17 Kasım 2019 Pazar

Bu Ülke Başka İnançların Yolgeçen Hanı Olmamalı ***


İnsanın yeme, içme gibi fiziki ihtiyaçlarının yanında inanma gibi doğuştan gelen ihtiyaçları vardır. İnsanın bu inanma ihtiyacını gidermek ve onları doğru inanca yöneltmek için Allah sayısız peygamberler göndermiştir. Hz Adem ile başlayan ilahi dinlerin sonuncusu İslam, peygamberi Hz Muhammed, kitabı da Kur’an-ı Kerim’dir.

İnsanların inançları kendilerinedir. İstedikleri dini seçme özgürlükleri vardır. Fakat bir milleti millet yapan değerlerden bir tanesi de dindir. İslam ülkesi olarak bilinen bu ülke insanının ne kadarı İslam dinine inanıyor? Burası muamma. Gerçi kaba ifadeyle bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman diye söylenir. Gerçekten öyle mi? İnsanımıza tek tek inançları sorulsa “Müslüman’ım” diyenlerin dışında başka bir inanca inananların çoğu inançlarını gizleme yoluna gideceğini düşünüyorum. Hatta Müslüman olmadığı halde toplum içinde Müslüman’ım diyenlerin sayısının da az olacağını düşünmüyorum.

Bu ülke insanının ne kadarı Müslüman bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, bu ülke başka inançların yolgeçen hanı gibi. Aşağı yukarı tüm inanç sahipleri, misyonerleri vasıtasıyla bu ülke insanının inanç yapısını değiştirmeye çalışıyor. Bu konuda epey mesafe kat ettiklerini düşünüyorum.
Adana’da bulunduğum yıllarda “Yehova Şahitleri” olduğunu söyleyen bir karı-koca ile birkaç saat bir görüşme imkanım oldu. Tanışma esnasında isimlerinin Davut-Emine olduğunu işitince şaşırdım. Davut diğer ilahi dinlerin mensupları tarafından da verilen bir isim. Fakat Emine bize ait bir isim. Kadına “Sizin adınız Emine. Nasıl Yehova oldunuz” dediğimde “Evet, ben daha önce Müslüman idim. Zamanında namaz kılıp oruç da tuttum. Sonradan Yehova Şahidi oldum” demişti.  Bastırdıkları broşürlerde ana tema “İsa-Mesih’in yeryüzüne ineceği” inancı idi.
Yine Adana’da iken Kore’den gelmiş, Hıristiyanlık propagandası yapan Musa adını almış bir misyonerle görüşme imkanım oldu. Daha önce Konfüçyüs iken Hıristiyan olmuş ve yetiştirildikten sonra Adana’yı mesken seçmişti Musa. Bana Adana’da 50 kadar kilise evlerinin olduğunu söylemişti.
Lisede derse girerken okulda ender namaz kılan ve oruç tutan bir öğrenci kadir gecesi günü yanıma gelip Hıristiyan olacağını söylemişti. Çok mu beğendin dediğimde “Tek amacım var, yurtdışına gitmek. Geçen hafta arkadaşımla birlikte kiliseye giderek oradaki yetkililerle görüştük. Hıristiyan oldukları takdirde kendilerine pasaport çıkartabileceklerini söylemişler. Arkadaşım Hıristiyanlığı seçti ve kendisine pasaport çıkartıldı. Ben düşünmek için zaman istedim. Hıristiyan olursam beni de Yurtdışına gönderecekler” demişti.

Verdiğim örnekler Adana’dan. Konya’dan yok mu derseniz, size bir de Konya’dan bilgi vereyim: Geçen gün bir veli benimle görüşmek istediğini söyledi. Ayaküstü biraz lafladık. Orta kısmını İHL’de okumuş bu velimiz öp öz Konyalı, bir ilçenin köyünden. Biz ailecek Bahai’yiz dedi. Çocuğunun da şu anda Bahai olduğunu 15 yaşına gelince inancını seçmede serbest olacağını ifade etti.  Nasıl Bahai oldun dediğimde Antalya’da Bahai biriyle tanıştığını ve Bahailiği seçtiğini söyledi. Bana cep numaranı verir misin, uygun bir zamanda sizinle konuşmak istiyorum, dedim. Karşılıklı numaramızı aldık. İnşallah uygun bir zamanda kendisiyle Bahailik üzerine konuşacağım. Ayrılırken şunu söyledi: “Kur’an öğrenmek için … Kur’an kursunda çok dayak yedim” dedi.

Verdiğim örnekler benim karşılaştığım örnekler. Türkiye’nin diğer yerlerinde hangi inanç sahipleri ülkem insanının ne kadarının inancını değiştirmek için çaba sarf ediyorlar? Varın sayısını siz düşünün. Yalnız şu kadarını söyleyeyim. Biz birbirimizi “Hadis düşmanı, sünneti inkar ediyor…gelenek dinine inanıyorlar…bunlar oryantalistlerin ülke içindeki uzantıları…bunlar sapık…bunlar modernist…” diye suçlayalım, bu kavgayı bitirmeyelim, yaşantımızla insanlara güzel örnek olmayalım, birbirimizin altını oymaya çalışalım, camiye gelene toplu vaaz verelim, hutbe okuyalım, görüşlerimizi İslam budur diye dayatmaya devam edelim, insanımızın ayağına gitmeyelim, insanımıza dokunmayalım, Kur’an ve din öğretimi için şiddeti mubah görmeye devam edelim…bu ülkede başka inançlara geçenlerin sayısı her geçen gün artacaktır. Halihazırda deist olanların sayısında bir artışın olduğu hepimizin malumu zaten. Bunların bir ileri merhalesi ya başka inanca geçecekler ya da ateist olacaklar.

Görüyorum ki doğuştan gelen bu inanma ihtiyacını biz giderememişiz. Bizim boş bıraktığımız alanı başkaları dolduruyor. İsterim ki bu ülke insanına başkaları inançlarını allayıp pullamadan biz ulaşalım.

***21/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Kasım 2019 Cumartesi

Gerilimden Beslenmek

Türkiye'de kutuplaşma eksik değildir. Zıt kutuplar birbirini besler ve destekler. Birbirlerinin varlık sebepleridir. Biri olmadan diğeri yaşayamaz. Kutuplaşma olacak ki savundukları değer ve görüşleri gündemde kalmaya devam etsin. Bundandır ki değişik prokovatif eylemler eksik olmaz bu ülkede. Bu tür olan veya yapılan her eylem vasıtasıyla bir kutba ait olanlar daha bir kenetlenirler ve karşı tarafa bilenirler. Bir kesim saldırıya geçerken diğer kesim savunmaya geçer. Atışma bir müddet devam eder. Hayat tam normale dönmeye başlarken başka bir olay patlak verir. Bu sefer saldırı diğer taraftandır. Taraflar teyakkuza geçer yeniden. 

Başörtüsü, dindar ve mütedeyyin insanların kırmızıçizgisidir. Toplum başörtülüleri benimsedi artık derken biri, başörtülü birine saldırır. Dindar ve mütedeyyin kesim vurmaya başlar. Bir başka zaman biri, açık giyimli birine bir söz söyler. Diğer kesim ayağa kalkar. Bir kesimde bir taciz olayı oldu mu diğer kesim asar keser, aslan kesilir ve yargılar. Bir başka zaman öbür kesimden bir taciz olayı olur. Bu sefer diğer kesim atışlara başlar. Orta yerde gündem olacak bir vaka olmazsa geçmiş defterler açılır, kopyala-yapıştır yapılarak suni bir gündem oluşturulur. Tüm bu olaylar olurken kimse, suçun ferdiliği üzerinde durmaz. Suçu işleyen kimsenin kimliğinden hareketle "Bunlar böyledir" denilerek tüm o kesim suçlanır. 

Durum o kadar vahim ki tarihi şahsiyetler bile mahalleler tarafından paylaşılmıştır. Onların övdüğünü biz yereceğiz, bizim yerdiğimizi onlar övüp göklere çıkaracaklardır. Onların andığına biz bir başkasını anarak cevap vereceğiz. 

Hasılı inandığımız davanın devamı ve bizimle birlikte hareket edenlerin kenetlenmesi gerilim çıkmasına bağlıdır. Yeter ki karşı tarafa malzeme verelim, karşı taraf kullanabileceği bir malzeme bulsun. Pireyi deve yaparız.

Sonuç olarak Türkiye'de gerilimden beslenen tüm kesimler karşıt kulvarlarda olsalar da birbirinin kopyasıdır. Soğukkanlılık yoktur. Aklın önüne duygularını geçirirler. Taraftarlarını bilemek için karşı tarafın zaaf göstermesini pusuda bekler dururlar. Ne zaman zayıf noktasını buldu, akbabalar gibi üşüşür. Taraflar birbiriyle çarpışırken gerilimden beslenenler de perde gerisinde keyif çatar ve karınlarını doyurmaya devam ederler. Ekmek teknesi ne de olsa...

Dokunabilmek

Yazmaya başlarken neyi dert ediniyorsam, onu yazacağım" demiştim. Dört yıldır da yaptığım, dilimin döndüğünce  dağarcığımda olanı boşaltmak oldu. 

Zaman zaman yazılarımı okuyanlarla karşılaşıp birkaç kelam ettikten sonra konu döner dolaşır, yazılarıma gelir. Ayaküstü yazılarım üzerine dönütler alırım. İşte onlardan bazıları:
—"Çok sitemkâr yazıyorsun."
—"Yazılarını takip ediyorum. Ama iyi dokunduruyorsun."
—"Çok sert yazıyorsun."
—Çok kapalı yazıyorsun. Biraz açık yazsan olmaz mı?"
 —"Hem nalına hem mıhına vuruyorsun." şeklinde.

Önce geri bildirimlerdeki kelimelere bakalım. Sonra üzerinde birkaç kelam edelim. 
Sitem: Bir kimseye, yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık gibi duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtme.
Dokundurmak: Bir şeyi üstü kapalı ve sitem yollu hatırlatmak, tariz etmek.

Tariz etmek: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taş.


Hem nalına hem mıhına vurmak: 1.Hem bu yanı hem de öbür yanı desteklemek.



2.Tutarsız davranmak.


Konusuna göre ve o anki haleti ruhiyem gereği zaman zaman sitemli yazdığım, dokundurduğum, kapalı yazdığım doğrudur. Yazarken eleştirdiğim kişi veya kesimin de koruması gereken bir onuru olduğunu düşünür; kırmadan, dökmeden cümle arasında dokundururum. Alınsın ve gereğini yapsın isterim. Kolay kolay isimlere yer vermem. Çünkü işim kişilerle değil, yaptıklarıyladır. Bir nevi yapıcı eleştiri benimkisi. 

Sitemli yazmak, dokundurmak ve tarize eyvallah derim. Ama "Hem nalına hem mıhına" eleştirisini asla kabul etmem. Zira benim mizacıma ve yetişme tarzıma ters bir durumdur. Yazılarımda bir tarafım ben. Ama kimsenin tarafında değilim. Zira kişilerle değil benim işim. Yazarken objektif olmaya gayret ederim. Önce bir durum tespiti yapar, ardından eleştirir, sonra olması ve yapılması gerekeni işlemeye çalışırım. Bir o yanı bir bu yanı asla desteklemem. Bir sözü, davranışı veya tasarrufu methederken söyleyene bakmam. Olması gereken budur derim. Yine bir söz veya davranışı eleştirirken söz ve davranışın sahibine bakmam. Yapılan hareketin yanlışlığını işlerim. Çünkü doğru tek tarafa ait değildir, evrenseldir. Doğru yerde duranın yanlışları olabileceği gibi yanlış yerde duranın da doğruları ve doğru söyledikleri olabilir. Hasılı benim yolum doğru olanın yanıdır. Bunda da bir çelişki ve tutarsızlık görmem. Olması gereken budur düşüncesindeyim. Benden istenen dün eleştirdiğini bugün övme veya dün övdüğünü bugün tenkit etme isteniyorsa ben bu tutarlılıkta(!) yokum. Çünkü benim işim, yolum tarafgirlik değil. Tarafını tuttuğum kişilerin yanlışlarını ortaya koymak, onları herkesten önce eleştirmek benim temel prensibimdir. Ötesi bana yabancıdır.

Bir diğer yaptığım husus yanlış diye eleştirilen husus ve konuyu irdeleyerek yanlış yapanı bu yanlışa iten psikolojiyi ele almaya daha doğrusu anlamaya çalışırım.

Hasılı yolun ortasında durmaya çalışan birisiyim. Birilerinin tarafı, adamı olma gibi bir niyetim, birilerine yaranma düşüncem hiç olmadı. Bundan sonra da olma niyetim yok. Şahıs merkezli değil, düşünce ve prensip merkezli olma gayretindeyim. Düşüncesi, fikri, zikri ne olursa olsun doğrunun yanındayım. Doğruları yazabilirsem ve dokunabiliyorsam ne mutlu bana!




Ara Tatilin Altını Doldurabilseydik Keşke! *

İlk, orta ve lise talebeleri bugün ilk defa ara tatil ile tanıştı. Bu karar alındığı zaman içi doldurulduğu takdirde bu tür ara tatillere sıcak baktığımı söylemiştim. Gelin görün ki her dönemde birer haftalık tatilin ötesinde herhangi bir yenilik yok. Olmasını istediğim uygulamalar olmadığına ve sorun olarak gördüklerim devam ettiğine göre hazır öğrenciler ara tatile başlamışken biz büyükler özellikle sorumlu insanlar, bu uygulama üzerine bir kez daha düşünelim isterim. 

Ara tatilin ne getirip götüreceğini, olumlu olup olmayacağını bir eğitim ve öğretim sonunu bitirdiğimiz zaman daha iyi anlayacağız. Şu kadarını söyleyeyim ki 19 Mayıs itibariyle uzatmalara oynayan, okuldan kopan çocuklar, haziran sonunu nasıl getirecekler? Bekleyip göreceğiz.

Şimdi gelelim tekrar bu ara tatil konusuna. Eğitim ve öğretimde yeni bir uygulama olan bu ara tatil ile birlikte bir takım yenilikler de uygulamaya konabilirdi. Bunlar neler olabilir? Kısaca değinmek isterim:
1.Ortaokul ve liselerde her branş öğretmeninin her dönemde yapmak zorunda olduğu sınavlar kaldırılmalıdır. Çünkü bu sınavlar herhangi bir amaca hizmet etmemektedir. Yapılan bu sınavlara ilave olarak öğretmenlerin verdiği sınıf içi performans(eskinin sözlü yerine geçen puan) ve -varsa- proje ödevi puanlarının aritmetik ortalaması alınarak öğrencinin sınıf geçme puanı ve teşekkür veya takdir almasına yaramaktadır. Başka da bir yararı yoktur. Bu sınavların öğrencinin başarısını ölçen gerçek bir sınav olmadığını MEB biliyor olmalı ki liseye gitmek için 8.sınıfın, üniversitede bir bölüm kazanmak için 12.sınıfın sonunda merkezi sınavlar yapmaktadır.)
2.MEB, 5. ve 9. sınıf haricindeki diğer sınıflardaki genel derslerin sınavlarını merkezi yapmalıdır. 6. 7.  ve 8. sınıfın her döneminde birer merkezi sınav yapılmalıdır. Toplam 6 sınavın ortalaması ile öğrenci, lise tercihi yapabilmelidir. Yine aynı şekilde 10. 11. ve 12. sınıfın her döneminde birer kez yapılan merkezi sınav ortalaması ile öğrenci üniversite tercihi yapabilmelidir. 
3.Merkezi sınavda alınan puan, aynı zamanda öğrencinin hem sınıf geçme puanı hem de teşekkür ve takdir hesaplanmasında kullanılmalıdır.
4.Öğretmen, merkezi sınavlarda öğrencinin sorumlu olduğu konuları anlatmakla yükümlü olmalıdır.
5.Merkezi sınavlarda soru çıkmayan derslerin değerlendirilmesi puanla olmamalıdır. Başarı kriteri olarak "başarılı" ve "başarısız" şeklinde bir değerlendirme yapılmalıdır.
6.Merkezi sınavlar, ara tatillerden önce yapılıp sınav sonrası öğrenciler birer haftalık tatil yapmalıdır.
7.Beşinci ve dokuzuncu sınıfın sonunda yapılacak yerel bir sınav ile öğrencilerin seviyeleri belirlenmelidir. Öğretmen bir üst sınıfta gireceği sınıfın seviyesini bilmelidir. Merkezi sınavlarda öğrencilerin aldığı puan ortalaması aynı zamanda öğretmenin performansı olmalıdır. Öğretmenin nakli ve özlük haklarının iyileştirilmesi bu kriterlere göre olmalıdır. Bu sistemin oturması ve uygulanabilmesi için ders öğretmeninin öğrenci ve veli üzerinde bir yaptırımı olmalıdır...

* 18/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Kasım 2019 Perşembe

Atatürk’ü Doğru Anlatmanın Zamanı Gelmedi mi? ***


Ebediyete intikalinin ardından 81.yılında anılan Atatürk'ün, 10 Kasım törenlerinde törenle ilgili bazı okullarda küçücük çocuklara Atatürk posterine secde ettirme görüntülerini görünce pes doğrusu! O kadar da değil dedim içimden. Değişik yerlerde çekilen birer dakikalık görüntüler Atatürk'ü anma konusunda bazılarının hangi noktaya evirildiklerini göstermesi bakımından manidar. Küçücük ilkokul çocukları Atatürk posterlerinin önüne sırayla geliyor, posterin altına iliştirilmiş "Cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, inkılâpçılık, halkçılık, devletçilik" ilkelerinden bir tanesini alıp yere seriyor, ardından diz çöküp secdeye kapanıyor. 

Sosyal medyada paylaşılan, gazete ve televizyonlarda haber olarak verilen bu görüntülerin, birkaç değişik versiyonuna baktım. Görüntüler tek yere ait değil. Ortamları ve renkleri farklı. Tüm okullarda böyle bir görüntü olmasa da bazı okullarda birbirinin kopyası olarak yapılmış olması, bu secde ettirme fiilinin gerisinde organize bir el olduğunu gösteriyor. Servis edilen görüntülerin yaklaşık birer dakika olması bana manidar geldi. Sanki birileri özellikle bu fiili  işlemeye, işletmeye ve servis etmeye ön ayak olmuş görünüyor.

Bugüne kadar bu tür anma programlarında secde etme olayını ne gördüm ne duydum. Sanırım ilk oluyor. Gittikçe Atatürk daha iyi anlaşılacağı yerde iş, tapınma noktasına kadar götürülmüş. Eğer bu görüntüler kurmaca ve düzmece değil ise bu işe ön ayak olanlar maalesef birer öğretmen. Bu inançlarına da yaptıklarının ne anlama geldiğini bilemeyecek yaştaki küçük çocukları alet etmişler. Keşke bu emellerine küçük çocukları alet etmeselermiş! Haydi bu inançtaki öğretmenler, kafalarındaki bu sapık düşüncelerine öğrencilerini alet ettiler diyelim. Okullar sadece öğretmenlerden ibaret değil. Öğretmenler böyle bir eyleme kalkıştıkları zaman o okulların yöneticilerinin elleri armut mu topladı? Niçin müdahale etmediler? Milli Eğitim Bakanlığı, bu görüntüler için inceleme başlatmış. Sonuç ne çıkar bilmiyorum ama kafasındaki inancı, öğrencilerine yansıtan bu tür öğretmenlerin elinden çocukları kurtarmak lazım. 

Şu anda biz sonucu tartışıyoruz. Asıl yapmamız gereken bu sonuca giden yolları masaya yatırmalıyız. Bana göre aşırı sevgi ve aşırı nefret bizi bu noktaya getirdi. Çünkü aşırı sevgi ve aşırı nefret bir ifrat ve tefrit durumudur. Göz ve gönülleri kör eder. Her ikisi de birbirini besler. Sağlıklı düşünme ve hareket etmenin önüne geçer. Atatürk istediği kadar "Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacak..." desin. Aşırı sevenleri onu tapınılacak bir ilah görmeye başlamışlar bile. Atatürk'e ülkeyi kurtarmasının ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasının ötesinde insanüstü bir anlam yüklenmiş. Aşırı yüceltmenin bir sonucudur bu. Kur'an, Hz Muhammed'in ağzıyla "Ben de sizin gibi bir insanım. Tek farkım bana vahiy gelmesi" diyerek insanları yüceltmenin tehlikesine dikkat çeker. Peygamberimiz "Hıristiyanların İsa peygamberi yücelttiği gibi yüceltmeyin" der. Çünkü aşırı sevgilerinden dolayı Hıristiyanlar Hz İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmeye başlamışlardı.

Bu durumda ne yapmak lazım? Atatürk doğru anlatılmalı, gelecek nesillere düzgün aktarılmalı. Atatürk'ün de bir insan olduğu, 1938'in 10 Kasım'ında öldüğü, bu ülkeye TC’yi miras olarak bıraktığı işlenmeli. Yanlış anlaşılmaya zemin hazırlanmaması için 1938'in sekizi düzgün yazılmalı. Sonsuzluk işareti olan 8'i yatay (193∞) yazmaktan vazgeçilmeli. Bir diğer yapılması gereken, Diyanet İşleri Başkanlığı türbe ziyaretlerinde ziyaretçileri uyarmak için 12 maddelik "Türbe Adabını" yazar. Aynı maddelere MEB "Ölmüşler başta olmak üzere Allah dışında kimsenin önüne secdeye kapanılmaz" şeklinde bir 13.madde ekleyerek bu uyarı levhasını Atatürk büst ve posterlerinin olduğu yere koydurmalı. Yoksa giderekten içinden çıkılmaz bir yola doğru gidiyoruz.

***16/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.




11 Kasım 2019 Pazartesi

"Bizden Değil" ***

Eskiden dindar ve mütedeyyin insanlar değişik gruplar içerisinde yer alsa da ufak tefek ayrılıkların dışında yeknesak görünürdü. Bir, iki grup dışında birlikte hareket ederler, ortak basın toplantısı düzenlerlerdi. Allah'ımız, kitabımız, kıblemiz bir idi ne de olsa. Aynı peygamberin ümmetiydik. Birbirimizi kardeş bilir, sıkıntılı anlarda birbirimizle kenetlenirdik. 

Cemaat ve grupların hemen hemen hepsi, devlet nezdinde vebalı idi. Devlet onlara, onlar da devlete soğuk idi. Devleti yöneten hükümetler ve kurumlar mütedeyyin insanlara mesafeli idi. Hepsi sıkı bir denetimden geçirilirdi. Devlet adına iş yapanların dağıttığı avantadan faydalanan yok gibiydi. Kadrolaşma nedir bilmezlerdi. Bireysel başarısı ile bir yere gelenler ise kendilerini gizleme gereği hissederlerdi. Tek dertleri: Çocuklarımız okullarında kılık kıyafetiyle okuyabilsin, katsayı mağduriyeti kalksın, devletten üvey evlat muamelesi görmeyelim, mürteci ilan edilmeyelim, çocuklarımız değerlerimize uygun yetişsin, ülkede adalet hâkim olsun, haksızlıklar olmasın vs idi.

Gel zaman git zaman dindar ve mütedeyyin insanlar iktidar, güç, koltuk ve para imkanlarına kavuştu. Sınanacaklardı artık. Sınanıyorlar halihazırda. İmtihanı geçip geçmeyeceklerini Allah bilir ama görüntü pek iç açıcı değil. Grup ve cemaatlerin çoğu, daha önce devlet tarafından korunan ve deşifre olan cemaat görünümlü yapıdan boşalan yerleri kapmaca oynuyorlar bugün. Çoğu nereye, ne kadar kendilerinden olanı yerleştirebilirse kâr mantığı güdüyor. Ortaya çıkan mirası paylaşma derdindeler. Göz diktikleri yerde diğer cemaat veya gruplara ait birisi varsa "Bizden değil" deyip boşalttırmanın yollarına bakıyorlar. Kitabımızın ve kıblemizin bir olması bir şey ifade etmiyor. Hatta engel. Çünkü "bizden değil" düşüncesi hâkim. Göz diktiğimiz koltuktaki insanı alaşağı etmek de zor değil. O kişi hakkında "O FETÖ'cü demek yeterli. FETÖ'cü değilse bile "FETÖ ile yeterince mücadele etmedi, pasif kaldı, onları koruyup kolladı" denmesi yıpratmak için yeterli. Bilirler ki yıpranan kişiye yol görünür ve kendilerine kapı açılır.

Sonuç olarak koltuk, makam, güç ile sınanan dindar ve mütedeyyin insanlar güç zehirlenmesi yaşıyor. Hemen hemen hepsi su akarken testilerini doldurmakla meşguller. Hak, hukuk yanımıza yaklaşamaz artık. Mücadelemiz başkasıyla değil, kendimizle. Yani kitabı bir, kıblesi bir olanlarla. Çünkü "Bizden değiller." Onun bulunduğu yere ve diğer yerlere bizim tedrisimizde yetişenler daha layık. Bu görüntümüzle cemaat ve grup aidiyetimizi İslam kardeşliğinin önüne geçirdik. Yani İslam kardeşliği elimizde güç, kuvvet ve imkân yok iken sığındığımız bir şemsiye imiş. Dürüstlüğümüz elimizde gücün olmamasıymış.

Güç ve imkân bizim zaafımızı ortaya çıkardı. Rabbü'l alemin böyledir. Herkesi zayıf yönüyle sınar. Hz Âdem’i de zayıf noktası ölüm ile imtihan etmişti. O da kaybeden oldu. Ama Hz Âdem, yaptığı hataya hiçbir gerekçe üretmeden tövbe yolunu seçti, hatasında ısrarcı olmadı ve sonunda Allah'ın ilk seçilmişi ile şereflendi. Bizim için de zaman geçmiş değil. Yaptıklarımıza hiçbir mazeret bulmadan nedamet duyarak yapacaklarımızdan vazgeçmek suretiyle samimiyetimizi gösterebiliriz.

***14/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Mevlid'i Nebi ve 10 Kasım'ın Ardından *


8 Kasım'da Mevlid'i Nebi adıyla Hz Muhammed'in doğumu değişik etkinliklerle cami ve salonlarda anıldı. Hemen iki gün sonrası 10 Kasım'da da ölüm yıldönümü dolayısıyla Atatürk, okul bahçelerinde ve şehirlerin meydanlarında anıldı. 

Niyetim Hz Muhammed ile Atatürk'ü karşılaştırmak değil. Zira ayrı kulvarların insanı her ikisi de. Biri Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilmiş ve İslam'ı yaymış, diğeri de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusudur. Her ikisini de bir arada almamın nedeni düzenlenen anma programları üzerinedir.

Oldum olası anma programlarına sıcak bakmadım. Bu durum Hz Muhammed için de Atatürk için de geçerlidir. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın ölünce cenazeye karşı görevler layıkıyla yerine getirilir. Ölüm taze olduğu için zaman zaman hatırlanır ve hayırla yad edilir. Ötesi abartma, dayatma, mevzuatın arkasına sığınma olur. Aynı durum doğumlar için de geçerlidir. Vefat etmiş kişilerin doğum gününü kutluyoruz. Bunlardan birisi de Hz Muhammed'in doğum günü. Fatımilerle birlikte anılmaya başlanmış, günümüze kadar gelmiş.

Dine ve ülkeye hizmeti geçmiş insanlar elbette unutulmaz. Unutmamamız lazım. Bize yol gösterecek söz ve eylemlerini hatırda tutmamız lazım. Fakat belirli gün ve haftalar kapsamına alınınca anmak mecburi hale geliyor. Haydi andık diyelim. Anmalarımız önceki yıl anmalarının küçük bir kopyası. Anmaları niçin yapıyoruz? Andığımız kişileri anlamak, onlar gibi olmak, onları örnek almak, onların yolundan gitmek için yapılır. Peki biz andığımız kişileri anlayabildik mi? Haydi anladık. Onlar gibi olabildik mi? Peygamberimizin vefatının ardından 1448 yıl, Atatürk'ün vefatının ardından 81 yıl geçmiş...çok anlayabildiğimizi ve onların yolundan gittiğimizi söyleyemem. 10 Kasım törenleriyle geldiğimiz nokta, küçücük çocukların Atatürk posterleri önünde secdeye kapandırılmasına kadar vardırıldı iş.

Bu ülkede hem Hz Muhammed hem de Atatürk ekseriyet tarafından sevilip sayılmaktadır. Kimsenin bu iki şahsiyeti unuttuğu yok. Çünkü her ikisi de tarih sahnesinde başarılı olmuş iki şahsiyettir. Sevmeyeni yok mu? Vardır elbet. Bugüne kadar seven sevmiş, sevmeyen sevmemiş. Tören düzenlemekle, program yapmakla bu  iki şahsiyeti, sevmeyenlere de sevdireceğiz düşüncesi varsa tören ve programla kimse sevdirilemez. Program yapılacak ve tören düzenlenecek ise de gönüllülük esasına dayalı olması lazım. Trafiği aksatacak şekilde yolları kapatmanın, katılım listesi oluşturmanın, katılmayan veya katılamayana inceleme ve soruşturma başlatmanın, tören ve program organizasyonunu yapanın gözden kaçan hata ve yanlışlarının deve yapılmasını doğru bulmuyorum. Hele küçücük çocukların diz çöktürülüp Atatürk posterinin önünde secde ettirilmesinin hiç makul bir izahı olamaz. Herhalde önünde secde edilmesini Atatürk görmüş olsaydı bu işe ön ayak olanları yerin dibine sokar ve “Sizin Atatürkçülükten anladığınız bu ise ben Atatürkçü falan değilim” derdi. Yine düzenlenen her türlü programlara katılımda, mahalle baskısını andırır bir tavır içine girilmesini doğru bulmuyorum.

Merak ettiğim, gelip geçmiş önemli şahsiyetler için niçin günü beklenir? Onları anlamak için illaki güne gün, saati saatine anma programı düzenlemek gerekmez. Hz Muhammed, Atatürk veya başkaları, anılmaya devam edilecek ise bunun yolu, bu tür anmaları doğal akışına bırakmalı. Salon programları şeklinde düzenlenmeli. Programa konuşmacı olarak işin uzmanları davet edilmeli. Tarihi, önemli şahsiyetlerle ilgili hala anlaşılmayan, kapalı yönleri varsa o yönleri vuzuha kavuşturulmalı.

* 16/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.