9 Temmuz 2020 Perşembe

Kurban Bağışları *

Kurban Bayramı yaklaştı. 31 Temmuz Cuma günü bayram. Biz daha kurbanı nasıl, nerede, kiminle keselim, fiyatlar nerelerde diye düşüne duralım. Kimi vakıf, dernek ve yardım kuruluşları haziranın ortasından itibaren kurban bağışı için mesajlar göndermeye başladı bile. Yurt içi ve yurt dışı olmak üzere kurban bedelleri de belli. Sizlere de değişik yardım kuruluşlarından bu şekil mesajlar gelmiştir. 
Fiyatlar kesilen bölgeye, yardım kuruluşuna, yurt içi ve yurt dışına göre değişiklik arz ediyor. Gelen mesajlara baktığımız zaman yurtdışında kesilecek kurban bedelleri, yurt içine göre genel itibariyle daha ucuz. Yurt dışında ortalama 750 olan bir kurban bedeli, yurt içinde 1200 lira civarında. Türkiye'deki bir kurbanlık yurt dışına göre neredeyse iki katı. Normali, bu ülkede kesilen kurban daha hesaplı olacağı yerde maalesef daha pahalı. Bu da bu ülke insanı olarak eti daha pahalıya yediğimiz ve kurbanlıkları daha fazlaya aldığımız anlamına geliyor. Ülkede hayvancılığı desteklemek, kalkındırmak ve geliştirmek için gelmiş geçmiş tüm hükümetler bu alanda onca teşvik vermesine rağmen maalesef fiyatlar bir türlü makul seviyeye indirilemedi. Ya verilen teşvikler yeterli değil ya da yeterli idiyse de hayvancılık| sektörünü elinde bulunduranlar girdi fiyatlarını gerekçe göstererek fiyatları aşağıya çekmiyor. Bu konuda bir yerde bir hata var ama nerede veya kimde bilmiyorum. Neyse bu konu ayrı bir konu.
Gelelim kurban bağışlarına. Yurt içi ve yurt dışı çalışan yardım kuruluşları öyle mesajlar gönderiyorlar, öyle ilanlar veriyorlar, öyle reklamlar yapıyorlar ki tüm bunlardan benim anladığım, yurt dışına kurban bağışı özendiriliyor. 18 ülkede kesiyoruz, 20 ülkede kesiyoruz. Fiyatlar bu kadar gibi. Bağışta bulunacak kişilerin çoğu da ister istemez yurt dışına bağışı tercih ediyor. Çünkü yurt dışı fiyatlar Türkiye'ye göre çok cazip. Bağışçı, yurt içinde yapacağım bir bağışa, aynı fiyata yurt dışında iki bağış yaparım diye düşünebiliyor.
Burada yanlış anlaşılmasın. Yurt dışına kurban bağışı gönderilmesin, tüm bağışlar bu ülkeye yapılsın demek istemiyorum. Yurt dışını görenler, oralarda daha fazla ihtiyaç sahibi olduğunu gözleriyle görmüş olabilirler. Bundan dolayı ağırlıklı olarak yurt dışına çalışmayı öncelik olarak görebilirler. Bağışçılar da yurt içi veya yurt dışı tercihinde bulunabilirler. Benim tüm bunlara bir diyeceğim olamaz. Yardım kuruluşlarının veya bağışçıların tercihi, genellikle yurt dışı olsa da bu konuda bir hassasiyetimi dile getirmek ve şu soruyu sormak istiyorum. Kurban bağışında niçin ülke insanı öncelikli değil? Bildiğim kadarıyla bu ülkede fakir ve ihtiyaç sahibi az değil. Kurban kesemeyecek insanımızın sayısı da epey bir yekun tutar. Zaten ülke olarak birkaç yıldır adı konmamış bir ekonomik dar boğazı yaşıyoruz. Koronavirüs dolayısıyla birçok sektör durma noktasına geldi. Çoğu kepenk kapattı. İşten çıkarılan işçi ya da işini kaybeden kişi sayısı hakeza. Hayat pahalılığı kendisini her geçen gün daha derinden hissettiriyor. Neredeyse zam almayan ürün kalmadı. İşini kaybedenlere destek olmak amacıyla devlet, ülke genelinde yardım kampanyası başlattı. Sektörler ayakta kalsın diye vergi öteleme başta olmak üzere ekonomik paketler açıkladı. Tüm bunlar göz önünde bulundurularak kurban bağışlarına bu ülke insanı, öncelikli olarak ihtiyaç sahibi değil mi? Ki zekat, fitre, sadaka, fidye, kurban bağışı gibi yardımları yaparken yakın akrabadan uzak akrabaya, yakın komşudan uzak komşuya doğru bir yol izlemek İslam dininin de emridir. Bu konuda hem milli hem de dini düşünmek gerekir diye düşünüyorum. Teşbihte hata olmasın, camiye lazım olan kiliseye haramdır denir. Hasılı diğer yardımlarda olduğu gibi kurban bağışında da yakından uzağa olacak şekilde önceliğimiz bu ülke insanı olmalıdır. Artanı yurt dışına gönderelim. Yine de tercih hayırsever insanlarımızın.
Söz kurbandan açılmışken yardım kuruluşlarıyla ilgili beni düşündüren bir konuda da birkaç kelam etmek isterim. İstisnaları kaideyi bozmaz ama yardım kuruluşları, yurt dışı kurban bağışlarında sen şu ülkede, ben bu ülkede keseyim diye aralarında niçin bir anlaşma yapmazlar? Niçin hepsi her ülkede kurban kesiyor? Her yardım kuruluşunun her ülkede çalışma yapması bence bir maliyettir, para ve insan gücünü verimli kullanmamaktır. Parçalanmış görüntüsü vermektedir. Halbuki maksat fakirlere et ulaştırmak değil mi? Ha ben vermişim o fakire eti, ha sen. Ne fark eder? Bu konuda birliğin sağlanması, organizasyonların daha düzenli olması için yardım kuruluşlarını sevk ve idare edecek bir çatı yardım kuruluşuna ihtiyaç var. Bu işe pekala Diyanet öncülük yapabilir ve bu konuda inisiyatif alabilir.

*10/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Dere Yolculuğum

5 Temmuz 2020 günü ikindi vaktinde hava kapanınca yürüyüş planımı erkene aldım. Çıktım yola. Niyetin 1,5-2 saat kadar yürümek. Her yürüyüşüm güzergahımın da farklı olmasına özen gösteririm. Niyetim bu vesileyle farlı yerleri de görmek. Ne tarafa gideyim derken hele bir yürüyeyim. Ayaklarım nereye çekerse o tarafa giderim dedim. Aşkan Mahallesi Konevi Kültür merkezi civarından koyuldum yola.
Yürüyüşümün ilk 10 dakikasında bir tempo tutturup yürümeye başlamıştım ki çalışır vaziyette bir aracın içinde, yanında eşi veya annesi olan biri izledi durdu beni. Gözünü benden ayırmadı. Yanlarına yaklaşırken “Gençliğine güveniyorsan, düş önüme, yürü benimle” dedim. “Maşallah amca, inan içimden bu dediklerini geçirdim. Ben cesaret edemem. Sana kolay gelsin” dedi. Gencin söylediği beni daha da motive etti. Adımlarımı biraz daha sıklaştırdım.
Ara sokaklardan Yaka yoluna çıktım. Karşımda Huzurevi’ne uzanan rampayı görünce burası tam bana göre deyip yokuşa verdim kendimi. Huzurevi’ni sağıma alarak yol boyu yürüyorum. Biri Tavusbaba’nın eteğindeki kafeteryalara, diğeri de Dere’ye götüren iki yol ayrımına geldim. Hangi tarafa gideyim derken aynı anda bugün de Dere tarafına gideyim dedim.
Köyceğiz’i geçip Dere Mahallesine doğru yol alırken Selçuklu-Sakarya’da ikamet etmesine rağmen mobiletiyle gezmeye gelmiş berberimle yolda karşılaştım. “Hocam, dükkanı açtık. Beklerim” dedi. İnşallah dedim, duraklamadan yoluma devam ettim. Bereket saçıma bakmadı berberim. Baktıysa da fark etmedi. Zira daha yeni sıfıra vurmuştum saçlarımı. Berberim beni bekleye dursun. Ben bu süreçte berber oldum, kendi tıraşımı kendim yapıyorum artık.
Solumda Tavusbaba ile birlikte uzanan dağları, sağımda ise belli aralıklarla birkaç mezarlığı solladım. Dere meskun mahalleri geride bırakırken sağımda bekleyen oralı olduğunu düşündüğüm bir hanımefendiye bu yol gider mi daha dedim. “Gider” dedi. Gitse ne kadar gidecek. İleride koca koca dağları görüyorum. O dağların yamacında yol da biter, ben de gerisin geriye döner gelirim diyerek hızımı kesmeden yürümeye devam ettim.
Meskun mahal bitti. Solum dağ, sağım dağ, önüm dağ. Paralel yürüdüğüm iki dağın etekleri bir mesire yerini andırır şekilde çukurun içinde ince uzun dereyi andırırcasına yemyeşil. Mahalle de adını bu dereden almış olmalı. Şarıl şarıl akan su sesini de duyuyorum bu arada.
Yol iyice daraldı. Bana ait kaldırım da olmayınca önünden gelen araçları göreyim diye daracık yolun solundan yürüyorum. Önümden ya da arkamdan araç geldikçe dikenlerle kaplı sola iyice yanaşıyorum. Dikenler eşofmanımın üzerinden dikkat et, fazla yaklaşma. Yoksa canını yakarım diyerekten hafifçe yalıyor beni. Araçlar karşı karşıya geldikleri zaman sürücülerden biri centilmenlik esasına dayalı olarak yolun sağına iyice yanaşarak duruyor. Diğeri geçtikten sonra yoluna devam ediyor.
Daracık yolda dere yokuş yukarı yol alırken birbirine yakın iki balık tesisi ile karşılaştım. Bir yerde su varsa hele akarsu ise orada bir balık tesisinin olmaması mümkün değildi zaten. Önümden hızır hızır geçen araçlar da bu balık tesislerinden birinde park etmiş olmalıydı. Balık yemek ve mangal yapmak için park etmiş olanlar varsa da geçen araç daha fazla idi. İyi de bu araçlar nere gitti. Demek ki yol gidiyor. Gitse ne kadar gidecek. Şu geçmekte olduğum dağın arkasında olmalı. Onları orada yakalarım düşüncesi ve yolun sonunu görürüm inadıyla yürümeye devam ettim. Öbek öbek dağların arasındaki dereye paralel açılmış yolları arşınlarken kaç dağı gerimde bıraktım bilmiyorum. Ama ne yıl bitti ne de dağ. Geçen araçlar da yok olmuştu. Sadece bulduğu kuytu yere aracını park etmiş azıcık soluklanan aileler gördüm. 
Ben bu inatla yola revan olurken bir dağın yamacında soluklanan eski komşumu ailesiyle birlikte gördüm. Ramazan Abi, hayırdır, ne yapıyorsun dedi. Hafifçe durakladım. Selam, kelam ve hatırdan sonra gördüğün gibi yürüyorum. Evden çıkalı tam iki saat olmuş. İnada bindirdim. Yolun sonunu bulacağım dedim. Abi, bu yolun sonu gelmez. Çünkü bu yol Altınapa Barajına kadar gider dedi. Acı acı gülümseyip vedalaştım. İki saatlik bir yürüyüşün ardından inadı bırakarak bir "U" dönüşü yaptım. Bu kadar yolun bir de dönüşü vardı zira. 
Yolculuğumun tek sevindirici yanı seri yürüyüşten bir güzel terledim. Hep yokuş çıktım. Zirveleri aştım. Zira yürüyene yol mu dayanır değil mi? Bundan sonra yolum hep iniş. Daha çabuk dönerim. Bu arada doğada Allah'ın yolu mu biter? Buraların şehir merkezindeki bazı sokaklar gibi çıkmaz sokak olmadığını halkal yakin bir şekilde tecrübe ettim. Yol da Altınapa'ya uzanıyorsa yok boyu akan su da bu barajdan sakınan su olmalı.
Dönüşümde aştığım dağları bir bir fotoğrafladım. Dere kenarında aracından inmiş, yere çömelmiş, aracındaki teybinden müzik dinleyen aynı zamanda önünden akıp gitmekte olan suyu seyreden birine selam verdim. Balık mı tutuyorsun dedim. He he dedi. Onun baktığı suya ben de baktım. Bir olta göremedim. Gördüğüm demlendiği içki şisesi idi. Sonra yok yok dedi. Yanından ayrıldım. 
Telefonun çekmediği bu yerlerde solumdaki dağlara baktım. Benim baktığım bu dağlara benden önce aşıkların geldiğini gördüm. Hepsi geldiklerine bir hatıra olsun diye kayalara adlarını yazmışlardı. Haydi bunlar aşıktı. Ferhat-Şirin misali dağları aşarak buralara geldiler ve geldiklerinin de izini bıraktılar. Bana ne oldu ki buradayım? Ne Ferhat'ım ne de Şirin. Benim Şirin'e haydi gidip dağları aşalım desem, hazır ama ancak arabayla gider. Kazara yürümeye kalksa sırtımda taşımam lazım. Bu demektir ki beni çeken ayaklarım iki kişiyi birden taşıyacak.
Daha önce geçtiğim balık tesislerini solladım tekrar. Geçerken gördüğüm ama müsait olmadığı için durup içemediğim musluğu olmayan sudan içmek için durdum. Bir aile vardı su doldurmak için bekleyen. Sıra sıra dizilmiş plastik su bidonlarını görünce bu su meşhur bir su olmalı. Selam verdim. Elimdeki maskeyi, gözümdeki gözlüğü, yarı başım yarı da elimde tuttuğum şapkayı da bir kenara koydum. Arada 1.5 metre mesafe olacak şekilde su dolduran gencin arkasına durdum. Gencin yan tarafında aileden olmadığını düşündüğüm mesafeli duran bir genç vardı. Belli ki o da su dolduracak. Yüzünde usule uygun maskesi olan genç, bidonun birini dolduruyor, babasının uzattığı yeni boş bidonu alıp çeşmenin altına koyuyor. Annesi de az ileride bekliyor. Ben de bekliyorum. Elimde ne bidon var ne de 0.5 mm'lik su şisesi. Sayamadığım bidonların dolmasını beklersem yandım demektir. Herhalde müsaade ederler, az kenara çekilirler, suyumu içer giderim. Onlar sularını doldurmaya devam ederler diye düşündüm. Çünkü nezaket bunu gerektirir. Ama nerde? Adamlar gelip zamanında kapmışlar. Nezaketi ara ki bulasın. Neyse az daha bekleyeyim. Olmadı. Su içmek için izin isterim dedim. 
Geldiğimden ve duruşumdan memnun olmayan, yüzünde maskesi olmayan, kilosu almış, başını gitmiş baba ile aramda şu diyalog geçti.
—Ne olacak böyle? Hasta sayısı iyice arttı.  
—Ne yapacağız, virüsle yaşamayı öğreneceğiz.
—Yoğun bakımdaki hastaları ne yapacağız  ya. Hiç gördün mü? Nasıl nefes alıyorlar...(Sanki görmüş gibi. Yoğun bakıma kimseyi almazlar.)
—Hastaların çoğu da kronik hasta imiş. Covit 19'da çalışan tanıdıklarım var. Bundan biliyorum durumlarını.
Buraya kadar konuşma normal seyrinde gidiyor. Ben de adamı normal biri sanıyor ve normal bir şekilde cevap veriyorum. Ağzındaki baklayı çıkardı. Bir karın ağrısı varmış meğer.
—Sordum mu yoğun bakımda tanıdığım olduğunu. Sende maske yok, bende maske yok. Aramızda mesafe yok. Hastalık artmayıp da ne yapacak? Bakan ne yapsın bu durumda? Az ötede dur şöyle. (Az ötesi vızır vızır aracın geçtiği dar yol. Yani bizden uzak dur da gerekirse arabanın altında kal demekti bu.)
—Aramızdaki mesafede ne var? Şu dağın başında şu mesafede de birbirimizden virüs bulaşacaksa bırakalım virüs bulaşsın. Değilse eve kapanıp çıkmayalım o zaman.  Evden niye çıkıyoruz ki? İki saattir yol yürüyorum. İki yudum su içip gideceğim. Maskeli mi içeceğim suyu. Siz su doldurmaya devam edeceksiniz anlaşılan. Çekilin suyumu içip gideyim.
—Çekil oğlum kenara. Suyunu içip gitsin.
Şükür ki oğlu çekildi. Ben yüzümü de yıkayıp serinleyecektim. Yüzden de vazgeçtim. Buz gibi sudan çeşmenin herhangi bir yerine temas etmeden suyumu içip çekildim. Giderken de teşekkür edip iyi günler dilemeyi ihmal etmedim. Oyalanmadan yola koyuldum tekrar. İyi günler temennime karşılık alamadım. Zaten cevap verecek kapasite ve çapta biri değildi. Giderken yüksek sesle konuşuyordu ardımdan. Bu tipten de ancak böylesi beklenir.
İki saati aşkın dere, tepe, dağ, taş demeden güle oynaya yürüdüğüm yolun dönüşünde Allah, dağın başında bu hasta adamı karşıma çıkardı. Şehir merkezindeki yüzlerce insanı geç, sen dağda bu cins adamı bul.
Merak ettiğim, oğlu ve eşine maske taktıran canı çok kıymetli bu adamın kendisi, dağın başında niye maske takmıyor? Suyun başında su içecek birine kimsenin olmadığı dağın başında çatan bu adam şehrin içinde başkasına ne yapar? Allah bunun komşularına ve muhatap olduklarına yardım etsin. Paranayo seviyesinde hasta olan bu kişi evinden çıkıp o kadar yolu nasıl tepip geldi? Bu kafa yapısındaki bu adam koronavirüs bir gün gider ve bu ülke normale dönerse bu adam normalleşebilir mi? Bu psikolojiyle zor. Neyse benden uzak olsun da kim ne yaparsa yapsın.
Neyse sanmayın ki bir kenara oturup bu adamı düşündüm. Hiç duraksamadan yürüyüşüme devam ettim. Dönüşüm gidişimden daha kısa sürdü. Çünkü giderken yokuş tırmandım durmadan. Dönüşüm ise hep iniş idi. Gidiş ve dönüş toplam yürüyüşüm 3.45 dakika sürdü. Siz bunu git-gel, Dere 4 saat olarak bilin. Eve gelir gelmez de eve girmeden Konya Eğitim Araştırma Hastanesine gidip geldim. Toplam 4.15 dakika ile bugüne kadar bir günde en fazla yürüyüş rekorumu kırdım.

7 Temmuz 2020 Salı

Bu Kötülüğü Kimse Yapamaz ***

Birini çok seviyorsunuz. Onun için canınızı verebilecek durumdasınız. Onunla pazara kadar değil, mezara kadar gidersiniz. Olabilir. Çünkü sevgi bir gönül meselesidir. Gönülden gelen bir şey için kimse ayıplanacak değildir. İsteyen istediğini sever.
Sevdiğiniz bu kişi; oğlunuz, kızınız, torununuz, ağabeyiniz, ablanız, eşiniz, anne, babanız, siyasi veya STK lideriniz vs olabilir. Bu kişiye kötülük yapmak istiyorsanız şu dediklerimi yapın derim: 
*Bu kişiyi, doğru-yanlış her konuda alkışlıyorsanız,
*Dost acı söyler, yüze söyler sözünde olduğu gibi hatasını yüzüne söylemiyor ve eleştirinin yapıcı olanını dahi yapmıyor ve hiçbir şey yapamıyor olsanız bile hoşnutsuzluğunuzu yüz hattınızla bile belli etmiyorsanız,
*Önceki söz ve fiilleriyle çelişen bir şey yaptığı zaman hangi dediğin doğru demiyorsanız,
*Her yaptığına; vardır bir hikmeti, o bizden iyi ve en güzelini düşünür. O bunları bilmiyor mu sanıyorsunuz deyip aklınızı bir nevi kiraya veriyorsanız,
*Tüm arkadaşlarını tek tek kaybettiği zaman niçin küstüler, acaba sizin de burada bir payınız olabilir mi deneceği yerde, çekip gidenleri eleştirip sevdiğinize toz kondurmuyorsanız,
*Sevdiğinize bir konuda, olması ve yapması gereken bir öneri getirmiyorsanız,
*Hataları arttığı, arka arkaya pot kırmaya başladığı zaman bile sessiz kalıyorsanız,
*Hatalarını savunmak için bahane veya gerekçe buluyor veya üretiyorsanız,
*Hatalarıyla yüzleşmek, olmuyor böyle, yanlış yapıyor deneceği yerde, bunu herkes yapıyor -ki geçmişte şunlar da şunu yaptı- diyorsanız,
*Sevdiğinizi, fabrika ayarlarına döndürmek için kol kanat gereceğiniz yerde, durmadan övüp ayakları yere basmayacak şekilde onu yere, göğe sığdıramıyorsanız,
*Çevrenizde olup biten her olumlu gelişmeyi sevdiğinize, her olumsuzluğun sebebini hep başka yerlerde arıyorsanız,
*Çevrenizde olup biten ne kadar olay varsa bunu, sevdiğinize yapılmış ve onun hayatına kastedilmiş olarak görürseniz,
*Tüm suçu düşmanlarınıza ve dış güçlere bağlarsanız,
*İşinize yoğunlaşmak yerine, ömrünüzü sevdiğinizi desteklemek, onu savunmak ya da rakiplerini kötülemekle geçirirseniz,
*Başa gelen olumsuzluklardan dolayı eleştiri getirenlere, sevdiğinize halel gelmesin diye veryansın edip ağzınızı bozuyor ve onları hain, nankör, satılmış, dönek, şucu; şundan dolayı karın ağrısı var şeklinde itham ediyorsanız,
*Tüm nimetleri, iyilik ve güzellikleri sevdiğinize, ne kadar kötülük varsa başkasına yıkıyorsanız,
*Hata, yanlış ve çelişkilerinden dolayı sevdiğinizin yaptıklarına, hoşnutsuzluğunuzu en azından sessiz kalarak bile gösteremiyor ve üstüne üstlük hata ve yanlışı savunur duruma gelmişseniz...
Tüm bunları ve daha fazlasını yapıyorsanız, sevdiğiniz kendini sorgulamaz ve bir özeleştiri yapmaz. Bunu yapmayınca da haliyle yaptığı hataları varsa onları göremez. Bu da sevdiğinize yapabileceğiniz en büyük kötülüktür. İnsan sevdiğine kötülük yapar mı? İşte böyle yapar. İnanın, sevenlerinin yaptığı bu kötülüğü, istese düşmanı bile yapamaz.

***09/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.


6 Temmuz 2020 Pazartesi

Bir O Var, Bir Ben

Bir sabah namazından, takriben bir saat sonra yürüyüş yapayım diye Evliya Çelebi yürüyüş parkuruna gittim. Akşam kalabalığı yoktu parkın. Tenha mı tenha. Yürümeye başladım kendi halimde. Yürürken de kim var, kim yok etrafı gözlemliyorum.
Daha önce yürümüş, dinlenmek için kamelyalara oturmuş birkaç kadın var. Kenar ve köşede spor yapan birkaç genci gördüm. İki kadın ellerinde nevaleleriyle kahvaltı yapmak için çoğu boş kamelyalardan birine oturdu. Üzerlerindeki kıyafetten bir fabrikanın çalışanları olduğu belli olan dört kişi, servis gelinceye kadar yürüyüş yapalım demiş olmalılar. İkisi önde, ikisi de arkada birbirleriyle konuşarak ağır tempo yürüyüş yapıyorlar. Yürüyüşleri de kısa sürdü. Dönüşümde göremedim.
800 metrelik parkurda beşinci turumu atıyorum. Pek açılamadım. Yürüyüşü kısa kesip bitireceğim. Tam başladığım noktaya gelirken yüzünde, usulüne uygun maskesini takmış, yaşlı bir amca belirdi önümde. Pek yürür gibi gelmedi bana. Yürüyeyim mi yürümeyeyim  mi der gibi bir hali vardı. 
Beni bekliyormuş sanki. "O maskeyi elinde tutma, tak" dedi bana. Cevap vermeden yüzüne baktım. Konuşmasına devam etti: "Az önce polis, maske takmayan gencin birine şurada ceza yazdı" dedi. Yine cevap vermedim. Parkurdan çıkıp gittim.
Bey amcayı haklı bulabilirsiniz. Zira maske ne boyunda taşınır ne de elde. Yeri, ağız ve burnu kapatacak şekilde yüze geçirmektir. Ama yukarıda anlattığım gibi 800 metrelik yürüyüş yolu neredeyse bomboş. Maskesiz yürüyüşümle kimseye tehlike saçacak durumum yok. Ortam kalabalık olsa zaten takarım. 
Amca belli ki doğru dürüst yürüyüş yapmasa da sabah sabah her gün postu parka seriyor ve çatacak birini arıyor. Bugünlerde konu bulma sıkıntısı da yok zaten. Değişmez birinci konumuz maske. Ne kadar sık sık uyarılar yapılsa da çoğunluk maske takmıyor ve maskeyi boynunda aksesuar olarak kullanıyor. Yeter ki çatmak iste. Ganimet gibi piyasada.
Devlet salgın nedeniyle maske ve diğer hususlarda kontrol yapılsın diye boşu boşuna görevli tayin edip onlara maaş veriyor. Halbuki amca gibi bu işi meccanen yapacak niceleri var bu ülkede. Devletin bu konuda yapacağı, fahri müfettişlere verdiği ceza yazma hakkını bu amca gibilere de verecek. İnanın, polisi, gece bekçisini mumla aratır bu tipler. Orta yerde bir başına oturan ve dolaşan dahil herkes maske takar. Bu tipler ceza yazmasa bile uyarılarıyla bile insanı geriyor. Bunlarla muhatap olup gerilmektense maskemi takayım, daha iyi der insan.
Hasılı maske takalım, sosyal mesafeye riayet edelim, temizliğimize özen gösterelim. Ama maskeyi de bu kadar abartmayalım. Kimsenin olmadığı yerde de bırakalım, insanlar maskeyi çıkararak rahat bir nefes alsın. Oh be! Dünya varmış desin. 

Benzetmenin Bedeli

29 Haziran günü "Taraklara Elveda" başlığı ile bir paylaşımda bulunmuştum. ( https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=3299905630074402&id=100001649920184)
Saç, sakal ve bıyığımda  tek tel kalmayacak şekilde kendi kendime yaptığım tıraşıma, bazı yorumcular başıma dair bazı benzetmelerde bulundular. Teşbihlerin çoğu teşbihte hata olmaz misali yiyecekler üzerine bir benzetmeydi. Haliyle benzetmeler midemi, cebimi ve gönlümü cezbetti. Ne de olsa hepsi birer nimet. Benzetme ve benzetenlerden bazıları:
1. "Kabağın da bir sahibi var" → Bekir Sayman,
2. "Yumurta gibi" →Sen Ibrahim,
3. "En hafif tabiriyle yumurta gibi... Bir de nohut var ki ona benzetmeyeyim" →Ahmet Şam,
4. "Karasınır karpuzu gibi maşallah" →Ahmet Zeren,
5. "Ramazan, kusura bakma ama yumurta gibi olmuşsun"→Ahmet Güneş
6. "Kaskabak kardeşim, hayırlı olsun"→ Mehmet Avcı
Bu benzetmelerde bulunan arkadaşların benzetmeleri meyvesini vermeye başladı. Beni kaskabağa benzeten Mehmet Avcı, resimde gördüğünüz el emeği, göz nuru ve yerli kabaklarını üşenmeyip ta Hatay-Erzin'den getirdi. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Kesesine bereket. Allah gönlüne göre versin. Düşünmesi bile yeter. Keşke altına da benzetse imiş beni...Ki düşünce safhasında bırakmayıp işi pratiğe döktü. İş madem böyle olabiliyor. Şimdi iş sırası, beni yumurtaya benzeten Ahmet Güneş, Ahmet Şam ve İbrahim Şen'de. Az çok demeyip gönderirlerse beni fazlasıyla memnun edecekler. Organik veya gezen tavuk yumurtası olursa aliyyül ala olur. Böylece ben onlara hayır dua ederken yumurta için epey markete gitmemiş olabilirim. Gönderin ki gönderdiğinizi kafamla karşılaştıracağım. Ahmet Zeren'den özellikle Karasınır karpuzu istiyorum. Konya'ya 75 km Karasınır. Gidiverip alıp gelecek. Bu arada gidemem derse diğer karpuzlar da zorunluluk gereği kabulümdür. Zira hiç yoktan iyidir. Bekir Sayman'a gelince nasılsa kabak gelmiş. Benim getireceğim zait olur diye düşünmesin. Kabağın bin bir çeşidi var. Beni hangi türüne benzetmişse ondan göndersin veya getirsin. Tüm bu benzetenler biz gelemeyiz, gel al derlerse bağrıma taş bastırır, gider alır gelirim. Bu arada yumurtaya benzetip ardından kusura bakma diyen Ahmet Güneş'e bir çift sözüm var: Ne kusuru kardeşim. Sen yeter ki benzet ve benzettiğini gönder. Esas kusur göndermediğin zaman olur. Ahmet Şam, nohuta benzetmeyeyim demişsin ama zımnında bir nohuta benzetilme durumu söz konusu. Yumurtanın yanında nohut da el yakıyor. Tazesinin yanında özellikle kurusu tercihim.
Hasılı, bu işin yani benzetmenin de bir bedeli var değil mi? Bu işin hiç kaçar tarafı yok. Bana hiç kızmayın, dilenciliğin bir başka türü bu demeyin. Kızacaksanız üşenmeyip Hatay'dan kabak gönderen Mehmet Avcı'ya kızın, bu işi ciddiye bindirdin diye. Zira ben hiç olmadığım kadar ciddiyim. Erzin'den kabak geliyorsa Mersin Mut'tan yumurta ve nohut, Konya'dan yumurtalar ve kabak hayli hayli gelir. Biz muhabbetine yazmıştık demeyin. Bekliyorum. Lütfen, beklediğim dağlara karlar yağmasın. Bilin ki yazarım bir tarafa... Bu arada beni istediğiniz nimete benzetmekte muhayyersiniz. Asla gönül koymam.

Babacan Bir Tavra Ceza Verilir mi Hiç! *

Bursa'da bir kamu kurumunun müdürü, iddiaya göre odasına bayan memurunu çağırıyor ve ona "Maşallah, çok güzelsin, fıstık gibisin" diyerek kalçasını elliyor. Gözyaşlarına boğulan genç memur, olayı önce arkadaşlarına anlatmakla da kalmayıp sorunu yargıya taşıyor. Bursa 5.Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 'basit cinsel saldırı’ davasında kurum müdürü, mahkumiyete çarptırılıyor. Sanık müdür, kararı temyiz ediyor. Yargıtay 14. Ceza Dairesi, kalçaya elleme yoluyla gerçekleştirildiği iddia edilen cinsel saldırı olayında müdürün babacan tavırla hareket edip etmediğinin yeterince araştırılmadığına dikkat çekerek “Sanığın aynı yerde birlikte çalıştığı mağdurenin vücuduna dokunması şeklindeki eyleminin, cinsel amaçla gerçekleştirildiği hususunun şüphede kaldığı ve mevcut haliyle cezalandırılmasına yeter başkaca delil bulunmadığı anlaşıldığından, isnat edilen suçtan beraatı yerine, yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi kanuna aykırıdır. Sanık avukatının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bozulmasına oy çokluğu ile karar veriyor. Karar bu şekilde kesinleşiyor. Çünkü Yargıtay, yargılamalarda son sözü söyleyen nihai mercidir.

Sanık müdürü temize çıkaran bu kararı gazetelerden okumuşsunuzdur. Öyle zannediyorum, televizyonlar da haber olarak verilmiştir. Konuyu ve meseleyi hala anlayamadıysanız bu meseleyi bir de benden dinleyin.

Haberi okuyunca pes doğrusu, bu kadar da olmaz diyecektim. Bereket demedim. İyi ki yargımız var, iyi ki kanuna aykırılık var dedim. Çünkü koskoca müdür, emri altındaki bir memurenin iftirasına yok yere kurban gidecekti. Müdür ne demiş, bir bakalım. Maşallah demiş. Ne var bunda? Adam, memuresini kem gözlerden korumak için maşallah demiş. Çok güzelsin demiş. Ne desin başka? Çok çirkinsin mi desin? Üstelik memuresinin güzelliğini de fıstığa benzeterek edebiyatını konuşturmuş. Teşbih efendim bunun adı teşbih... Ne yani zakkum gibisin mi desin… Müdür bununla da yetinmeyip kızımızın kalçasına bir dokunmuş. Ne var bunda? Kızımız, müdürünün bu iltifatına “teşekkür ederim müdürüm” diyeceği yerde önce ağlamış, ardından arkadaşlarına anlatmış, bununla da yetinmeyip soluğu mahkemede almış. Yerel mahkeme de bir şey biliyormuş gibi bu masum olayı “basit cinsel saldırı” olarak görüp koskoca müdürü cezaya çarptırıyor. Bereket nihai merci; kadının anlayamadığı, yerel mahkemenin de kadının dümen suyuna girdiği bu konuda olayı, “babacan bir tavır var” diyerek çözüyor. Kadın, yerel mahkeme ve ben, kötü niyetli olunca aklımıza neler geldi neler! Nedense bu işin babacan bir tavır olabileceği hiç aklımıza gelmedi. Bursa’da hakimler varsa Ankara’da da var. Eskiden yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi. Şimdi Ankara’dan dönüyor. İyi ki varlar. Değilse böyle babacan bir tavra ceza verip cümle aleme rezil olacaktık. Neyse biz bunu boş verelim de şuna kafa yoralım: Bu babacan tavır, ileri boyuta taşınmış olsaydı, Yargıtay bu durumda ne karar verirdi? Ben şu anda her ne kadar perşembenin gelişi çarşambadan belli idiyse de bu kıt aklımla sonucu kestiremiyorum.

Hasılı, bundan sonra karşıt bir cinse, cinsel içerikli bir söz söyleyeceğiniz veya bir yerini özellikle kalçasını elleyeceğiniz zaman bu yaptığınızın cinsel tacize girip girmeyeceği endişesini taşımayın. İçiniz rahat olsun. Zira elinizde kapı gibi herkesi bağlayan emsal bir Yargıtay kararı var. Tüm bu eylemleri yaparken tek dikkat edeceğiniz husus, bu işi babacan bir tavırla yapmaktır. Ötesini merak etmeyin. Yine de ne olur ne olmaz der, bu konuda bir korku yaşarsanız, bu nihai kararın bir kopyasını cebinizde taşıyın. Bir taciz iddiasıyla masumluğunuza yanlışlıkla bir halel gelirse polise, yerel mahkemeye ve devletin diğer yetkililerine “Ben bu işi babacan bir tavırla yaptım. Bu da belgesi” deyip gösterin. Kim, ne diyebilir bu durumda…

Bu karardan çıkaracağımız sonuç; kimin, kime, neyi, nerede, ne niyetle yaptığı bir güzel anlaşılmadan bundan sonra kendisine taciz edildiği iddiasıyla hiçbir mağdure, koskoca müdürüne veya bir başkasına iftira atarak mahkemede soluğu almasın ve adalet dağıtan yargımızı boşu boşuna meşgul etmesin. Lütfen, istirham ediyorum. Bu işin şakası yok. Yok, kalçanıza dokunulmasının ne amaçla olduğunu hala anlayamadıysanız, mahkemeye gitmeden önce zanlıya “Bu işi ne amaçla yaptın” diye bir sorun. Bir şey kaybetmezsiniz. Eğer adam, mesele bildiğin gibi değil, ben bu işi babacan bir tavırla yaptım derse içiniz rahat olsun ve işinize yoğunlaşın. Zira kötü bir durum yok. Hala ben bu meseleyi anlayamadım diyorsanız, lütfen içinizdeki kötü düşüncelerden uzaklaşın. Bilin ki şeytandandır o.

*08/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


4 Temmuz 2020 Cumartesi

Düğün Sezonu Açıldı ***


Yeni düğün sezonuna geçmeden önce bildiğimiz eski düğünlerimizden kısaca bahsedeyim. Maliyeti yüksek harcamalara değinmeyeceğim. Bu zaten bilinen bir şey. Davetli sayısına getireceğim işi. Ortalama bin kart bastırılır Konya’da. Her kart üç ile çarpılır. Ortaya üç bin kişilik bir davetli çıkar. Bu kadar misafir, bizi sevip sayıp düğünümüze gelecekse bunlara yemek vermezlik olmaz. Onca masrafın üzerine bir de düğün yemeği verilir. Bunun için düğün salonu da tutulur.

Her bir masaya 10-12 kişi gelecek şekilde oturtulur. Çorbalar dahil tüm yemekler ortak kaba konur ve herkes bu ortak kaba kaşığıyla daldırır. Zaman zaman bir tabak bir tabak daha derken iş yarışa biner. Gelen etli pilavın haddi hesabı olmaz. Tüm pilavların da azami etli, etin de yağsız olması istenir. Pilavın üstündeki et de bizi kesmez. Gözümüz denizaltındadır. Masada oturanlardan birinin aşçı, servisçi tanıdığı vardır. Selamımı söyle, denizaltı göndersin denir. Nazla, şifayla gelen denizaltı, mideye bir güzel indirilir. Tüm bu kadar yemeği mide nasıl hazmederse hazmetsin. Geride kalan bekleşen misafirlere et veya yemek yetmezmiş, hiç umurumuzda olmaz. (Bu arada Türkiye’nin ilk denizaltı geçmişi II.Abdülhamit’e dayanır. 2019 itibariyle denizaltı sayımız 14 olmuştur. Bu sayıyı azımsamamak lazım. Denizaltıların çoğunu deniz yerine düğünlerde midemize indirdik. Mide yerine denize indirseydik, bugün denizaltı sayımız daha fazla olabilirdi.)

Davetlilerin çoğunun getirdiği düğün hediyesi de genelde mutfak eşyasından ibaret olur. Bu hediyeler de sadra şifa olmaz. Çünkü düğün sahibi kap kacak ne varsa düğünden önce iğneden ipliğe almıştır zaten. Birbirinin aynısının tıpkısının benzeri olan bu hediyeler evin sote bir yerine konur. O da bir başkasına giderken ambalajını açmadan bir hediyeyi çekip alarak bir başka düğüne götürür.

Eski düğünlerimiz genelde bu şekil. Kısaca değineyim dedim ama gördünüz gibi çok da kısa anlatamadım.

Gelelim şimdiki düğünlere. Zira bu senenin düğün sezonu açıldı. Açıldı açılmaya ama eski düğünlerden iz yok bu senenin düğünlerinde. Salgın her şeyimizi değiştirdiği gibi düğünlerimizi de değiştirdi. Koronavirüsten kaynaklı pandemi dolayısıyla kimi düğününü erteledi kimi düğününü öne aldı kimi nikahla işi geçiştirdi kimi maskeli ve sosyal mesafeye riayet ederek ve yemeği kaldırarak az sayıda davetliyle düğününü yaptı. Tüm bunlar sessiz sedasız yapılıyor. Eski düğünlerdeki görkem, şatafat, kalabalık ve koşuşturma yok.

Sayfamın geri kalan kısmında düğün yapacaklar ve düğünde yemek verecekler için bir hususa işaret edeceğim. Düğün sahiplerinden bazısı ortam dolayısıyla velimeden vazgeçerken bazıları yemek verme yoluna gidiyor. Çünkü daha önce bir salonla anlaşmış, önden ödeme yapmış. Parasını geri istiyor, salon sahibi sözleşmeyi gerekçe göstererek geri ödeme yapmıyor. Parasını kurtarmak için mecburen yemek verecek. Yemek de eski düğünlerde olduğu gibi ortak kaptan yenmeyeceğine göre verilecek yemek, mecburen alakart usulü olacak. Alakart demek yemeğin maliyetini daha da artıracak ve aynı zamanda davetli sayısını sıkı dokuyup aşağıya çekmek demektir. Daha önce 1000-3000 kişiyi göze alan düğün sahibi, davetli sayısını 250-300 kişiyle sınırlı tutmak zorunda. Düğüne davet edilmedim diye bazıları alınsa da düğün sahibinin yapacağı başka bir şey yok bu durumda. Çünkü alakart usulü bir yemeğin beheri 45 lira.  Bu paraya düğün sahibi kaç kişiye yemek verebilir? Haydi düğün sahibi açıldım, açılacağım kadar. Biraz daha fazla çağırayım dese düğün salonlarının alakart kapasitesi fazla davetliyi kaldırmaz.

Burada alakart usulü yemeğe davet edilen davetliler için de bir sözüm olacak. Alakart demek aksine bir durum olmadığı müddetçe bir davetiye iki kişilik demektir. İki kişiden fazla düğüne gelmek demek, bazı davetlilerin ayakta kalması, yemeğin yetmemesi, yemek yetse de maliyetin iyice yukarıya çıkması demektir. Çoğu düğün sahibi ayıp olur diye davetiyeye “Bu davetiye iki kişiliktir” diye yazdırmıyor. Bu durumda bize yani davetlilere düşen, davete en fazla iki kişiyle eşlik etmektir. Eski düğünlerde olduğu gibi davet edildik deyip hanedeki ve evimize gelen misafire varıncaya kadar herkesi toplayıp gelmemektir ve gelirken de evimize depoladığımız mutfak eşyasını hediye olarak getirmemektir. Çünkü soyup soğana çevrilen düğün sahibinin bu sevinçli ve zor gününde maddi desteğe ihtiyacı vardır. Bunun yolu da hediye olarak para vermektir. Konuyu fazla uzatmadan mutfak eşyası hediyeden ağzı çok yanmış, bulaşığım olan bir köyün derneğinden gelen mesajı buraya alıyorum. Zira bu mesaj her şeyi anlatıyor. Fazla da söze hacet yok: “DÜĞÜNLERİMİZ BAŞLIYOR. Virüsten dolayı ertelenen düğünlerimiz hafta sonu başlıyor.  Düğünlerimizdeki hediye sandığına 10 TL de olsa muhakkak para atmaya özen gösterelim. Bu zor günlerde düğün sahiplerine yardımcı olalım inşallah. B002”

***07/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.