17 Nisan 2020 Cuma

İyi ve Kötüde Sınavımız ***

Eski Türk filmlerinde, köyden şehre gelmiş, bir başına dolaşırken kızın etrafına bir kötü dadanır. Kıza tecavüz edeceği zaman bizim başroldeki aktör; kızı kötünün elinden kurtarır. Ki olması gereken de bu.

Bu sahneyi izleyen biz kıza acır, tecavüzcüye kızarız. Aktörümüz kötüye vurdukça vur vur sesleriyle sinema salonlarını çınlatırız.

Mağdur kız, oğlana teşekkür eder. Bundan sonra kız ile oğlan arasında bir dostluk başlar. Kız, oğlanın yaptığı bu iyiliği hiç unutmaz. Çünkü kızın namusunu kurtarmıştır oğlan.

Gel zaman git zaman sonra, aralarında bir nikah ve düğün olmadan kız, kurtarıcısı erkeğe gönüllü olarak kendisini teslim eder.

Sahnenin birinci safhasında cereyan eden olayla ikinci sahnesinde cereyan eden olay, sonucu itibariyle aynı kapıya çıkar. İkisi de nikahsız bir araya gelmektir. Dinimizde her ikisi de zinadır, ahlak ve örfümüz de her ikisini tasvip etmez. Tek farkı, kız birinci sahneden memnun değil. Çünkü rızası yok. İkinci sahneden ise memnundur. Çünkü karşılıklı rıza vardır.

Hasılı biz, birinci sahneye kızarız. Çünkü fiili işleyen adam kötü roldedir. İkinci sahneyi alkışlarız. Çünkü kız bizim, oğlan bizim. Bu işi başkası yaparsa kötü, bizimki yaparsa iyi. Bu nasıl bir ruh hali ve anlayış ise bizim mayamıza işlemiştir.

Çoğumuza tanıdık gelen filmlerde işlenen bu sahneler, bize öyle işlemiş ki aynı durum gündelik hayatımızda da hız kesmeden bir anlayış olarak devam ediyor. Birbirine kutuplaşan, birbirine karşı iyice bilenen, birbirinin varlık sebebi olan kesimler, aynı sahneyi bıkıp usanmadan gündelik hayatta oynuyorlar. Filmlerden farkı, filmde rol gereği oynanan bu oyun, gündelik hayatımızda sahiden oynanıyor. Bir diğer farkı; filmde kim iyi rolde, kim kötü rolde hepsi bellidir. Seyirci de iyi ve kötü rolde hemfikirdir. Herkes iyi roldeki aktörleri destekler. Fanatik kesimlerin oynadığı hayat hikayesinde roller zaman zaman değişiyor, bazen bir kesim bazen diğer kesim, iyi veya kötü oluyor. Her kesim kendini ve yaptıklarını iyi görürken diğer kesimi kötü olarak görüyor. Hatta bu fanatikliği o kadar ileriye götürüyoruz ki bir suçtan hareketle suçun ferdiliği prensibini bir tarafa bırakarak tikelden tümele gidiyor ve eylemin işlendiği mahalledeki kesimin, tümden böyle olduğuna dair bir hüküm bile veriyoruz.

Sözü fazla uzatmadan bir somut örnek vererek ne demek istediğim daha net anlaşılsın isterim. Zaman zaman bir yurt veya sokakta taciz olayı patlak verir. Taciz tacizdir, kim yaparsa cezasını çeksin denmez. Önce bu eylem kimin mahallesinde, kim tarafından gerçekleştirilmiştir, buna bakılır. Bir kesim bu olayın üzerine giderken diğer kesim kah sessizliğe bürünür kah görmezden gelir kah savunmaya kalkar. Tüm bunlara rağmen olay hala sıcaklığını koruyor ve tacizin üzerine gidiliyorsa karşı kesimin geçmişte yaptığı tacizler servis edilir. Daha önce siz de böyle yaptınız, ne çabuk unuttunuz, bu konuda siz de çok masum değilsiniz, denir. Gün gelir, bir tacizci de öbür kesimin içinden çıkar. Bu sefer roller değişir. Biri savunmaya geçerken diğeri saldırıya geçer. Bu durum yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık vs hayatın her alanında işlenen suçlarda aynıdır. Suça, suçluya ya da iyi veya kötüye bakışımız kimin işlediğine göre değişir. İyilik yapan bizdense  göklere çıkarırken  bizden olan kötülük yapanı koruruz. Gerekirse niçin yaptığına dair gerekçeler üretiriz. Bu durum tüm kesimlerde böyledir. O yüzden iyi ve kötü net değil bizde. Netliği, bizden olup olmamasına bağlıdır. Bizden olanı ezdirmemek ve yıprattırmamak için gerekirse tüm değerlerimizi çiğneyerek savunuruz.

Sonuç olarak kendi kesiminden biri bir suça karışmışsa kol kanat gerilecek, düşmana ezdirilmeyecek. Karşı kesimden biri suç işlemişse topyekun bir saldırıya geçilecektir. Bu yüzden tüm kesimler iyilik ve kötülükte, suç ve suçluyla mücadelede sınıfta kalmıştır. Her kesimde kendi kesimi ne yapıyorsa iyidir, karşı taraf ne yapıyorsa kötüdür anlayışı hakim. Maalesef tarafgirlik, kötüyü savunacak kadar gözlerimizi kör etmiştir.

Suç ve suçluyla samimi olarak mücadele etmek istiyorsak iyi ve kötü ortak değerimiz olmalı. Suçlu hangi kesimden olursa olsun, suçun ferdiliği prensibi gereği, o kesimi tümden suçlamaktan kaçınmalıyız. Suçu işleyen hangi mahallenin ferdi ise kimse arkasında durmamalıdır ve hak ettiği cezayı almalıdır.

***21/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Nisan 2020 Perşembe

Luppo ve Ben

Cuma akşamından itibaren bir Luppo'dur gidiyor ve Luppo, Türkiye gündemine oturdu. Firma, uğraşıp didinse Luppo'nun bu kadar reklamını yapamazdı. Firma, o hengamede reklamını yapan kişiyi bulup ödüllendirse çok iyi olur. En azından belli bir miktar Luppo gönderebilir adama.

Nedir, ne değildir, nasıl bir şeydir diye merak ettim doğrusu. Çocuklarıma sordum. Baba, bilmiyor musun dediler. Hiç bozuntuya vermeden sanki getirdiniz de gördüm mü dedim. Merak ettimse de Luppo için markete gitmedim.

Bugün zaruri bir ihtiyacımı almak için markete uğradım. Bu arada sosyal mesafeye riayet ettim, maskemi de taktım.

Ödemeyi yapıp tam çıkacağım vakit, kasiyerin yanı başındaki Luppo'yu gördüm. Kızım, meşhur Luppo bu mu dedim. Evet amca dedi. Fiyatını sordum. Çok yüksek gelmedi. Paraya kıyıp ver bir tane dedim ve içimde, içim içime sığmayacak(nasıl bir şeyse) şekilde bir sevinç ve mutluluk belirdi. Hemen evin yolunu tuttum.

Akşam yemeğini yer yemez, hafta sonu sokağa çıkma yasağı esnasında yemeyi beklemeden, bir görgüsüzlük yaptım ve içinden nasıl bir şey çıkacak heyecanıyla Luppo'yu özenle açmaya kalktım. Ekmeği, vesair alışverişi bana yaptırtan 18'indeki sokağa çıkma yasaklısı oğlum, "Dur baba! Bu anı ölümsüzleştirelim. Ayrıca sen bunu yazı konusu edinirsin" dedi. Bu fotoyu çekti. Tabi, çekinceye kadar içinde ne var diye içim içimi yedi. Sonunda açtım. Hay Allah! Yabancısı değilmişim bu Luppo'ya. Görüntüsü, ambalajı ve iç dizaynı tanıdık geldi. Bildiğim Halley'miş. Tek farkı, içindeki adedin Halley'den az oluşu. Evdekilerle miras paylaşır gibi kardeş payı yaptık. Payıma düşen Luppo'yu löpür löpür mideme indirdim.

Beni ayıplayıp sen çocuk musun, onu çocuklar yer, hele bu yaşta demeyin. Benim de canım çekmiş olamaz mı? Sonra çocuk ne ise yaşlı da odur. Ayrıca ne varmış yaşımda? Unutmayın ki ne ilk yirmideyim ne de altmış beşin üzerindeyim. Özgür bir bireyim. Luppo almaya bile gidebiliyorum.

Bunu anlatıyorum ki Luppo'nun ne olduğunu bilmeyen ve tatmadığı için merak edeniniz varsa hem öğrensin hem de bir özlemle marketin yolunu tutmasın istedim.

İlerleyen günlerde market ve bakkalların camlarında "Bu iş yerinde Luppo bulunmaktadır" yazar mı, yazar. Bunu bilemiyorum ama Luppo'yu yedikten sonra üzerine sıcağı sıcağına bu yazı çıktı.

Fanatiklerin Arasında Kalmak *

Hayatın en güzel bir o kadar da zor yönü fanatikler arasında kalmaktır. Güzel yanı, aşırı gidenlerin yanında yer almamak, kimseden, hiçbir yerden bir beklenti içerisinde olmadan kendi doğrularınla yaşamaktır, bağımsız düşünmektir. Zor tarafı, fanatikler arasında doğrularının para etmemesidir. Onlara doğrunu anlatamamandır. Anlatamazsın. Çünkü dinlemezler. Konuşmana veya yazına o değilden bir kulak misafiri olurlar veya göz atarlar kendi tarafında değilsen vay haline! Ağzınla kuş tutsan dahi kendini ve doğrunu kabul ettiremezsin. Doğruyu kabul etmemesi problem değil. Çünkü herkesin, beklentilerinden müteşekkil kendi doğruları vardır. Yanında olmadığın için seni kara listeye alır ve mimler. Seni ayrıca muhaliflerin ekmeğine yağ sürüyor diye itham eder.

İki tarafın fanatiklerinin de tek istediği ortada duran, orta yolu tutmuş; doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen özgürlüğün tadına varmış kişileri, kendi saflarına çekmektir. Ya bendensin ya da karşıdansın. Ortası yok bunlar için. Farklı fikre ve bakış açısına tahammülleri yoktur. Çünkü özgün fikre karşıdırlar. Aşırı fanatiklikleri özgün fikir üretmelerine de engeldir. Çünkü bir başkası adına, gönüllü savunmacı rolü üstlenmek bu tiplere fikir ürettirmez. Bir müddet sonra üretmeye kalksalar da  kafaları basmaz artık. Durum böyle olunca aklını, fikrini, hayatını adadığı kişi veya düşünceye teslim ederler. Onların ortaya koyduğu fikir ve düşünceleri ölümüne savunurlar. Tüm savunmaları/fikirleri, kendi tuttuğu tarafı göklere çıkarmaktan, karşı tarafı da yerin dibine batırmak için kötülemekten ibarettir. Konuşurlarken de fanatik olmadıklarını sana bir güzel söylerler. Ortada duran seni de hem nalına hem mıhına vuruyor diye değerlendirirler. Çünkü onlara göre hayat, zıt iki kutuptan ibarettir. Biz ve onlar. Biz iyiliği, güzeli, doğruyu; karşı taraf ise hep kötülüğü temsil eder. Ortada kalmak ve ortada olmak onlar için renksizliktir. Ne şiş yansın ne de kebap yansın yeridir. İki tarafı da memnun etmeye çalışmak demektir. Ortada durmak korkaklığın alametidir. Bu yüzden bir tarafı tutmak gerekir.

Ne zamanki bu ülkede orta yolu tutanların sayısı artar, sözleri dinlenir, fanatikler küçük marjinal bir grup kalır, bu ülkede birçok değer, yerli yerince oturur. İşte o zaman bu ülke normalleşir. Halihazırda sayıları çok olduğu için fanatiklerin borusu ötüyor ve sesleri çok çıkıyor. Ülke de bu yüzden normalleşemiyor zaten.

Hasılı orta yolu tutup fanatik olmayanlar iki arada bir derede kalırlar, arasatta yaşarlar. Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranırlar. Böyle olsa da orta yolu tutanlar fanatikler arasında aslında bir denge unsurudur. Aşırı uçlar arasında tampon bölge görevi görürler ve en güzel yoldur. 

*22/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Namütenahi İnfaz Yasaları *

Adı ister af yasası, ister ceza indirimi, ister infaz yasası olsun, adil yargılama sonucu, suçu sabit görülmüş ve meri kanuna göre ceza almış ve cezası onanmış her kim ve suçu ne olursa olsun, mahkumların cezaevinden çıkmasına yönelik yapılan her bir düzenleme, adalet dağıtmaktan ve adaleti tesis etmekten uzaktır. Bugüne kadar mahkumların salıverilmesine yönelik değişik adlarla çıkarılmış ne kadar düzenleme yapıldıysa hiçbirinde bir kamu yararı oluşmadı. Yapılan bu düzenlemelerden halkın kahir ekseriyeti, özellikle suçun mağdur kesimi hiç hoşnut olmadı. Cezaevinden çıkanların çoğu yeniden suça karıştı. Buna rağmen Meclisimiz bu tür yasaları çıkarmaktan geri durmadı. 

Bir faydaya haiz olmadığı gibi zararının daha fazla olduğuna dair toplumun kahir ekseriyetinde bir konsensüs olmasına rağmen seçim vaadi, “kader mahkumları” veya hapishanelerin doluluk oranını düşürme gerekçesiyle çıkarılan her bir infaz yasası, “Problem değil, sen suç işle, ben arkandayım” demek olup suça teşvik anlamına gelir. Buna rağmen siyasi partilerimiz ve içimizden seçerek gönderdiğimiz vekillerimiz, bu tür düzenlemelere niçin alet olurlar, çok anlamış değilim.

Meclisin başta af olmak üzere bir ceza indirimi düzenleme yetkisi olsa da bu hak ve yetkiyi kullanmamalı. Kullanacaksa da devlete karşı işlenmiş kabul edilen suçlarda bir tasarrufa gitmelidir. Şayet vekiller, verilen bu hakkı biz, tepe tepe kullanırız düşüncesiyle hareket ediyorlarsa yaptıkları tasarrufla mahkumları salabilirler ama halkın maşeri vicdanında kendilerini mahkum etmiş olurlar. Çünkü bu tür düzenlemelerde birden fazla taraf vardır. Orta yerde bir suç varsa suçlu vardır, aynı zamanda suçlunun mağdur ettiği kesim vardır. Bir düzenlemeye imza atarken işlenen suçlardan mağdur olan kesimleri de dikkate almak gerekir. Çünkü esas affetme yetkisi onlardadır. Eğer Meclis bir düzenlemeye ihtiyaç duyuyorsa çıkaracağı kanun için mini bir halkoylaması düşünebilirdi. Bu oylamaya suçun mağdurları katılır. Oylamanın sonucunda mağdurlar, kendilerini mağdur edenleri affederse bu düzenlemenin başımız üstünde yeri vardır.  Kimsenin söyleyecek sözü olmaz.

Meclis, bir hak ve yetki kullanacaksa cezaların caydırıcı olmasına dair düzenlemeye imza atmalıdır. Maalesef bugüne kadar çıkarılan yasalar, caydırıcı olmadığı için suç oranlarında düşme de olmuyor, cezaevlerimiz yine hınca hınç doluyor. İçeride yatanların çoğu da aldığı ve yattığı cezadan dolayı pişmanlık duymuyor ve cezaevinden çıktıktan sonra da  kendisine çeki-düzen vermiyor. Hasılı yapılan onca düzenlemeye rağmen bu adalet anlayışımız, adalet dağıtmadığı gibi sürekli suç üretmeye devam ediyor. Bunda da en büyük pay Meclisindir. Ya adam gibi herkese şamil, her devre uygun kanun çıkaramıyor ya da değişik saiklarla çıkardığı kanunların arkasında durmuyor.

Ezcümle, bizim adımıza yetki kullanan devlet ve Meclis, suçluları korumaya yönelik adımlardan vazgeçmelidir. Adalete olan güveni yok eden bu tasarrufların, halkın kahir ekseriyetinde bir karşılığı olmadığı için sosyal barışa da katkısı yoktur. Unutmayalım ki çıkarılan ve çıkarılacak her bir infaz düzenlemesi, MEB’in yıllar yılı eğitim ve öğretimde uyguladığı mantığa benzer. Nasıl ki MEB, eğitim ve öğretimin içinde tutayım, onları topluma kazandırayım düşüncesiyle okullardaki başarısız ve okulların altını üstüne getiren, haylaz öğrencileri korumaya yönelik adımlar atıyor ve olan okullardaki masum ve bir hedefi olan çocuklara oluyorsa infaz düzenlemeleriyle de bilerek veya bilmeyerek suçlular korunmuş oluyor. Burada da olan suçun mağdurlarına ve topluma oluyor. Sonuçta eğitim ve öğretimimiz de yerlerde sürünüyor, adaletimiz de… Keşke suçluları korumak adına adımlar attığımız kadar dışarıdaki masum ve mağdurları korumaya yönelik adımlar atabilseydik…Yine okullarda “Ben okumak istemiyorum” diyenleri zorla sınıf geçirterek onları korumaya çalıştığımız kadar -ki bu mantık ile onlara da kötülük yapılıyor- bir hedefi olan, başarılı çocuklara yönelik adımlar atabilseydik…

*17/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


15 Nisan 2020 Çarşamba

Evde Kalmak mı yoksa Dışarıda Kalmak mı?


Bir aydır eve kapananlar, evde sıkıldık diyenler, bir an düşünün ki koronavirüs dışarıda birbirimizle temas yoluyla değil de kapalı mekanlarda, özellikle evlerde ortaya çıksa, evin bilinemeyen bir köşesinden bulaşmış olsa o zaman yetkililer ve uzmanlar, "evde kalın", yerine "evlere girmeyin", "dışarıda kalın" diyeceklerdi. O zaman ne yapıp ne ederdik? Şimdi sıkılınsa da evlerde yiyip içip yatılıyor. Olur mu öyle şey, olmaz olmaz, demeyin. Ölmez sağ kalırsak bizleri nasıl bir sürpriz bekliyor, göreceğiz.

Dışarı daha iyi demeyin. Bir düşünün ki 7'den 70'e herkes dışarıda ve evlerine girip uyuyamıyor. (Depremleri gözünüzün önüne getirin) Bu durumun belirsiz bir şekilde aylarca sürdüğünü düşünün. Her şeyden geçtim, telefonunuzun şarjı bitse nerede şarz edeceksiniz?

O yüzden beterin beteri var. Oturun, oturduğunuz yerde. Rahatınıza bakın ve sıkılmayın. Sıkıldıkça benim bu olası felaket senaryom, aklınıza gelsin. Ardından oh be, dünya varmış, deyin. Hiç sıkılmayacaksınız.

14 Nisan 2020 Salı

Görevden Alınmayı mı Tercih Edersin yoksa İstifa Etmeyi mi? *


Kamu veya özel sektör olsun bir yerde yöneticilik görevini yürütmekte olan makam sahipleri için zaman zaman “görevden alındı...el çektirildi...istifası istendi...” gibi sözleri duyarız. Futbol kulüplerinde teknik direktörlük yapanların başına daha fazla gelir.

Hiç tasvip etmiyorum “görevden alındı” türü sözleri. Kendi başıma gelmiş gibi üzülürüm bu yol ile alınanlara. Bunun başka yolu olmalı diyorum. Çünkü bu üslubu kırıcı ve onur zedeleyici olarak görürüm. Pekala “nöbet değişimi yaşandı...görevi bıraktı...emekliliğini/affını istedi...” gibi bir üslubun tercih edilmesi daha şık kaçar diye düşünüyorum.

Sonucu itibariyle aynı amaca hizmet etmesine rağmen gönül alıcı üslup yerine, niçin onur kırıcı üslup ve yollar tercih edilir? Tek aklıma gelen, görevden alınan kimsenin istifa seçeneğini kullanmaması geliyor. Biliyorum tüm sorumluluğuna rağmen koltuk tatlıdır. İnsan oturduğu koltuğu kolay kolay bırakmak istemez… Kendisine yetki, sorumluluk ve koltuk verilen her bir insan geldiği koltuğun hakkını vermek, başarılı olmak, adından söz ettirmek ve o koltukta kalıcı olmak ister. Kendinde de o yeteneği görüyor olabilir. Şayet bu koltuk sahibi,
·         İstenen/beklenen başarıyı gösterememiş, beklentilerin altında kalmış ve kurumunu ileriye taşıyamamış ise,
·         Koltuğun hakkını yeterince veremiyorsa,
·         Heyecanını kaybetmiş ve kendi kendini tekrarlamaya başlamışsa,
·         Kendini yetiştirememiş ve geliştirememişse,
·         Kurumunda sosyal barışı bozuyor, personelini motive edecek katkı sağlayamıyor ise,
·         Risk almaktan kaçınıyorsa,
·         Sayısız mazeret ve gerekçelerin arkasına sığınıyor, eksikliği kendinde değil, başkalarında buluyorsa,
·         Kurumunda ağırlığını hissettiremiyor, etkisiz elemanlara oynuyor ise,
·         Bariz hata yapmış, bu hata onulmaz yaralar açmış/açacak ise,
·         Amirleriyle bir eşgüdüm içerisinde uyumlu çalışamıyor, onlara ayak uyduramıyor, onların hızına yetişemiyor ve amirleri, kendisi ile çalışmaktan haz almıyor ise,
·         Kamuoyunda kendisine karşı hoşnutsuzluklar oluşmuş ve varlığı birlikte çalıştığı insanlara zarar verir hale gelmiş ise…

Bu durumda o koltuğu hala işgal etmesinin bir anlamı var mı? Niye görevden alınmayı bekliyor? Yapışık mı o koltuk kendisine? Anasından bu koltukla mı doğdu? İstifa denen bir mekanizma var. Alır eline beyaz kağıdı. Görevden affını isteyen bir dilekçe yazar ve istifa eder. Bu istifanın, basında ve kamuoyunda “falan görevini bıraktı…affını istedi…koltuğunu terk etti…” şeklinde yer alması daha hoş ve şık kaçmaz mı? Bu yol ile kendi onurunu koruduğu gibi hem de koltuk sevdalısı olmadığını göstermiş olur. Ayrıca birlikte çalıştığı insanların da elini rahatlatmış olur ve bıraktığı kuruma da taze bir kan ve heyecan gelmesine -en azından giderken- katkı sağlamış olur.

Batı ülkelerinde en ufak bir hatada tek taraflı bir tasarruf diyebileceğimiz bu istifa seçeneği, sıkça kullanılırken bizim ülkemizde bu yol ve seçenek maalesef nadiren işler. Bunu da ancak kendine güvenebilen az sayıda kişi yapabiliyor. Unutmayalım ki insan onuru, koltuktan daha önce gelir. Zira insan onuru için yaşar.

*15/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




13 Nisan 2020 Pazartesi

Doğu Toplumlarında İstifa Müessesesi ***

Cuma akşamı 22.00 sularında 31 ilde sokağa çıkma yasağının ilan edildiğine dair yapılan açıklama üzerine, alışveriş yapmak için halkın bir kısmının, fırın ve bakkalların önünde sosyal mesafeye riayet etmeden oluşturduğu kalabalıklar, yürütülmekte olan süreci sekteye uğratabileceği endişesiyle kamuoyu nezdinde eleştirilmişti. Yapılan tüm bu eleştiriler üzerine İçişleri Bakanı Sayın Soylu, Pazar akşamı sokağa çıkma yasağı sona ermeden, “oluşan bu tablodaki payın kendisine ait olduğunu belirterek görevinden ayrıldığını” açıkladı. Bomba etkisi yapan bu istifa, Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmedi ve konu kapandı.

İstifa yerindeydi, değildi, Soylu hatalıydı veya değildi üzerinde durmayacağım. Zaten Soylu, sürecin bu noktaya gelebileceğini öngöremediğini belirterek hata yaptığını kabul etmiş ve hatasını savunmamıştır. Bu açıklamayı yaparak özeleştiri yapan birine, hala hatalısın demenin bir anlamı yoktur. Zira hatalı olduğunu kabullenmek bir erdemdir. Her insan kolay kolay hata yaptığını kabullenmez. İnsanlar hata yapabildiği gibi yönetimlerde görev yapanlar da hata yapabilir. Böyle durumlarda özür ve ardından istifa etmek, erdemli ve bir o kadar da onurlu bir davranıştır, çünkü hatayı üstlenmiştir.  Çoğu kişi, hatasını kabullenip özür dilemez. Zira özür çoğu kimseye zor gelir. İstifa, küçümsenecek bir davranış değildir. İcra ettiği makamdan feragat etmektir, koltuğu kendisinin boşaltmasıdır, “kazanılmış hakkım zayi olacak” dememektir, koltuğa yapışıp kalmamaktır. Tek taraflı bu istifa müessesesini işletenler, gücünü makamdan değil, makamına güç veren kalite ve kalifiye kişilerdir. Nereye giderlerse kalitelerini konuştururlar ve gittikleri yere değer katarlar.

Ülkemizde ve Doğu toplumlarında bu tek taraflı müessese, pek işlemez ve işletilmez. Koltukta oturan, kurumunu yerlerde süründürse, hata üstüne hata yapsa bile aklına gelmeyen tek şey, kendisinin istifa etmesi gerektiğidir. Rezil ve rüsva olsa da toplumda bir itibarı kalmasa da kafalar kuma gömülür ve yola devam edilir. Çünkü kerameti kendinden menkul bilir, kendini vazgeçilmez Hint kumaşı gibi görür. İstifa ederse kurumun daha da kötüye gideceğine, kaçıp gitme gibi değerlendirileceğine, itibar kaybedeceğine, kendisini inandırdığı gibi etrafını da inandırmaya çalışır. Halbuki istifalar  kişiye itibar kazandırır. Çünkü yönetim makamında olan birinin makamından ayrılması “Parada, pulda, makam ve mevkide gözüm yoktur, hata yaparsam tüm bunları terk ederek bedelini öderim. Ne beni getirenleri ne de kendimi yıpratırım. Ben anamdan yönetici olarak doğmadım” demesidir.

Türkiye’de pek görülmez bu istifa müessesesi. Bireysel istifalar olur, sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Demirbaş gibidir bu ülkede yöneticilik. Attın mı kapağı, ancak emeklilik ve ölüm ayırır bizi oradan. Bu durum kamu kurumlarında böyle olduğu gibi siyasette de böyledir. Girdiği sayısız seçimlerde istenilen başarıyı gösteremeyen, partisini iktidara taşıyamayan parti liderleriyle doludur bu ülke. STK’larımız da böyle, cemaat ve tarikatlarımız da. “Ben partimi ileriye taşıyamadım” deyip ayrılmayı düşünen olsa bile yanındaki bazı kişiler, onu bu düşüncesinden vazgeçirmeye muvaffak olurlar.

Hasılı istifa kabul edilir veya edilmez. Ama bu ülkede pek işlemeyen istifa müessesesinin zaman zaman işlemesi en büyük temennimdir. Çünkü her istifa taze kandır, yeni bir heyecandır, birlikte çalıştığın insanlara yol açmak ve ellerini güçlendirmektir. Şayet tek taraflı olan istifa mekanizması işletilmeyecekse, o zaman kurumların başarılı olmasını, kişilere endeksli olmayacak şekilde kurumsallaştırmak ve kurum kültürünü yerleştirmek gerekiyor. Kurumlarda kurum kültürü yerleşirse yönetimin başında kimin olması pek fark etmez. Devlette de süreklilik, yerleşik düzen ve hafıza bu şekilde sağlanmış olur.

***14/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.