. gelen çocuklara ödül verilir.

Ağa, yıllar sonra günün birinde dönüp gelir. Fakat çiftlikten eser kalmamıştır. Hiç kimse talimatnameye uymadığı, işleri yapmadığı için çiftlik tarumar olmuştur; fakat talimatname yazılı olduğu, ezberlendiği, yarışma malzemesi yapıldığı ve güzel okuma seansları düzenlendiği için unutulmamıştır.”

Şimdi arkamıza yaslanalım. Bu hikayeyi zihnimizden bir daha geçirelim. Sanırım bu hikaye ile Gazali’nin ne anlatmak istediğini anlamışızdır. Her ne kadar konu anlaşılmış ise de bu konuda birkaç kelam etmek isterim. Malumunuz bu ülkede Kur’an okumayı bilenlerin sayısı, bilmeyenlerden daha fazladır. Çünkü Anadolu insanı, daha ilkokulda iken Kitabımızı okusun diye çocuğunu camiye, Kur’an Kursuna, İHO/İHL’ye; vakıf, dernek ve cemaatlerin açtığı kurslara gönderir. Ortaokul ve liselerde seçmeli ders olarak Kur’an-ı Kerim dersini seçtirir. Çoğu insanımız, hafız yapmak için çocuğunu bir yıl okula göndermez. Kimi liseyi dışarıdan bitirme yolunu seçer. Bu yol ile öğrenci, lise dersleri sınavlarına dışarıdan girerken değişik platformlarda hafızlık yapar. Son yıllarda Kur’an hafızlarının sayılarını artırmak ve hafız olanların hıfzlarını unutmamalarını sağlamak amacıyla hafız İHO ve hafız İHL okulları açılmıştır ve açılmaya devam etmektedir. Ramazan aylarında hafızlar hafızlıklarını sağlama yoluna giderken yüzünden okuyanlar da günlük 20 sayfa okumak suretiyle ramazan bitimi hatim inerler. Hatimle teravih kıldıran camilerimizin sayısı az değil. Biri vefat eder etmez ardından cüz dağıtmak suretiyle hatim okuturuz. Sosyal medyada bir konuyla ilgili ayetlere yer veririz. Çoğu zaman tezimizin doğruluğunu ispatlamak için ayetlere atıf yaparız. Okullarda Kur’an’ı Kerim’i güzel okuma, hafızlık ve ezanı güzel okuma yarışmaları yaparız. Son yıllarda ramazan aylarında TV ekranında Kur’an’ı güzel okuma yarışmaları da düzenliyoruz.

Hasılı, gecemiz gündüzümüz, ömrümüz Kur’an’la geçiyor. Onu (talimatlarını) daima okuyoruz. Nedense tüm bu iyi niyetli uğraşlarımıza rağmen Kur’an’ı hayatımıza tatbik edemedik ve dilimizden düşürmediğimiz Kur’an’ı tıpkı hikayede anlatıldığı gibi tarumar ettik. Maalesef bu durum sadece bize mahsus değil, ta Gazali zamanında da böyle imiş. Demek ki sadece bugün değil, dün de kâl ehli* imişiz vesselam!

*Sadece lâfını eder, konuşur ama yapmaz; teori sağlam gözükür, pratikleri sıfır.

*05/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

29 Ocak 2021 Cuma

Yol Arkadaşım


Ben giderim, o gider. Ben dururum, o durur. Bilin bakalım, bu ne?

Bilemediniz. Zira cevap, gölge değil. Resimdeki köpek efendim.

Bu köpek öğle arası yürüyüş yaparken hiç havlamadan sinsice arkama yaklaştı. Hoşt dedim, geri geri kaçar gibi yaptı. Sonra peşim sıra yine geldi. Ben gittim o gitti. Ben durdum o durdu. Tekrar hoşt dedim. (Hayvanseverler kusura bakmasın!) Gerisin geriye dönüp gider gibi yaptı. Sonra peşimden yine geldi.

Baktım zararsız. Sesimi çıkarmaz oldum. Zaten nafile. Yanımdan ayrılacağı yok. Bırakıverdim kendi haline. Kah arkamdan geldi kah benimle aynı hizada yürüdü kah önüme geçti. Bazen de tarlaların içinden dolaştı, tekrar peşime takıldı. Ben kendisini sevmesem de o beni sevdi gayri. Belli ki beni tanımıyor. Tanısa sevmezdi zaten.

Hasılı muhteşem bir ikili olduk ve öğle arasını birlikte geçirdik. Birlikte 6 binden fazla adım attık.

Cuma için abdest almak üzere daireye girince kayboldu. Ya birlikteliğimiz buraya kadar dedi ya da sen camiye gideceksin. Benim namazda gözüm yok. Zira beynamazın birisiyim dedi. Namaz sonrası bir daha görmedim. Acaba köylü, git şunu takip et, ne yapacak bir bak mı dedi. Baktı ki kendi halimde yürüyorum. Zararsız dedi, çekti gitti.

Cuma namazına geldiğimde imam da hayvan haklarından bahsetti. Acaba köpeğe hoşt dediğim için böyle bir hutbe mi seçildi? Benim için manidar oldu.

Bu arada buranın köpeği, yaklaşık bir saat benimle dolaştı. Hiç havlamadı. Sinsice yaklaşsa da sinsiliğini görmedim. Onun sinsiliği de benim sinsiliğe benziyor. Olur olmaz havlayarak da kendini yormadı. Hasılı Aşkan Mahallesinin, bahçede bağlı veya duvar gerisinde salık köpekleri gibi değildi. Aşkan'ın köpeklerini bir görseniz, yoldan geçerken geçme buradan, ne işin var burada dercesine avazı çıktığınca bağırıyor. Hele iki ayağını duvara tırmandırıp ah bir çıkabilsem, ben sana gününü gösteririm dercesine arka arkaya havlamaları, havlama sesini duyan diğer köpeklerin de tempo tutup havlamaya eşlik etmeleri yok mu? Sanki yedik yollarını. Efendileri de bizim köpek görevini iyi yapıyor, baksana her gelenden haberdar ve kimseyi geçirmiyor diye sevinir durur.

"Aslî Görevim Değilmiş!" *

Biri geldi yanıma. Her zamanki gibi şen şakrak değildi. Yüzünde bir şaşkınlık ve tedirginlik vardı. Neyin var, dedim. Yok, bir şey dese de vardı bir şeyler. Sakıncası yoksa anlat, rahatlarsın, dedim. Yine sessizlik. Üstelemedim. Çaylarımız geldi, yudumlarken konuşmaya başladı:

"Altı-yedi yıl öncesiydi. Bir dostum, gazetesinde güncel konulara dair yazmamı istedi. Şaşırdım buna. Köşe yazarlığı ve ben… Ne kadar da yabancıyız birbirimize. Bunun için öncelikle bilgi-birikim, ardından cesaret gerek. Kusura bakma! Olmaz, dedim. Ciddiye almadığım bu teklifi gazete sahibi birkaç defa daha tekrarladı. Bir iki sene olmaz dedikten sonra olmazsa yazayım bari. Yalnız biliyorsun ben, devlet memuruyum. Tam bilmiyorum ama sanırım kurumumdan onay almam gerek dedim. Hangi günler yazacağımı belirledikten sonra kurumuma geldim. Yardımcıma durumdan bahsettim. Yardımcım, "Yazacaksınız ama 'Gazetede yazmak için onay almak üzere yazışma yapılmaması' yazısı geldi" dedi. 

Ertesi günü yazının altında imzası bulunan şube müdürünün makamına çıktım. Kendisinden çıkan yazıdan bahsettim. Bunu anlamakta zorlanıyorum. Onay vermeyebilirsiniz, gazetede yazmanızı uygun görmüyoruz diyebilirsiniz. Ama öncesinde onay için yazı gönderilmemesi yazınızı anlayamadım dedim. "Bizlik bir şey yok. Kaymakam böyle istiyor." dedi. Kendisine ben yazmak için söz verdim. Bu durumda onaysız yazacağım, dedim. O da "Kendin bilirsin. Kurumla ilgili yazmayacaksan, özel ve gizli bilgilerden bahsetmeyeceksen, yazmanda bence de sakınca yok." dedi.

Uzatmayayım, gazetede onay almadan önce haftada bir, ardından iki ve üç gün olacak şekilde yazmaya başladım. Sonra dört güne çıkardım. Kelime hazinem, bilgi ve birikimim el verdiği müddetçe bu süreçte her konuya değindim. Yazma serüvenim beş yılı geçti. Bu zaman zarfında ne kurumumdan ne gazetemden ne de toplumdan bir tepki gördüm. Hatta yazılarımı takip edenlerden olumlu tepkiler aldığımı söyleyebilirim. 

Bir gün çalıştığım kurumun basın işlerine bakan yeni şube müdürü, "Gazetede yazıyorsun ama onayın var mı? Geçen gün kurum amirimiz sordu" dedi. Hayır, yok dedim. Önceki süreci anlattım. Onay alayım mı dedim. "Alsan iyi olur" dedi. 

Bir iki hafta sonrası, çalıştığım kuruma giderek "Asli görevimi ihmal etmemek şartıyla falan gazetede şu şu konularda yazı yazmak istiyorum" şeklinde bir dilekçe verdim. Sonuç ne oldu dersen, inanmazsın ama dilekçeme, "Gazetede yazmanız asli göreviniz olmadığı için uygun görülmemiştir." cevabı verildi. İnanmam deme! Durum aynen böyle oldu. Onay isterken siyasi yazılar yazacağım desem, uygun görmemekte haklılar. Kurumla ilgili bilgi vereceğim desem, özel ve gizli bilgiler açıklanamaz. Buna da onay verilmez. Basına bir konuda açıklama yapacağım desem, devlet memurunun izin almadan basın açıklaması yapması zaten yasak kapsamında. Aslında yapmaları gereken, "Asli görevini ihmal etmemek, siyasi yazılar yazmamak, kurumla ilgili özel bilgilere yer vermemek şartıyla gazetede yazmanızda sakınca yoktur" şeklinde bir cevap vermeleriydi. Garibime giden bir başka husus, "Asli görevim" olmadığını gerekçe göstermeleri. Mübarekler! Yazmak asli görevim olsa sizden niye onay isteyeyim. Öyle değil mi? İşin garibi, çalıştığım kurum, çalışanlarını okumaya ve yazmaya yöneltmek, yüksek lisans ve doktora yapmamız için teşvik ediyor. Yönetici olmak için müracaat edenlere ilave puan veriyor. Zaman zaman "İlinizde yazarlık yapanların ismini gönderin" şeklinde yazı gönderiyor. Bakanlık böyle düşünürken ilin sorumluları ne olur ne olmaz deyip onay vermeye yanaşmıyor. Aslında suç onlarda değil, bu konuda onlardan onay isteyende. Ki bu konuda onay almak gerekli mi değil mi, bunu da bir düşünmek lazım. Çünkü yaptığım basın açıklaması değil, yazı yazmaktır. 657 Sayılı Kanun, basına demeç vermeyi izne bağlarken gazete köşesinde yazı yazma konusunda bir yasağa yer vermemiş. Haliyle izin almaya da gerek yok diye düşünüyorum. Şayet böyle olsaydı, yani izin gerekseydi, sosyal medyada yazılıp çizilen, paylaşılan ve yazıların altına yapılan yorumlar izne tabi olması gerekirdi. Bugün sosyal medyayı kullanan o kadar çok devlet memuru var ki bunların hangi biri bu işi onayla yapıyor? İçlerinde bir partinin lehine veya aleyhine paylaşımlarda bulunan niceleri var. Bütün bunlar, devlet memuruna siyaset yapma yasağı varken yapılıyor ve yasağa rağmen kimsenin başına bir şey gelmiyor ve arkadaş! Sen ne yapıyorsun da denmiyor. Burada sorun, fiilen yaptığını onaya bağlamada sanki. Sorduysan olmaz denir. Çünkü hiçbir sorumlu sorun istemez. Bu demektir ki sormayacaksın ve "asli" olmayan işini göz göre göre yapacaksın. 

Bundan sonra ne yapacaksın dersen, hiç beklemedim bile. Daha önce bir başka gazetede de yazarken kullandığım müstear bir ismim vardı. Hiç ara vermeden müstear isimle yazılarıma devam ediyorum. Maksat yazmak değil mi? Ha asıl ismimle ha müstear, ne fark eder. “Asıl görevin değil” diyerek asıl ismime onay vermeyenler de bir köşe yazısına onay vermedik, biz ne kadar önemli bir yerdeyiz, biz onay vermeden kimse yazamaz diye kafalarını kuma gömüp kendilerini tatmin edip dursunlar. Bu arada, aynı durumda olan herkese onay vermeseler, bunlar prensip sahibi. İçime sinmese de prensiplerine saygı duyarım diyeceğim ama öyle değil. İstediklerine yazması uygundur onayı veriyorlar, istemediklerine de "Asli görevin değil" diyorlar. Merak ediyorum, onay verdikleri kişiler, halihazırda asli görevlerini mi yapıyorlar?  Demek ki adamına göre muamele yapıyorlar. Yesinler bunların adalet anlayışını!"

Tanıdığım köşe yazarı "yok bir şey" demişti. Bu kadar konuştuğuna göre varmış demek ki bir şeyler. Gördüğünüz gibi susmak bilmedi. O kadar doluymuş ki konuştukça konuştu ve içini boşalttı. Olan da bana oldu. Çünkü konuştuklarını dinlemek ve sonrasında yazıya dökme işi bana kaldı.

*01/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Ocak 2021 Perşembe

Yoksa Ayakta İşeyenlerden misiniz? *

Kamu kurum ve kuruluşlarda, herkesin gelip geçtiği ve insan yoğunluğunun olduğu yerlerde, büyük iş merkezlerinde, insanların WC ihtiyacını gidermesi için yapılan kadın ve erkek tuvaletleri olmazsa olmazımızdır. Zira önemli bir işlevi yerine getirmektedir.

Eski WC’lerde alaturka tuvaletler vardı. Son yıllarda engelli, çömelme sorunu yaşayanlar ve tercih edenler için alaturka tuvaletlerin yanında klozet dediğimiz alafranga tuvaletlere de yer verilmeye başlandı. Tercihim, alaturka tuvaletlerden yana olsa da alafranga tuvalet alternatifi de güzel bir uygulama.

Umum tuvaletlerindeki alternatif bununla sınırlı değil. Bir de erkeklerin kullandığı, duvar kenarına yerleştirilmiş sidiklikler var. Buna pisuar deniyor.

Bir umum tuvalete giren, ihtiyacını ister alaturka ister alafranga ister pisuar yoluyla giderebilir. Gördüğünüz gibi hizmette sınır yok anlayacağınız.

Bu üç alternatiften, alaturka usulünü anlıyorum. Zira geçmişten günümüze değişik mimaride evlerimiz yapılsa da Türk usulü tuvaletler halen geçerliliğini koruyor ve kullanılıyor. Bu usulün yanında klozetler de bir ihtiyaç olarak evlerimizin banyolarında yerini almaya başladı. Buna da eyvallah. 

Umum tuvaletlerde yer verilen ayakta işeme yerlerine siz nasıl bakarsınız bilmiyorum ama ben sıcak bakmıyorum. Umum tuvaletlerde pisuara ihtiyacını gideren birini görsem, tövbe ya Rabbi! Ne günlere kaldık derim. Hayretim, ayakta işemesine değil, tuvalet ihtiyacını kapalı kapının ardında gideren biri, lavabonun önüne gelerek elini yıkarken arka tarafta birilerinin ihtiyacını ayakta giderdiğini aynadan görebiliyor. Bu görüntüden sen mahcubiyet duyarken ayakta işeyen kişilerin rahatlığına derman yetmiyor. Demek ki alışmışlar herkesin gözünün önünde böyle ayakta işemeye.

Büyük konuşmayayım ama iyice sıkıştığımdan dolayı üzerime çişimi yaparım, herkesin gözünün önünde yanımda birileri varken kolay kolay pisuara giderek ihtiyacımı gidermem. İyice naçar kalırsam, başka da alternatifim yoksa WC’de kimsenin olmamasına özen gösteririm.  

Ayakta işemeye sıcak bakmasam da birileri bu işi ayakta yapacaksa, pisuarların herkesin gözünün önünde değil de kapalı kapıların ardında olmasında fayda var. Tuvaletlere kabin yapılırken klozet seçeneği gibi pisuar seçeneğine de yer verilebilir.

Pisuar ve ayakta işeme işini abarttığımı düşünebilirsiniz. Ben abarttığımı düşünmüyorum. Ne ara bu duruma geldik, anlamakta zorlanıyorum. Ki bu toplum, tuvalete giderken bile utana sıkıla“Lavabonuzu kullanabilir miyim? Lavabonuz müsait mi? Ayakyoluna gidiyorum. Ayakyolundan geldim. Hacet giderdim. Küçük abdestimi bozdum…” derdi. Böyle bir üsluptan alenen ihtiyaç gidermeye geldik.

Gözle görülür yerlerde ayakta ihtiyaç gidermeyi eleştirdim ama en az bunlar kadar hatta bunlardan daha fazla eleştiriyi, umum tuvaletlere pisuar yaptıranlar hak ediyor. Pisuar olmasa pisuar severler, “pisuar yoksa ben ihtiyacımı gidermem” demez. Gider, paşa paşa kapalı kapılar ardına, işini bitirir ve kimse de görmez.

Bilmeyenler için söyleyeyim: Kuytu yerlerde ayakta idrar yapma varsa da herkesin gözü önünde ihtiyaç gidermek kültürümüzde yoktur. Dinimiz de ayakta işemeye sıcak bakmaz. Üstelik ayakta işemelerde idrarın bir kısmının mesanede kalma durumu söz konusudur. Yine de tercih insanımızın.

Tercih onların ise de bizim de ayakta işeyenlerden istediğimiz, bu işi kuytu yerlerde yapmaları. En azından Victor Hugo’nun gösterdiği hassasiyeti onların da taşımalarıdır: “Yıl, 1887... Gazetecinin biri, Victor Hugo’ya soruyor: “Eserleriniz ve siz bugüne kadar çok olumlu eleştiriler aldınız, çok övüldünüz. Bunlar arasında sizi en çok hangisi hoşnut etti?” Hugo anlatıyor: “Karlı bir kış gecesiydi. Eş dostla yiyip içmiştik. Mesafe kısa diye evime yaya olarak dönüyordum. Fena halde sıkışmıştım. Hızlı adımlarla, malikânemin bahçe kapısına vardım. Kapı kilitliydi. Var gücümle uşağıma seslendim: İgooooooor!..
Defalarca haykırmama karşın İgor’un beni duyduğu yoktu. İdrar torbam Atlas Okyanusu büyüklüğüne ulaşmıştı. Altıma kaçırmak üzereydim. Yaşlılık işte... Çaresiz, bahçe duvarına yanaştım, etrafa bakındım, görünürde kimse yoktu, fermuarımı indirdim ve su dökmeye başladım. Tam o sırada arkamda bir at arabası durdu. Hiç kıpırdamadan, sessizce işimi görüyordum. Arabacı nefret dolu bir sesle ‘Seni haddini bilmez, buruşuk o... çocuğu! O kirlettiğin, Sefiller’in yazarı Victor Hugo’nun duvarıdır!‘ dedi.
İşte, hayatımda duyduğum en iltifat dolu söz buydu.” (Durmuş Odabaşı, Habertürk)

*30/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

24 Ocak 2021 Pazar

Kalıbı Kabalık Olanlar *

Birbirine benzese de beş parmağın beşi de bir değil. İnsanoğlu da böyledir. Nazik olanları olduğu kadar kaba olanları da var. Kaba olanların bir kısmı okudukça, insan içerisine girdikçe zamanla kibarlaşabiliyorken, bazıları vardır ki bunlara ne aile ne okul ne çevre ne makam ne şöhret fayda eder.

Bunlar nereye girdiklerini, kiminle konuştuklarını, içeride kimler olduğunu asla hesaba katmazlar.

Girerken ahıra girer gibi girerler.

Neyi, nerede, nasıl konuşacağını düşünmezler.

Bulundukları ortamda pot üzerine pot kırdıklarını akıllarına bile getirmezler. Üçüncü şahsın yanında sana saygı göstermedikleri gibi üçüncü şahsı da takmazlar. Biraz konuşmasına dikkat eder mi diye yanımızda falan amir var desen bile kendilerine yine çekidüzen vermezler. Hatta “Olsun, hiç mi amir görmedik” derler.

Ayıp mı ettik şeklinde asla kendilerini sorgulamazlar. Lügatlerinde nezakete yer olmadığı gibi empatiye de yer yok.

Kaba ve sabalıkta sınır tanımayan bu tipler, hitap ederken lan-ulan ile başlarlar. Ara konuşmalarını saymazsan yine lan-ulan ile bitirirler. Lan-ulan, bunlar için “şey” gibidir. Bilirsiniz, dağarcığımız yeterli gelmediğinde “şey” bizim imdadımıza hep yetişir. Hayretini ifade etmek için bile “Lan nâran (ne aran) sen burda?” derler.

Hayat bunlara hep bir şey vermiştir. Bunlar ise hayattan hiçbir şey almadan yollarına devam ederler.

Dağdan inmiş, insan içine karışmamış kişilerden bahsetmiyorum. Ki nice dağdan inenleri bilirim, bunların yanında yunmuş yıkanmıştır. Bunlar; okumuş, mektep-medrese görmüş; içlerinde lise ve üniversite bitirmiş, belli makamlara gelmiş olanları bile var. Dünyaya sanırsın ki odun gelmişler, odun olarak gidiyorlar.

Bunlar eğitilemez mi? Çok zor diyeceğim ama imkansız bunların eğitilmesi. Deveye hendek atlatırsın. Bunları eğitmede bir arpa boy yol alamazsın. Çünkü kendilerinin ben niye kabayım, niçin başkaları gibi usulüne uygun konuşmuyor ve davranmıyorum gibi bir dertleri yok. Derdi olmayınca buna ihtiyaç da hissetmiyorlar. Hoş, ihtiyaç hissetseler bile nazik konuşmayı kişiliklerinden ödün verme gibi görürler. Bu yüzden alabildiğine kaba sabadırlar. Kabalıkları kişilikleridir artık. Zamanında yontulmamışlarsa belli bir yaştan sonra eğitilmeleri mümkün değil. Böyle gelmişler, böyle ömürlerini tamamlarlar kah kırarak kah dökerek kah ufalayarak. Çünkü görgü görenek bugünden yarına kazanılan bir şey değil.

Bu tipleri görünce “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar.” (İsra, 84) ayeti aklıma geliyor. Ayette “mizaç ve karakter” diye çevrilen şâkile kelimesi, “tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet, seciye” gibi manalara gelir. (Elmalılı, V, 3197) “Buna göre ayet, önemli bir psikolojik gerçeğe işaret etmektedir. Zira insan davranışlarının temeli, onun ruhsal yapısındaki psikolojik eğilimlerdir.” (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 516)

Ben bu ayete kısaca “Herkes kalıbına göre iş yapar” anlamı veriyorum. Bu tipler de kalıplarına göre iş yapıyorlar. Kalıpları kişilikleri, kişilikleri de kalıpları olmuştur artık.

Bunlar çok mu kötü niyetliler? Değil. Belki de çok iyi niyetliler ve içten konuşuyorlar ama kabalıklarının farkında değiller. Yaptıklarının farkında olmayan böyle tipler için maalesef yapabilecek bir şey yok. Zira onlar kaba gelmişler, kaba gidecekler.

*27/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

22 Ocak 2021 Cuma

Aklını Kiraya Verenler Sadece FETÖ'cüler mi? *

Akşam sabah kızdığımız FETÖ'cüleri gözümüzün önüne bir getirelim. Bunların özelliklerine bir bakalım: Aklını kiraya veren, beyni yıkanmış, kendilerini birine adamış; adandığı kimsenin yanlışını sorgulamayan, sorgusuz sualsiz itaat eden, efendisinin her tasarrufuna vardır bir hikmeti diyen  kişiler akla gelir. Herhangi bir FETÖ'cüye siz böylesiniz deseniz, hayır biz öyle değiliz, der. Gerçi, hangi insan aklını kiraya verdiğini kabul eder ki…

Kabul etsek de etmesek de çoğumuzda FETÖ’cüler için söylenen özelliklerin olduğunu söyleyebilirim. Bu özelliklerin olması için illa bu örgüte mensup olmamız gerekmiyor. Doğu toplumlarının genel karakteristik özelliklerinden biridir bu yönümüz. Örnekler üzerinden giderek bunu biraz açalım:

-Bir tarikat veya cemaate mensubuz diyelim. Şeyhimiz bir konuda bir tasarrufta bulunduğunda ve bir şey söylediğinde içimize sinse de sinmese de "Vardır bir hikmeti" diyor muyuz? 

Şeyhimiz, "Seçimde falan partiye destek vereceğiz" dediğinde "Olur mu öyle şey?" deyip karşı çıkıyor muyuz veya "niçin efendim" deyip hikmetini sorgulayabiliyor muyuz? Bu durumda farklı bir partiye oy verebiliyor muyuz? Farklı bir partiye oy versek bile bunu deklare edebiliyor muyuz yoksa oy vermediğimiz halde vermiş gibi mi görünüyoruz?

-Bir siyasi lideri seviyoruz, ona oy veriyoruz. Sevdiğimiz bu liderin serdettiği görüşleri akıl süzgecinden geçirip "Olmaz, ben bunu kabul edemem. Bu görüşüne katılmıyorum. Bunun doğrusu şudur." diyebiliyor muyuz? Liderimiz dünkü savunduğunu bugün değiştirdiğinde hem dünkü görüşünü hem de bugünkü görüşünü savunmaya devam ediyor ve alkışlıyor muyuz?

-Siyasi liderimizin kötülediğini kötülüyor, övdüğünü övüyor muyuz?

-Parti, tarikat, cemaat, bir oluşum vs'yi savunmada fanatik miyiz? Farklı görüşlere açık mıyız?

-Başkasını eleştirdiğimiz gibi ölümüne bağlı olduğumuz kişileri de eleştirebiliyor muyuz?

-Başkalarının gözündeki çöpü görürken sevdiklerimizin ve savunduklarımızın gözündeki merteği görebiliyor muyuz?

-Savunduğumuz fikir ve görüşlerin yanlış, başka görüşlerin doğru olabileceği hususunda kendimize acaba sorusunu sorabiliyor muyuz?

-Eleştiriye kendimiz, ailemiz, çevremiz, bulunduğumuz mahalle, siyasi lider ve bağlı bulunduğumuz şeyhten başlayabiliyor muyuz?

-Bağlı olduğumuz ve kendimizi ait hissettiğimiz mahallemize aykırı bir görüşte bulunabiliyor muyuz?

-İki dostun arası bozulduğunda onların arasını bulmaya çalışma yerine, iki taraftan birinin yanında yer alıp öbürüne veryansın ediyor muyuz? Falan haindir diyor muyuz?

-Savunduğumuz değer ve görüşlerimizin ve yaptıklarımızın tenkidi konusunda eleştiriye açık mıyız?

-Kendimize ait bir görüşümüz ve gündemimiz var mı? Hep başkasının servis ettiği görüşleri savunuyor, onların gündeme getirdiği konular üzerine mi konuşuyoruz? Bir şey -hiç alakası yok iken- gündeme getirildiğinde, bunun perde gerisinde ne var diye düşünebiliyor muyuz? Akşam-sabah tüm konuşma ve paylaşımlarımızda birilerini övmek ve birilerini yermek zorunda mıyız? Sevdiklerimizin kötü ve eksik, yerdiklerimizin iyi yönü olamaz mı? Bir insan hep mi iyi olur ya da hepten kötü mü olur? Bugün kötü olarak gördüklerimizi yarın iyi görmeyeceğimize ya da iyi olarak gördüklerimizi kötü olarak görmeyeceğimize bir garantimiz var mı?

-Tüm sözleri dinleyip sözlerin en güzeline uyabiliyor muyuz ya da insanlara durdukları yer itibariyle önyargılı mı yaklaşıyoruz?

-Kutuplaşma ve tarafgirliğin doruğunu yaşadığımız bugünlerde her şeyiyle bir tarafın gönüllü amigosu muyuz? Eğer böyle ise takım tutmaktan ne farkı var bunun?

Gördüğünüz gibi örnekleri bu şekil çoğaltabiliriz. Özetlersek; ömrünü kişi, kurum, kuruluş, camianın yılmaz savunucu olarak geçiriyor, kendine ait bir şey söylemiyor, kendini geliştirmiyor,  başka görüşlere karşı sabit fikirli, kişilere karşı önyargılı isek çok aklımızı kullanmıyoruz demektir. Tüm bunların FETÖ'cülükten ne farkı var? İsterseniz olaylara bir de bu taraftan bakalım ya da başkasının bize baktığı pencereden bakalım, eğer değerlendirecek ve ölçecek bir birikiminiz kaldı ise...

*25/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Pierluigi Collina ve Hz Muhammed *

Bir zamanlar, İtalyanların Pierluigi Collina adında efsane bir futbol hakemi vardı. Yeni nesil pek bilmese de dünyaca meşhurdu hakemliği.

Yönettiği maçlar yanında, nevi şahsına münhasır bir tipi vardı: Geçirdiği alopesi hastalığı yüzünden, saçları kalıcı olarak dökülmüş; kel, iri ve masmavi gözleri onun alâmetifarikası idi.  Önemli ve kritik maçları yönetmede üstüne yoktu. Tereyağından kıl çeker gibi yönetirdi maçları.

Maçlarını yönetecek hakemin Collina olduğunu duyan kulüpler, futbolcular ve seyirciler derin bir oh çekerdi. Kimseyi korumaz, kimseyi de karşısına almazdı. Ondan ancak futbol oynama yerine başta faul olmak üzere futbolu çirkinleştirmeye çalışanlar ve maçta çirkefleşenler korkardı.  Şu futbolcu çok klas, şunu koruyayım, falan takım kaybederse tepki çekerim gibi bir derdi olmazdı. Kimse de böyle bir beklenti içerisine girmezdi. Çünkü gördüğünü çalar ve affı yoktu. Bu görüntüsüyle “Siz yeter ki futbol oynayın. Oyunu güzelleştirme adına her şeyi yapar, ter dökerim. Oynadığı futbolla ter dökenlerin hakkını kimseye yedirmem” mesajı verirdi. Babacan tavrıyla en kritik maçları yönetir, aleyhine düdük çalınan futbolcu da kolay kolay itiraz etmezdi. Bilir ki Collina, gördüğünü çalar. Durduk yere çalmadığına göre var bir şey.

Yönettiği maçlarda hata yapmış olamaz mı? Yapmıştır mutlaka. Ama kimse onu istenmeyen hakem ilan etmezdi. Çünkü cümle âlem bilir ki Collina kasten hata yapmaz. Bundandır ki 1998-2003 yılları arasında 6 yıl üst üste dünyanın en iyi futbol hakemi ödülüne layık görülmüştür.

Yönettiği maçlar sonrasında aleyhine kritik yapıldığına pek şahit olmadım. Çünkü sonuca etki edecek bariz hatalar onun lügatinde yoktu, kasıt asla.

Collina öncesinde ve sonrasında nice hakemler gelip geçmiştir. Çoğunun adı ve sanı unutulmuştur. Çünkü hiçbiri bir Collina kadar futbolda ve belleklerde iz bırakmamıştır. Anılan varsa da verdiği yanlış kararlarla anılmaktadır.

Collina'yı emsallerine göre bu derece meşhur yapanın, sahasında efsaneleşmesinin ve herkesçe sevilmesinin temelinde verdiği güven ve sahada uyguladığı adalet duygusudur. Bu da güven ve adalet çizgisinin ne derece önemli olduğunu ve milletin bu iki ögeye susadığını göstermektedir. Çünkü güven ile adalet birbiriyle yakın ilişkilidir hatta ayrılmaz ikilidir. Zira biri olmadan diğeri olmaz. Güven yoksa adalet olmaz, adalet olmazsa güven olmaz.

Güven ve adalet bu derece önemli ve herkes buna susamış ise çok mu zor bunları her alanda uygulamak? Aslında çok kolaydır. Bunun için fanatik ve tarafgir olmamak, olması gerekeni yapmak ve hakemlerin/hakimlerin vicdanlarının sesine kulak vermesidir.

İtalyan hakem üzerinden bugün en fazla ihtiyaç hissettiğimiz güven ve adalet duygusuna dikkat çekmeye çalıştım. Aslında bu iki kavrama örnek vermek için ta İtalya’ya gitmeye gerek yok. Bizim önümüzde bizim için numuneyi imtisal olan Hz Muhammed’in Kabe Hakemliği örneği var. Daha peygamber olmadan önce 35 yaşlarında iken Kabe’nin yeniden inşasında, Hacerül esved’in konması esnasında, Arap aşiretleri arasında “sen koyacaksın, ben koyacağım tartışması sonucu; çıkması ve kan akması muhtemel ve kan davasına dönüşecek bir problemi Hz Muhammed sorunsuz çözmüştür. Peygamberin hakemliğine hiç itiraz gelmediği gibi herkes derin bir oh çekmiştir. Çünkü o, emin biridir. Bunu da daha sonra kendisine düşman olacak düşmanları tescillemiştir.

Sonuç olarak hukuk, siyaset, maç vs hayatın her alanında güven ve adalet tesis edilmeden toplumlar ve devletler hiçbir sorunlarını çözemezler. Sorunlar ancak kartopu gibi büyümeye devam eder. Bugün istediğim, topluma güven vermeyen, işinde ve aşında adil olmayan kişilerin özellikle toplumlara yön verenlerin güven ve adalet kavramlarını ağızlarına almamalarıdır. Çünkü çok gülünç oluyorlar. Zira yaptıklarıyla söyledikleri örtüşmüyor.

*12/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.