22 Ağustos 2019 Perşembe

İşi Kurul ve Komisyonlara Havale Etmek

Bizim ülkemizde bir sorun ortaya çıktığında o sorunu çözmek için iş kurul ve komisyonlara havale edilir. Komisyon o meseleyi enine boyuna inceler, bilgi ve belge toplar, gerekirse tarafları dinler, teknik bir iş ise gerekirse bilirkişiye rapor hazırlatır. Ardından derleyip topladığı bilgilere kendi kanatlarını da ilave ederek nihai bir rapor hazırlarlar ve atamaya yetkili makama sunarlar. 

FETÖ ile mücadele etmek amacıyla her birimde kurulan komisyonlar, 2016 Temmuz'undan itibaren adlarını sıkça duyurmaktadırlar. İşleyiş itibariyle bu komisyonlar mahkemelerin üzerinde bir yetkiye sahipler. Yani mahkeme kararları kendilerini bağlamıyor. Kısaca bu komisyonlara kanaat komisyonları da diyebiliriz. Çünkü en az üç kişiden oluşan bu üyeler tamamen kanatlarına göre görüş bildirmektedirler. Kişi mahkemeden berat veya takipsizlik alsa, devlet gözünde suçlu ve tehlikeli görülmese bile komisyonlar kişiyi göreve başlatabildiği gibi başlatmayabiliyor veya görevden uzaklaştırabiliyor ya da ihraç edebiliyor. Kimse bunlara niçin böyle bir kanaat serdettiniz, niçin bu kişiyi göreve başlattınız veya başlatmadınız diyemez. Çünkü inisiyatif tamamen kendi uhdelerinde.

FETÖ ile mücadele edilmesin, bunun için komisyonlara gerek yok demek istemiyorum. Elbette eli kanlı bu sinsi örgütle mücadele edilecek. Bunun için komisyonlar da kurulacak. Fakat komisyonlarımız ellerindeki bu yetkiyi ekseriyetle kişinin lehinde kullanmıyor, yargılama sonucu onları bağlamıyor. Kişinin tehlikeli biri olmadığına kanaat getirseler bile "Biz bu kimseyi görevine başlatır veya görevine iade edersek FETÖ'cüleri korumuş oluruz ve bize de FETÖ'cü derler" endişesiyle kişiyi kazanma uğruna bir tasarrufta bulunmuyor. Bu durum asansörün yeni çıktığı dönemde vatandaşın asansöre binmesine yardımcı olsun diye görevlendirilen bir görevlinin, vatandaşa yardımcı olmamasına benzer. Kazara vatandaş kendiliğinden asansöre binmeye kalkarsa görevli "Hemşerim, ne yapıyorsun sen, biz burada eşek başı mıyız" deyip vatandaşı fırçalamasına ve asansöre bindirmemesine benzer. 

Komisyonlar, hakkında şüphe duyulan kişiyi inceledikten sonra göreve başlamasında sakınca görmediklerini hızlı bir şekilde görevine iade etmeli, sakınca gördükleri için gereği için rapor hazırlamalı. Temizlik komisyonu olarak çalışmamalı. Çünkü komisyonun görevi devleti korumaya almakla beraber kişiyi de korumak olmalıdır. Kişiyi yaşatırsak devlet de yaşar. Çalışmasını yaparken bu ülkenin 40-50 yılına mal olan bir toplumsal vakıayı gözardı etmemeli. Çünkü mağduriyetler arttıkça bu ülke sosyal barıştan biraz daha uzaklaşır. Komisyon zina suçu işleyip itiraf eden bir kadına ceza vermemek için her yolu deneyen Hz Muhammed'i örnek almalıdır. Yani öldürmeyi değil, yaşatmayı esas almalıdır.


Siyaset İlkeler Üzerine Yapılmalı

İçinde bulunduğum camianın yıllardır savunduğu bir fikri vardı: Sandıkla gelen sandıkla gider, sandığa saygı duyacaksınız, derdi. Buna karşılık karşı kesim, "Demokrasilerde her şey sandık değil" derdi. Şimdi görüyorum ki her iki kesim, değişmeyen tek şey değişimdir sözünü kendilerine referans almış görünüyorlar. 

Bizde boşu boşuna birimizin ak dediğine diğerimiz hep siyah der diye birbirimize kızıp durur, ah bir defa da asgari müştereklerde birleşseler der dururduk. Sağ olsunlar, serzenişimizi duymuş olmalılar ki her ne kadar aynı görüş etrafında birleşemeseler de birbirlerinin daha önceki görüşlerini emaneten de olsa almış oldular. Bence sevindirici bir durum bu, büyük bir aşama. Böyle böyle hepsinde olmasa bile asgari müştereklerde buluşacak gibiyiz. Sadece biraz daha bekleyeceğiz.

İşin esprisi bir tarafa. Ki bunun şakası bile hoş değil. Maalesef siyasetimizin ve insanımızın geldiği nokta bu. Pozisyona göre tavır almak dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Halbuki siyaset prensipler üzerine yapılırsa o siyaset acı olsa da sonuçları itibariyle tatlıdır. Prensipler, yeri geldiği zaman kişinin elini kolunu bağlar ama bir dik duruştur, ilkeli davranıştır. Siyaseti de ilkelerimiz üzerine yapmalıyız diye düşünüyorum.

İlkeli davranmak her şeyden önce rakip ve muhataplarımıza güven verir. Bugün ne kadar da ihtiyacımız var bu güven ortamına.

Demokrasi demek, seçimle gelmek demek her istediğini yapmak demek değildir elbet. Seçilmişin seçenlerden bir farkı yoktur. Hatta seçmene göre seçilenlerin daha fazla sorumlulukları vardır. Yoğurdu üfleyerek yemeliler. Suç işleme gibi bir lüksleri yoktur. Devletin emanet ettiği koltuğu ve bütçesini istediği şekilde hoyratça kullanamazlar. Kullanmaya kalkarlarsa devletin yetkili organlarının elleri armut toplayacak değildir. Mutlaka gereğini ve gerekeni yapacaktır. Fakat devlet bu yetkilerini kullanırken toplumsal bölünme ve infiale sebebiyet vermemek ve toplumun bir kesiminin nefretini üzerine çekmemek için bu işi yargıya havale etmeli. Yargı hızlı bir şekilde kararını vererek sonucuna herkes katlanmalı. 

Bir diğer husus, özellikle belediyelerimizin imkanları geniş ve buralarda büyük paralar dönmektedir. Yerel başkanlıklar diyebileceğimiz belediyelerde kamu kaynaklarının harcanmasında özensiz davranıldığı bir gerçek. Bunun önüne geçmenin yolu da iyi bir denetimdir. Ülkemizin en büyük eksikliği denetimsizliktir. Denetim varsa da ya art niyetle yapılır ya üstü örtülür ya da minareyi çalan kılıfına uydurmuştur. Adil ve şeffaf denetim şart. Ucu kime dokunursa dokunsun.

Bir diğer husus, seçimle gelen bir başkan "Beni halk seçti, ben istediğimi yaparım" aymazlığı içerisine giremez. Belediye mevzuatında neyin, nasıl yapılacağı bellidir. Başkanlar yetkilerini kılıfına uydurarak kötüye kullanmamalıdırlar.  


21 Ağustos 2019 Çarşamba

Sosyal ve Siyasi Olaylara Bakışımız *


Sosyal ve siyasi olaylarda tek doğru yoktur. Doğruya giden onlarca yol olabilir. Kişilerin bakış açısına, yetişme tarzına, sırtında taşıdığı yumurta küfesine, taşıdığı hassasiyete, yaptığı göreve ve  olayların ne tür sonuçlar vereceği düşüncesine göre değişir. 

Kişi asker veya polis ise olayın çözümünü suçluyu yakalamaktan geçer diye düşünür. 
Kişi yargı mensubu ise fail hakim karşısına çıkarılarak cezalandırılmalı, der.
Siyasetçi ise bir olay karşısında, elimdeki yetkiyi kullanmazsam, olaylar iyice sarpa sararsa görevimi ihmal etmiş olurum, halk ve muhalefet beni eleştirir, diye düşünür.
İktidar sorumluluğu olmayan muhalif siyasetçiler, olaya daha demokrat ve eleştirel yaklaşırlar. Olaya anında müdahale edilirse de eleştirirler, gecikilse de. Çünkü işleri eleştirmektir onların.
Milliyetçi kesim, asla taviz verilmemeli, gereken yapılmalı, der.
Bazı kişilerde vardır ki meydana gelen olaya müdahale etmeyi sonuçları itibariyle değerlendirir. Olaya bu şekil yaklaşmak telafisi mümkün olmayan sonuçlara gebe olabilir, şeklinde düşünür.
Bir kesim daha var ki bu kesim iki ayrı kesimden oluşur. Ya savunur ya da eleştirir. Bu iki kesim olayı yapanla, olaya müdahale eden kesimi savunur. Olayı yapan kendilerinden ise haksızlık yapıldı, der. Olaya müdahale edenler kendilerinden ise iyi oldu, olması gereken budur, derler. Bu son kesimin kendilerine ait bir fikri yoktur. Sürü psikolojisiyle yaşarlar. Bir düşüncenin, bir siyasi görüşün fanatikleridirler. Bu tipler TBMM genel kurulunda parti grup başkan vekilinin, oylamada takındığı tavra göre hareket eden vekiller gibidirler. Kalabalık etseler de, sesleri çok çıksa da, moral bozsalar da irapta mahalleri yoktur.

Diğer kesimlerin olaylar karşısında takındıkları tavırların -doğru ya da yanlış- bakış açılarına göre bir mantığı vardır. Her birinin bakış açısında bir doğruluk payı olabilir ama parçalardan bir doğru çıkmayabilir. Yanılma ve yanlış yapma olasılığı fazladır. Bana göre olayları, ortaya çıkması muhtemel sonuçları itibariyle değerlendirenler sosyal ve siyasi vakaları daha doğru okuyanlardır. Kısa vadede doğru oldukları anlaşılmayıp tepkileri üzerlerine çekseler de uzun vadede doğru yolda oldukları anlaşılır. Çünkü bu bakış açısında perdenin gerisi gözetilir ve bir öngörüde bulunulur. Öngörüleri çıkmayabilir, endişeleri yersiz olabilir ama sosyal ve siyasi olaylarda izlenmesi gereken yol budur. Yani çok yönlü düşünmektir. Yangına körükle gitmemektir. Daha soğukkanlı ve sağduyulu hareket etmektir. Bu yön aynı zamanda halkı da germez.

Sosyal ve siyasi konularda kullanılan tasarruflar kişiler tarafından eleştirilebilir. Önemli olan eleştirilere tahammül etmek, gerektiğinde faydalanmak ya da kimseyi töhmet altında bırakmadan eleştirilere makul cevaplar vermektir. 

*04/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Sonuçları İtibariyle 15 Temmuz

2016'nın 15 Temmuz gecesinde yaşadığımız sürecin iki yönü var: Kanlı darbe teşebbüsünden dolayı lanetlenecek bir gün, diğeri de darbeye direnerek bedel ödeyen milletin zaferi.

Burada hepimizin yaşadığı bu darbe sürecini ve darbe gecesinde ortaya çıkan devlet ve millet bütünleşmesini anlatacak değilim. Zira hepiniz biliyorsunuz. Bugün bu yazımda bu menfur darbe teşebbüsüne bir başka açıdan bakacağım. Önce sorularla başlayalım.

15 Temmuz hain darbe teşebbüsünü planlayıp uygulamaya koyanların amacı neydi? Başarılı olsalardı seçilmiş bir hükümeti indirip ülkeyi uzun yıllar yönetmek miydi? Niyetleri iç savaş çıkarmak mıydı? Soruları çoğaltabiliriz. Darbe başarılı olmadığı için ülkeyi yönetme arzularının ve iç savaş çıkarma niyetlerinin olup olmadığını bilemeyiz. Hedefe ulaşmamış bu darbe teşebbüsüne, ortaya çıkan sonuçları itibariyle bakarsak acaba darbeye teşebbüs edenlerin amacı topluma güvensizlik tohumu ekmek olabilir mi? Eğer böyle bir niyetleri varsa bu darbe başarıya ulaşmış demektir. Çünkü hiç olmadığı kadar bugün birbirimize güvenmiyoruz. İşe alımlarda "Acaba bir FETÖ izi var mı" diye sınavı kazananları veya göreve başlayacakları didik didik inceliyoruz. Hakkında iyi malumat edinemediklerimizi sözlü mülakatlar marifetiyle eliyoruz. Yazılı ve sözlüyü geçenleri güvenlik soruşturması adıyla aylarca süren bir istihbarattan geçiriyoruz. Mahkeme ve istihbaratın, başlamasında ve görev yapmasında bir sakınca görmediği kişileri kurumlarda oluşturulan komisyonlar vasıtasıyla bir güzel daha sorgu ile terletiyoruz. Görev yapanları en ufak bir şüphe ile önce açığa alma, ardından ihraç etme yoluna gidiyoruz. Mahkemelerin takipsizlik verdiği kişiler göreve dönmek için kurumuna dilekçe verdiğinde geri göreve başlamaları bir mucize. Çünkü göreve başlatılıp başlatılmamaları üç kişiden oluşan komisyonun inisiyatifinde. Yani iki dudaklarının arasında. Çünkü yetkileri geniş. Göreve başlatsalar da kimse niye başlattın demez, başlatmasalar da. Süre sınırı da yok ellerinde. 

Devlet, iş verdiği veya işe alacağı kişileri böyle süzgeçten geçirirken kamuoyunda ve sosyal medyada kişiler birbirlerini FETÖ'cü ithamıyla da karalamaya devam ediyorlar. 

Namaz kılan veya başörtülü bir çalışan görüldüğünde "Acaba FETÖ'cü olabilir mi" diye içimizden geçiriyor ve onlardan şüpheleniyoruz. Zaman zaman dün birlikte iş yaptıklarımızı bile FETÖ'cülükle veya FETÖ'cüleri korumakla ya da onlarla yeterince mücadele etmedi diye suçluyoruz.

Hızımızı alamayıp oğlu, kızı, damadı, kardeşi FETÖ'cü olanları da FETÖ'cü görüyor, suçun ferdiliğini unutarak onları da kara listeye alıyoruz. 

Cemaat olarak bilindiği dönemde içlerinde kalmış, 15 Temmuz itibariyle yapının ihanetini gördükten sonra "Ben bu yapıyı tanıyamamışım" deyip bildiklerini anlatarak devletin yanında yer alanlar mahkemeden takipsizlik alsalar bile komisyon, göreve başlatma yönünde inisiyatifini kullanmıyor. Göreve başlatsak bizi de FETÖ'cü görürler endişesi taşıyor. Hem komisyon hem de kamuoyu "Dur bakalım, pişman mı? Yarın FETÖ tekrar güçlense bunlar tekrar yapının hizmetine koşarlar" niyet okuyuculuğu yapıyor. Halbuki pişmanlık duyup itirafta bulunanlar ve yapının çözülmesine katkı sağlayanlar tabir yerindeyse FETÖ'yü satmıştır. FETÖ tekrar bu topraklarda filizlenmeye başlasa ilk uğraşacağı kişiler, kendisini satan bu kişiler olur.

Hasılı belki de şüphenin şüphesini hatta bir paranoya durumunu yaşıyoruz. Kimse kimseye güvenmiyor. Bu durumu görünce acaba darbe planlayıcılarının gerçek niyeti aramıza güvensizlik tohumu ekmek miydi diye düşünmeden edemiyorum. Böyle bir niyeti yoktu ise de darbenin üzerinden üç yıl geçmesine rağmen toplumda bir güvensizlik durumu hakim. Oluşan bu durumun bugünden yarına kalkacağı da yok.

20 Ağustos 2019 Salı

Göbek Gösterme Furyası ***


Öyle bir ülkede, öyle bir devirde, öyle hızlı değişim yaşıyoruz ki on yıl önce vefat eden mezarından kalkıp gelse yabancı bir yere geldim sanır. Günümüzde değişen devirle birlikte giyim kuşamlarımız da değişiyor. Erkeklerin dünü ve bugünü arasında pek fark yok. Kadın ve kızlarımızın, adına moda dedikleri bu rüzgara -kadınların dışında- yetişebilene aşk olsun. Bu rüzgar esmeye devam ettiği müddetçe birçok meslek kaybolsa da herhalde kaybolmayan tek meslek kadınlar üzerine çalışan stilistler olur.

Modada renk ve desenin, dar, ince veya bol giyinmenin, yırtık ve vücut hatlarını gösteren elbiselerin ötesine geçtik artık. Tüm çaba ve sarf edilen efor kadınları nasıl giyindiririz, daha doğrusu kadın ve kızları neresinden, nasıl soyarız üzerine kurulu. 

Önce etek deyip bacaklarını, ardından göğüs üstünü, sonra omuzlarını, daha sonra bele kadar sırtlarını açtık. Baş zaten açık… Şimdi de göbeklerini meydana çıkardık. Biraz vücut yapısına güvenen, göbeğini açıyor. Böyle giderse sahil kenarında ve denize girmek için giyilen bikinili giyimler sokak ve caddelerimize sirayet ederse hiç şaşırmayacağım. Kız ve kadınlarımızda bu giyme ve modaya uyma furyası olduğu müddetçe daha neler göreceğiz neler! Modacıları tebrik etmek lazım burada. Ne sürüyorlarsa alıcısı var, hiçbir ürünleri ellerinde kalmıyor.

Cin şişeden çıktı artık. Bir daha şişeye girmez. O, bu, şu, başkası ne dermiş; kimsenin özellikle kadın ve kızlarımızın öyle bir sorunu yok artık. Çünkü baskın kültür öyle emrediyor ve "Ne varmış kıyafetimde? Herkes öyle giyiniyor" denip yarışırcasına giyiniliyor. Giyiniliyor diyorum, tamamen dil alışkanlığı. Soyunuyoruz artık. 

Elbise demeye bin şahit dediğimiz giyimler kısalıp küçüldükçe fiyatlar da düşse eh devir tasarruf dönemi, kızlarımız aile bütçesine katkıda bulunuyorlar, hatta giderekten giyime para vermeyecekler diyeceğim. Fakat fiyatlarda bir düşme olmadığı gibi yukarıya doğru bir çıkış söz konusu.

Durum aynen anlatmaya çalıştığım gibi değil mi? İnanın eksiği var, fazlası yok, abartı zaten yok anlattıklarımda. Bu komedi, bu savrulma nerede durur? Bilinmez.

Kadınlar üzerine yazmak zordur, bilirim. Karşılığında "Sapık mısın sen, gözün bizim vücudumuzda ve göbeğimizde mi" deyip bir araba laf işitmek de var. Kendileri bilir. Niyetim ahlak polisliği falan değil. Herkes kendi hayatını yaşar amma velâkin bu gidişat, iyi bir gidişat değil; bilsinler, hepimiz bilelim.

Hani diyorum, hazır kadın ve kızların göbeği açılmışken benim neyim eksik diyerek onlara gıpta edip ben de göbeğimi açsam mı diyorum. Off! Göbek sorun... En iyisi zayıflayayım. Göbeğimi eritip çıta gibi olayım. Bu arada ar damarımı da çatlatayım, olur biter. Sonra göbek görün siz... Bekleyin ve beni izlemeye devam edin.

***22/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Tek Sermayesi Konuşma Olanlar

Teknoloji ile birlikte dünya küçük bir köy olsa da, biz bugün dünyanın her bir köşesinde cereyan eden bir olaydan anında haberdar olsak da bu küçücük dünyada her birimizin dünyası farklı farklı. Biz bize yaşadığımız bu dünyada her birimizin ilgi ve ihtiyacı ne ise aslında onu yaşıyoruz. Şöyle dünyalılar da az değil aramızda:

Okur-yazar değildir. Çünkü anne-babası okutmamıştır. Çocukluk ve gençlik hayatı köyde bağ-bahçe ve hayvan otlatmakla geçmiştir. Köyünden daha büyük bir köye giderek medeni halini değiştirmiştir.

Gittiği yerde de tarla, bağ, çubuk işlerinde bir işçi gibi eşine yardım etmiş, işten dönünce kendini, bekleyen ev işlerine ve ardı arkasına doğmuş çocuklarına bakmıştır.

Radyo yok, televizyon yok, gazete yok; çevresinde görmüş, geçirmiş kimse de yok. Tek yaptıkları uzun kış gecelerinde eş-dost, akraba oturmalarına gitmek olmuş, diğer iş-güç zamanı dışında, herkesin gelip geçtiği yolun bir köşesinde komşularıyla beraber oturmuş ve mahalle çarşısı diyebileceğimiz bu yerde yarenlikler yapılmış. Gündemde ne varsa o konuşulmuş. Gündem derken dünya ve Türkiye gündemi değil. Kimin dağarcığında ne varsa o konu ortaya dökülmüş. Oğlandan, kızdan, gelinden, kaynana ve kaynatadan önce biri, sonra diğeri sırayla içini dökmüş. Kim evlenecek, kim nişanlandı, kim hasta; kim kiminle küs, hangi gelin babasının evine küs gitmiş hepsi masaya yatırılmış. Yoldan kim geçiyorsa onunla laflanmış, ayaklarına kadar gelen bohçacıdan inci-boncuk alınmış. Tüm bunları yaparken de elleri boş durmamış. Kimi kocasına ve çocuklarına çorap, kimi kazak örmüş, kimi de kızının çeyizliğine hazırlık olsun diye önünde model, kanaviçeye iğne geçirmiş. 

Hasılı mahalle çarşısında kimin eteğinde ne taş varsa dökülür. Bu sokak oturmalarından iki taraflı faydalanılır. Herkes buradaki öğrendiğini "Benden duymuş olma da" deyip gidip bir başkasına satar. Dünya ve Türkiye gündeminden farklı bu gündemlerle bellekler bu şekil doldurulur.

Gel zaman, git zaman oğlan-kız evlenir. Hepsi anne-baba ve iş-güç sahibi olur. Sokak kültürüyle yetişen ve bir başlarına kalan yaşlılar ise çaresizlikten ya oğlanın ya da kızın evine sığınırlar. Çünkü bir başına ve bakıma muhtaçlar artık. Eski arkadaşlarından çoğu da dünyalarını değiştirmiştir. Sığındıkları evler eski köy hayatını andırmıyor, bahçeli evler kalmamış. Çoğu apartman hayatı yaşıyor.

Buralara gelen yaşlılar dairelerde esir hayatı yaşamaya başlıyorlar. Sokağa çıksalar, kimseler yok. Olsa da köy hayatındaki sokak kültürü şehir hayatında olmaz. Çıkmak istese de vücut gitmem diyor, yani çekmiyor. Evde bir başına oturmak dünyanın en büyük işkencesi onlar için. Televizyon izleseler gözler yeterince görmez, sesi kafa götürmez. Kitap okusa zaten okur-yazar değiller. Uyusa, ağrı-sızı uyutur mu? Sonra uyusa, nereye kadar uyuyacak? İbadet yapsa…biter mi ömür bu şekil? Geriye ne kaldı, ne yapacak bu tür yaşlılar? Dünyadan ve gündemden kopuk bu yaşlıların sermayeleri var: Biri geçmiş müktesebatları diyebileceğimiz anıları, diğeri bunları anlatacak dilleri. Bir üçüncü sermayeye daha ihtiyaçları var. O da bu anıları dinleyecek bir veya birkaç hayırsever. Kim çıkarsa bahtlarına artık. Yeter ki bulsunlar ve denk getirsinler. Anlatır dururlar. Anlattıklarını bir daha anlatırlar, hem de bıkmadan usanmadan. Araya sözü kesen bir durum girerse arıza giderildikten sonra yarım bıraktıklarını kaldıkları yerden anlatmaya devam ederler. Dinleyeni bezdirse de onlar anlattıkça rahatlayıp içlerini boşaltırlar. Çünkü tek sermayeleri konuşmaktır. Ötesi eziyet.

Bir diğer sermayeleri daha vardır. Yanı başlarından hiç ayırmadıkları ve aranır aranmaz açtıkları telefonları. Bu yönleriyle "duymadım, telefonum şarjdaydı, açamadım, müsait değildim" diyen gençlere taş çıkartırlar. Yeter ki bir arayan olsun. İçini boşaltırlar telefona. Yaşadıklarını ve gördüklerini bir bir anlatırlar. Ardından sizde ne var, ne yok deyip karşıdan aldıkları bilgi ve haberleri de dağarcıklarına bir güzel yerleştirirler. Sonra onları bir başkasına servis ederler. Gördüğünüz gibi sermayeleri sadece geçmiş anılarından ibaret değil, böylece bilgi akışı da sağlıyorlar. Telefonla bir başkasını aramayı bilmeseler de karşı tarafı seslerinden çıkarırlar. Kimin ne zaman aradığını, kimin ne zamandır aramayıp hal hatır sormadığını da akıllarında tutarlar. Geç arayan fırçayı da yer bu arada.

Haydi son olarak bir başka sermayelerinden daha bahsedeyim: Poşet dolusu ilaçları hep yanı başlarındadır. Sırası geleni atarlar. Kaç tane kaldığını da parmak hesabıyla bilirler. İlaçları daha bitmeden “Şu ilaçtan bu kadar kaldı” deyip uyarırlar. Elden başka bir şey de gelmiyor. Allah bundan geri koymasın.

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Attığımız Taş, Ürküttüğümüz Kurbağaya Değmeli *

Yıllardır ağzımızın tadını kaçıran, bir başka işe yönelmemizi sekteye uğratan, uğruna binlerce can verdiğimiz, devletin tüm imkanlarını seferber ederek mücadele ettiği terörle mücadele, hız kesmeden her yerde devam ediyor. Buna paralel olarak terör ve teröriste yardım ve yataklık, alınan tüm tedbirlere rağmen bitmediği gibi mantar gibi üremeye veya ayrık otu gibi çıkmaya, dal-budak salmaya devam ediyor. Öldürsek de bitmiyor, yargılayıp cezaevine koysak da bitmiyor, başkanlıklarını düşürsek de bitmiyor. Teröre destek veriyor diye aldığımız belediye başkanlarının yerine atadığımız kayyumlar, tüm imkanları seferber ederek atandığı şehri imar etmeye çalışıyor. Yeni bir seçim yaptığımızda teröre destek veriyor dediğimiz başkanlar veya bir başka kopyası, daha fazla oy yüzdesi ile yeniden başkan seçiliyor. Sonuç, tekrar başa dönüyoruz. Yani kellim kellim la yenfeu.

Terörle mücadelemizin sonucu hep böyle değil mi? Neyi yanlış yapıyoruz da sonuca ulaşamıyor ve bataklığı kurutamıyoruz? Sonuçta bataklık sivrisinek üretmeye devam ediyorsa terörle mücadelede sonuç alıcı yeni yol ve yöntemler bulmamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü şu ana kadar bu alanda attığımız her adım, terörü bitiremediği gibi destekçilerini de kesemedi. Öyle atış yapmalıyız ki attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değmeli. Nedense bizim attığımız her taş, kötü huylu kanser hücresi gibi vücudun her bir tarafına yayılıyor.

Sonuç alınamıyorsa terörü ve destekçilerini kendi haline bırakacak değiliz elbet. Ama polisiye tedbirlerle ve kanundan aldığımız yetkiyi kullanmakla olmuyor bu işler. Toplumsal barışa da hizmet etmiyor. Yaptığımız her tasarruf terörle mücadele kadar toplumsal barışa da hizmet etmelidir. Bunun için önce;
*Adalete güven tesis etmeliyiz. Herkes ve her kesim adalete güvenmeli.
*İdarenin kısa süreli görevden uzaklaştırmasının dışında her türlü görevden alma ve ihraç mahkeme kararına bağlanmalı. Mahkeme kararı kamu vicdanını rahatlatmalı. Halk adalet yerini buldu demeli.
*Cezaevlerimiz içeriye giren suçluyu eğitecek şekilde düzenlenmeli, verilen cezalar caydırıcı olmalı. Hapisten çıkan tövbekar olarak çıkmalı.
*Terör ve terörist olanlarla teröre yardım ve yataklık yapanların arasındaki organik ve inorganik bağı kesecek ikna edici bir dil ve üslup geliştirilmeli. Bu aşamada asla diyalog kesilmemeli. Kimse ötekileştirilmemeli. Kimseye toptancı davranılmamalı. Kendimizi daha iyi anlatacak ortamlar geliştirmeliyiz.
*Terörün dış bağlantısını kesmek için iyi bir diplomasi yürütülmeli. Çünkü hiçbir terör örgütü dış bağlantı olmadan yaşayamaz.
*Terör örgütüne katılan insan gücü ve maddi destek kesilmeli. Devlet istihbaratı aracılığıyla iyi bir iz sürmeli. Örgüte katılma meyli olanları yakın takibe almalı. Örgüte katılımın önü kesilirse terör uzatmalara oynar.
*Terörle bağı, kuvvetli bulgulara dayalı kişilerin seçimlerde aday yapılmamasının tedbirleri alınmalı.
*Başta belediyeler olmak üzere terör örgütlerine destek veren kurumlar sıkı ve sürekli denetimden geçirilmeli.
*Her türlü yargılamalar adil olduğu kadar hızlı olmalı.
*Düşüncesi, milliyeti ne olursa olsun doğuştan gelen haklar verilmeli.
*Silah çeken, bomba patlatana karşı devlet yumruğunu balyoz gibi indirirken diğer taraftan halkının tamamına şefkat elini uzatmalı.
*Ortak yaşamanın yollarını bulacak projeler geliştirilmeli.

Anlatmak istediğim polisiye tedbirlerden ziyade terörü kökten çözecek kalıcı tedbirleri uygulamaya koymamız gerekiyor. Tüm bunları yaparken de yapacaklarımızın makul izahını yapmalıyız. Herkesi olmasa da çoğunluğu ikna etmeliyiz. Öyle şeyler yapmalıyız ki her attığımız taş hedefine isabet etsin ve vurduğu yeri tedavi etsin.

*21/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.