20 Nisan 2019 Cumartesi

Zirveden Dibe

*Vizyon
*Misyon
*Azim
*Ekip ve ekip ruhu
*Samimiyet ve göründüğün gibi olma
*İbadet aşkıyla çalışma
*Herkesi kucaklama ve olduğu gibi kabul etme
*Tutumlu olma
*Kim kendini ne şekilde tanımlıyorsa aksi ortaya çıkmadığı müddetçe kişi veya grupları öyle kabul etme 
*Az konuşma ve çok icraat
*Plan, program, hedef
*Kendini sürekli yenileme ve geliştirme 
*Başkasının derdiyle dertlenme
*Halkı okuma vs zirveye çıkarır ve zirvede tutar.
                                         ***
*Kibir, gurur ve büyüklenme
*Küçümseme ve basite alma
*Hakaret etme, ötekileştirme ve kutuplaştırma 
*Ekibini küstürme, kırma, incitme vs yollarla kaybetme ve ekip ruhuna önem vermeme
*Kişi veya kurumları resmi adlarından ziyade hakaret içeren isimlerle anma 
*Kendini tekrarlamaya başlama 
*Eleştiri ve tenkide açık olmama 
*Önüne gelene kızma ve ayar verme
*Sağlıklı düşünememe 
*Çok konuşma
*Hata kabul etmeme
*Çevreye korku salma
*Kimseye güvenmeme, kimseyi beğenmeme
*Savurganlık 
*Dostları azaltıp düşmanı çoğaltma
*Kendi üzerinden düşmanlarını birleştirme,
*Sık sık çelişmeye başlaması, çeliştiğini de kabul etmemesi 
*Vatandaşın cebine dokunmaya başlanması
*Şımarma
*Alternatifinin olmaması 
*Bahane ve mazeretlerin arkasına sığınma
*Suçu başkasına atma, her suçu dış saldırıya bağlama 
*Ehliyet ve liyakatin yerini sadakatin alması gibi durumlar da zirveden indirir. Bu zirveden iniş birden olmaz. Önce duraklar, sonra gerileme başlar, ardından ya yok olur gider ya da umuma hitap etmeyip marjinalleşir.

Zirveden iniş durdurulamaz mı? Durdurulur elbet. Bunun için;
*Yüzleşme, öz eleştiri, itiraf ve özür
*Eskiyen ve hata yapan yüzleri değiştirme, vitrini değiştirme
*Hataların kamuoyuyla paylaşılması 
*Kendini yenileme
*Küskünlere zeytin dalı uzatma
*Yeniden güven telkin etme
*Hatadan dönme gibi yollar zirveye yeniden tutunmaya yardımcı olabilir.



Gönüllerde Kurduğun Tahtı Devam Ettirmek İstiyorsan...

●Güven vermelisin.
●Adil olmalısın.
●Kimsenin ekmeğiyle oynamamalısın.
●Kamu malını yetim malı bileceksin. Ne kendin yiyeceksin ne de etrafına. Ülkenin ürettiği katma değeri her bir bireye verdiği katkı oranında faydalandıracaksın.
●Kamuya eleman alımında tek kriterin ehliyet ve liyakat olmalıdır. Kamunun imkanlarından ülkenin tüm mozaiklerini faydalandırmalısın.
●Yaratılana Yaradan'dan ötürü değer vermelisin.
●Kimseye saygıda kusur etmemelisin.
●Küçümsememelisin.
●Hakaret etmemelisin.
●Nezaketi ve tatlı dili elden bırakmamalısın.
●Kimseyi ötekileştirmemelisin. Hep kucaklayıcı olmalısın.
●Kırdığın, küstürdüğün kişiler varsa gönüllerini almaya çalışmalısın.
●Ömrünü adam kazanmaya, gönülleri fethetmeye adamalısın.
●Az, öz ve yerinde konuşmalısın. Önüne gelene cevap vermemelisin. Dilin değil, vücudun, beynin çalışsın.
●Meydan ve ekranlarda çok görünmemelisin. 
●Kendini özletmelisin.
●Mikrofon, kalabalık, alkış ve güç afetinden korunmalısın. 
●Bir derdin olsun. Bu derdin çözüm mercii isen dert yanmamalısın ve şikayet etmemelisin.
●Kimseye korku salmamalısın. Korku imparatorluğu kurmaya kalkmamalısın.
●Sakin ve soğukkanlı olmalısın. Basireti, feraseti ve sağduyuyu elden bırakmamalısın. Kızgın ve sinirli isen konuşmamalısın. Çünkü kızgınlığın seni senden eder, seni bir başkası eder. Meydan okumamalısın. 
●Etrafında seni öven değil, aynı zamanda seni eleştirebilecek kişilere yer vermelisin. Dost acı söyler, yüze söyler sözünü hiç unutmamalısın. Her eleştireni düşman bellememelisin. Hata yaptığın zaman karşına dikilebilecek ve sana doğruları haykıracak dostların olsun.
●Her hareketini doğru mu yanlış mı sorgulamadan her daim seni savunan, şakşakçılık yapan, senin adına racon kesen kişileri bir denemeye tabi tutmalısın. O değilden bir kızağa al, tavrını bir test et. 
●Ekibini iyi belirlemelisin. Ekibine görev ve sorumluluk vermelisin. Ekibin yüzünü ağartmalı. Her işi sen üstlenmemelisin. Her işe sen koşmamalısın. Ekibini çalıştırmayı bileceksin.
●Zaman zaman yapamadıklarını itiraf etmeli ve yüzleşmelisin. Bir işi olduğundan farklı göstermeye çalışmamalısın.
●Özgür basının olmasına önem vermelisin.
●Yargıyı emrine almamalısın. Yargı seni değil, yaptığın yanlışlıklar olursa sana fren olsun. Mağduriyetler oluşturmamalısın. Oluşursa da herkes hakkını adalette arasın. Adaletin kestiği parmak acıtmasın. Yargı bağımsız olsun. Ne senden ne de başkasından emir alsın.
●Hep hakkı savun ama hakkı savunurken ne getirir ne götürür, şimdi zamanı mı diye düşünmelisin.
●Çok kıyas yapmamalısın. Çok tekrarlamamalısın. Başa kakmamalısın. Çünkü bunların fazlası bezdirir.
●Bir icraatın diğeriyle, bir sözün öncekiyle çelişmeyecek şekilde prensip sahibi olmalısın. Şayet değiştireceksen bunu "Bu konuda daha önce şundan dolayı şöyle diyordum. Şu an itibariyle o görüşümden şundan dolayı vazgeçiyorum" sözünü ilk sen söylemelisin.
●Bir konuda gittiğin yolun yanlış olduğu ortaya çıkmışsa dönmesini bilmelisin. Çünkü hatadan dönmek erdemliliktir. Hatada ısrar etmek intihar etmek gibidir.
●Asla kin gütmemelisin. Dostluk ve düşmanlıkta ileri gitmemelisin. İnatçılık asla yanından geçmesin.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Bunları yaparsan gerisini getirirsin. Gönüllerde kurduğun taht artarak devam eder. Tersi seni bir müddet zirvede tutsa da bir müddet sonra gözden ve gönülden düşmeye başlarsın ve bir daha toparlayamazsın. Bu durum sadece sana değil, seni seven, sana umut bağlayanlara da zarar verir. 


Beni Ciddiye Alsan İyi Olur

İnsanoğlu toplumsal bir varlıktır. Mutlaka bir arada yaşaması gerekiyor. Bu birliktelikte sorun çıkmaması esastır. Sorun çıkarsa da sorunun şiddete başvurulmadan çözülmesi gerekiyor. Bazı sorunlar konuşarak çözülse de çoğu çözülemiyor. Çözülemediği gibi işi husumete veya birbirine çelme takmaya kadar götürebiliyor. Aile kavgaları, ailenin fertleri arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları örnek olarak verebiliriz.

Aile bireyleri derken aralarında kan veya sıhriyet bağı olanlar olabileceği gibi aynı dünya görüşü ve siyasi düşünceye sahip olanlar da olabilir. Bunlar aralarında çok iyi anlaşırlarsa başkasına karşı bir güç oluştururlar. Şayet anlaşamazlarsa aynı düşünceden beslenen bu kişilerden beklenen,
*Birbirlerini yok kabul etmemeleri,
*Anlaşamazlarsa bile aralarında iletişimi kesmemeleri, dostlukları bırakmamaları,
*Saygıda kusur etmemeleri,
*Asgari müştereklerde anlaşabilmeleri,
*Birbirlerini küçümsememeleri,
*Birbirlerine kapıyı açık bırakmaları, kapılarının her daim açık olduğu imajını vermeleri,
*Yapılan yapıcı eleştirileri dikkate almalarıdır.

Yok böyle yapmazlar da "Ben doğruyum, ben sana değil; sen bana geleceksin, emrimin altına gireceksin. Çünkü senn bir ağırlığın yok..." denirse bu demektir ki kılıçlar çekilmiştir. Artık bundan sonra birbirlerine yüz güldürmezler. Birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışırlar. Aralarındaki bu anlaşmazlığı derinleştire derinleştire işi başkalarıyla iş tutmaya kadar götürürler.  Hiçbir şey yapamazsa bile birbirlerine rakip olurlar. Kazanamasa bile en azından başkasına çalışmış olur. Bundan da her ikisi zarar görür.

Bu kavga, bu husumet, bu rekabet ne zamana kadar devam eder? Büyük kibrinden ödün vermez, küçük olanı küçümsemeye devam eder, küçük küçüklüğünü bilmez, bir araya gelip birbirlerini önyargısız dinlemezler ise bu kavga devam eder. Hatta bu kavga Filistin-İsrail meselesine döner. Filistin-İsrail ne alaka demeyin? Filistinliler ile Yahudiler baba bir öz kardeşler. Var mı bunların arasındaki düşmanlığı çözebilecek bir babayiğit? İsrail burnunun dikine gider, arzı mev'uttan vazgeçmeyip, kardeşini yok edilmesi gereken bir düşman olarak gördüğü müddetçe bu mesele bitmeyecektir. Teşbihte hata olmaz biliyorsunuz. Nerede bir kronik bir sorun varsa çözülemeyen bu sorunu ifade etmek için akla Filistin-İsrail meselesi gelir.

Şimdi gelelim tekrar meselemize... Normalde aynı yerden beslenen, düşünce olarak birbirine benzeyen kişilerin anlaşmaları, güç birliği yapmaları, birbirlerine destek vermeleri, ittifak kurmaları beklenir ama öyle olmuyor maalesef. Taraflar zamanında tedbir almaz, bize ne oluyor demezlerse iş düşmanımın düşmanı dostumdur noktasına gelir. 

18 Nisan 2019 Perşembe

Kemal Bey'in Derdi Hiç Bitmeyecek mi?

Deniz Baykal'ın bir kaset operasyonuyla genel başkanlığı bırakmak zorunda kalmasının ardından 2010 yılında yapılan olağanüstü kongrede CHP genel başkanlığı koltuğuna oturan Kemal Kılıçdaroğlu, seçimlerde gözle görülür bir başarı gösterememesine rağmen koltuğunu korumayı bildi.

Aşağı yukarı her seçimden sonra ya genel başkanlık ya da tüzük kurultayı toplandı. Her kurultayda karşısına aday olarak çıkan Muharrem İnce'yi yenerek güven tazeledi. Kurultay sonrası muhalifleri egale etmeyi bildi. Muhalif olarak kalan Muharrem İnce'yi cumhurbaşkanı adayı göstererek saha dışına itti. Seçim sonrası aldığı oya güvenerek Muharrem İnce, el altından olağanüstü kongre için imza toplamaya kalkışması ve toplanan imzanın delege sayısının yarısını bulması Sayın Kılıçdaroğlu'nu zor durumda bıraktı. Parti içindeki gücünü kullanarak yeni bir kurultaya geçit vermedi. Çünkü yakında 31 Mart seçimleri vardı. Kozlar 31 Mart sonrasına bırakıldı.

31 Mart seçimlerine CHP Millet İttifakıyla girdi. Bu seçim Kılıçdaroğlu'nun koltuğunu ya sağlamlaştıracağı ya da kaybedeceği bir seçim olacaktı. Çünkü yeniden bir seçim kaybı olağanüstü kurultayı zorunlu kılacaktı. Ankara, İstanbul, Adana, Mersin, Antalya gibi büyükşehirlerin bu seçimde CHP'ye geçmesi Kılıçdaroğlu'nu sevindirdi.  Bu da koltuğu sağlamlaştırdı. Çünkü ilk defa Partide bir seçim sonrası kurultay tartışması olmadı. Parti içi muhalifler iştahlarını bir başka bahara saklamak zorunda kaldılar.

Benim merakım Kılıçdaroğlu, gerçekten bu seçim başarısına sevindi mi? Sevindiyse bu sevinci nereye kadar sürecek? Özellikle İstanbul başarısı bir Ekrem İmamoğlu gerçeğini ortaya çıkardı. İstanbul seçimini kazanan İmamoğlu burada kalacak mı? Bu başarısını daha ileri taşımak ister mi? Mesela CHP genel başkanlığına aday olur mu? Bence olur mu olur. Kemal Bey bu durumda ne yapacak? Koltuğu sallanmaz mı? Tam bu başarı ile Muharrem İnce defteri kapandı derken şimdi de Ekrem Bey çıkacak karşısına. Bu durumda Kemal Bey başarıya mı sevinsin, birkaç yıl sonra kendisini koltuğundan edecek duruma mı üzülsün? Off! Dert bitmiyor ki...

Bu durumda Kemal Bey'in yerinde olmak ister miydiniz?


Hakim Olmayı İster miydiniz?


Yeri geldiği zaman şimdiki aklım olsaydı falan mesleği seçerdim. Maaşı ve imkanları çok iyi. Üstelik bu işi yapanlar yorulmuyorlar deriz. Bakmayın siz ne iş yapıyorlar ki dediğimize. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. İçine girmeyince hiçbir mesleğin kolay mı zor mu olduğu anlaşılmaz. Bize görünen sadece davulun sesinin gür çıktığı. Aslında sorumluluk isteyen her bir meslek zordur. Bu açıdan bakınca kolay meslek yoktur. 

Hakimlik mesleği mesela... Belki de çoğumuza kolay gelen mesleklerden biridir hakimlik. Bu mesleği icra eden hakimlerin özlük hakları iyi. Emrinde çalışan onlarca personelleri var. Ellerini sıcak sudan soğuk suya değdirmiyorlar. Şunu getir dediklerinde emir ve ricaları hemen yerine getiriliyor. Devletin kendilerine tahsis ettiği korumalı lojmanlarda oturuyorlar. Çoğunun altında makam aracı, emirlerinde şoförleri var. Makamlarına önüne gelen elini kolunu sallayarak çat kapı giremiyor. Saygıda kusur edilmiyor kendilerine. Geçiyorlar sanık veya zanlının karşısına. Sorguluyorlar. Gerekirse davayı erteliyor, gerekirse karar verip geçip gidiyorlar. Bundan sonrasını sanık/zanlı düşünsün.

Gerçekten böyle mi hakimlerin durumu? Anlatmaya çalıştığım gibi kolay ve basit mi? İçlerine biraz girince çok da kolay olmadığı görülecektir. 

Bugüne kadar hakimiyle, savcısıyla, avukatıyla ve adalet saraylarıyla pek işim olmadı. Bir vesileyle bir ağır ceza yargılamasına şahit oldum. Mahkeme salonunda olan hakimin, savcının, avukatın ve zanlının işlerinin hiç de kolay olmadığını gördüm. Benim gördüğüm sadece mahkeme safhası. Öyle zannediyorum hakim mahkeme salonuna gelmeden önce zanlının dosyasını inceleyecek, işlenen suçun TCK’da  cezasının ne olduğuna bakacak. Salona geldikten sonra da sanığa sorular soracak, sanığın verdiği cevapları ve savunmasını dinleyecek, aynı anda yazması için adliye katibine sanığın ve avukatının söylediklerini tek tek yazdıracak. Bir taraftan da katibin doğru yazıp yazmadığını, söylediklerinden bazı kelime ve cümleleri es geçip geçmediğini kontrol edecek. Ardından yanındaki hakimlerle göz göze gelip bakışlarıyla birbirleriyle anlaşacaklar. Sonra iddia makamı savcıya söz verecek. En son sanığın ve varsa avukatının son diyeceklerini soracak ve hiç ara vermeden hangi kanunun, hangi maddesine göre sanığın cezalandırılıp cezalandırılmayacağına, ceza alacaksa ne kadar ceza alacağına aynı anda karar verip davayı bitirecek.

Açıkladığı kararda berat vermişse sanık veya zanlı ve yakınları sevinecek. Hakime dualar edecek, hak yerini buldu diyecekler. Karar sanığın aleyhine olursa sanık ve yakınları hakimi düşman belleyecek, adaletin bu mu diyecekler. Verilen karara belki savcı itiraz edecek, davayı Yargıtay’a veya istinaf mahkemesine taşıyacak. Karar ya onanacak ya da usul veya içerikten bozulup geri gelecek. Bu da karizmasının çizilmesi demektir. Ayrıca verdiği karar kamuoyu vicdanını sızlatmayacak. Yine verdiği kararlarda kendi vicdanını da rahatlatması gerekecek.

Haydi her şey yolunda gitti. Verdiği kararla -mümkün değil de- tarafların hepsini memnun etti diyelim. Bulunduğu statüsü ve deruhte ettiği görevi gereği herkesle dostluk ve ahbaplık kuramaz. Hep ciddi ve resmi görünmek zorunda kalacak.

Bu durumda ben hukuk okuyacağım ve hakim olacağım diyor musunuz? Kendi adıma ben böyle kolay bir görev istemem. Bu arada savcı ve avukatların işi de zor…


17 Nisan 2019 Çarşamba

Sevdiklerimizle İmtihanımız *


Malumunuz bu dünya bir imtihan dünyası. Bu imtihan cenderesinden her birimiz geçiyor. Kimseyi es geçmiyor. Bu sınavda kimseye torpil yok, kopya çekmek yok. Kimseye de gücünün üzerinde bir yük yüklenmiyor. 

Sırası geleni Allah sınava tabi tutuyor. Sınava tabi tutarken en sevdiklerimizle imtihan ediyor. Kim, neyi, en çok seviyor veya istiyorsa başının belasıdır. (imtihanıdır) Er veya geç gelir bulur. Kimini eşiyle, kimini çocuklarıyla, kimini işiyle, kimini dış görünüşüyle, kimini zenginlikle, kimini fakirlikle, kimini şöhretle, kimini makam vs ile imtihan ediyor; bazen vererek bazen vermeyerek... Birbirine benzer ama hiçbir imtihan aynı değildir. Mal vermişse başa kakmadan fakirin hakkı verilmeli. Evlat vermişse iyi yetiştirilmeli. Şöhret ve makam verilmişse altında kalınmamalı, şımarmamalı. Güzellik verilmişse kibir ve gurura kapılmamalı. Çirkinlik verilmişse isyan edilmemeli.

Yukarıda verdiğim örneklere topluca nimet diyebiliriz. Çünkü Allah'ın bahşettiği her şey bizim için birer nimettir. Verilen her bir nimet de bizim için aynı zamanda bir imtihan sebebidir, şımaracak mıyız veya şımarmayacak mıyız diye. Bu nimetleri yerli yerinde kullanır, toplumsal kanun diyebileceğimiz sünnetullaha uygun hareket ettiğimiz müddetçe Allah bize çok sevdiğimiz nimetleri vermeye devam eder. Ne zamana kadar? Nimetin kadir ve kıymetini bilip nankörlük yapmadıkça devam eder. Ne zaman ki verilen nimeti hor kullanmaya başlarsak nimet bize küser ve çeker gider. Kendimizden kaynaklanan nedenlerle nimetin elimizden uçup gitmesi de bir imtihandır, şükre devam mı edecek yoksa nankörlük mü edecek diye. Halimize şükreder, isyan etmez, sabretmeyi bilir, kendimizi bir öz eleştiriye tabi tutar isek ayağımızın altından kayıp giden, elimizden uçup giden nimet tekrar geri gelebilir. Bir zamanlar kıymetini bilemediğimiz nimetler uçup gittikten sonra hatalarımızla yüzleşmez, suçu başkalarına atar, mazeret ve gerekçelerin arkasına sığınırsak tövbe billah giden geri gelmez. Bu dünya nice sınavları kaybedenlerle doludur.

Makam, koltuk, şöhret vb hangi nimet olursa olsun kıymetini bilmeyip elimizden alındıktan sonra bu nimet nereye gider? Havada kalmaz. Aynı nimeti Allah bu sefer çok isteyen veya seven bir başkasına verir.  Bu nimetle o imtihan olur. Hatta emanet edilen bu nimet hiç hak etmeyen birine veya bir kesime de tevdi edilebilir.

İmtihan amaçlı verilen nimetlerin kıymetini bilenlere selam olsun. Allah kimseyi kendisine emanet edilen nimetlerin altında ezilmeyi nasip etmesin. Her birimizi imtihanı geçenlerden eylesin.

Konuyu hepimizi bağlayan bir toplumsal yasa ile bitirelim: “Bunun sebebi şudur: Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfal 53)

*19.04.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Konya İyi Bir Sınav Vermedi ***


Sosyal medyada bir arkadaşın paylaşımından Prof. Dr. Mehmet Okuyan’ın 14/04/2019 günü Konya’da “Kur’an ve Hayat” konulu bir konferans vereceğini okudum. Nasip olup konferansa gidemedim. Gidemedim ama sonradan duydum ki konferansın veya Mehmet Okuyan’ın veya onu dinlemeye gidenlerin başına gelmeyen kalmamış. Çünkü konferansın yapılmaması için ne yapılması gerekiyorsa o yapılmış.

Konferansı, adını ilk defa duyduğum Ahde Vefa Turan Birliği organize etmiş. Konferans yeri olarak önce Konya Ticaret Odasının konferans salonu ayarlanmış. KTO, tadilat yapılacağını gerekçe göstererek salonu vermekten kaçınmış. Bunun üzerine konferansın Konya Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği salonunda yapılacağı duyurulmuş. Her ne hikmetse daha önce oluru verilen bu salon da KONESOB tarafından yine bir gerekçe ileri sürülerek iptal edilmiş. Ardından Okuyan ve onu dinlemek isteyenler soluğu Konya Selçuk Oteli konferans salonunda almışlar. Dinleyicilerin çoğunun ayakta dinlediği konferans adı geçen otelde nihayet yapılmış, yani maksat hasıl olmuş.

Salonu veren kurumlar sonradan ne hikmetse verdikleri salonu vermekten imtina etmişler. Edindiğim intibaa göre Mehmet Okuyan’ın konferans vermemesi için bir grup sosyal medya üzerinden bir baskı uygulamış. Anlaşılan bu baskılara boyun eğilmiş olmalı ki “tamam” denilen salonlar bir bir iptal edilmiş.  

Kimdir Mehmet Okuyan? Vebalı biri midir? Sapık düşüncelere mi sahip? Hırlı mı, hırsız mı? Sahasında yeterli olmayan, konferans vermeye ehil olmayan bir din bezirganı mı? İnsanlara zehir mi saçıyor? Soruları çoğaltabiliriz. Bu sorulara bakış açınıza göre evet de diyebilirsiniz, hayır da. Hakkında hangi kanaate sahip olursanız olun, saygı duyarım. Saygı duymadığım tek nokta bir insanın düşünce ve kanaatlerini ifade etme hürriyetine engel olunmak istenmesi.

Hafta sonu konuşması engellenmek istenen kişi, halen OMÜ İlahiyat Fakültesinde Tefsir Ana Bilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapan resmi bir akademisyen. Kendisini Kur’an’a adamış, onunla hemhal olan, sahasında onlarca kitaba imza atmış, zaman zaman televizyonlara çıkan, fırsat buldukça değişik şehirlerimizde Kur’an üzerine konferans veren biri. Görüşlerine katılır veya katılmazsınız, sapıkça da bulabilirsiniz. Konuşturmamak neyin nesi? Bunu bize Kur’an mı emrediyor, Peygamberimiz “Vurun, konuşturmayın” mı diyor? Farz edin ki Okuyan tehlikeli biri, zehir saçıyor, konuşturulmaması lazım. Salon vermemek suretiyle Sayın Okuyan’ın düşünceleri kendine mi kalıyor? Adam akşam-sabah televizyonlarda konuşuyor. Fakültesinde her yıl yüzlerce öğrencinin dersine girerek onlara başta tefsir olmak üzere düşüncelerini anlatıyor. Hiçbir seçeneği olmasa bile oturduğu yerden konuşmasını videoya çekip tüm dünyaya servis edebiliyor. Durum bu iken elimizdeki yetkileri kullanarak salon vermemek de neyin nesi? Ne olur, kafamızı kumdan çıkaralım artık…

Burada niyetim Okuyan’ı savunmak veya yermek değil. Zaten onun savunulmaya veya yerilmeye ihtiyacı yok. İstiyorum ki düşünce ve kanaatlere sekte vurulmasın. Hoşgörünün en güzel örnekliğini verelim. Sanırım Okuyan üzerinden yapılan tartışma, Sayın Okuyan’ın belli bir el tarafından hadis düşmanı ve hadis inkarcısı olarak gösterilmesidir. Bildiğim kadarıyla Okuyan hadis inkarcısı falan değil. Hadislere bakış açısı itikatta mezhep imamımız Maturidi’den ve amelde mezhep imamımız İmamı Azam Ebu Hanife’den farklı değil. Hadislerle amel etmek için hadisleri Kur’an kıstasıyla değerlendiren biri hatta hadisler konusunda toptancı yaklaşıma karşı olduğunu “Ne süpürüp alalım ne de süpürüp atalım” diyen birisi. Yani hadis inkarcısı falan değil. Hadislere bakış açısı bu iken adamı hadis inkarcısı olarak lanse etmek zinhar iftiradır. Müslüman’a yakışmaz. Sayın Okuyan’ın bu bakış açısını beğenmeme hakkında sahip herkes. Hatta gidip kapısını çalıp “Niye böyle düşünüyorsun? Senin bu bakış açın Kur’an ve sünnetin şu delillerine aykırıdır” demek varken konuşmasını engellemenin izahını anlamakta zorlanıyorum. Farklı fikirden korkmamak gerektiğini, her fikrin düşüncesini şiddet ve baskıya başvurmadan ifade etmesi gerektiğini biz ne zaman öğreneceğiz? Şunu unutmayalım ki farklı fikirlere kapalı olmak ön yargının, örümcek kafalı olmanın bir sonucudur. Allah en azılı düşman Firavun’un görüşlerine bile Kur’an’da yer verirken bize ne oluyor ki kendi insanımıza mobbing uyguluyoruz?

Hasılı içinde yaşadığım şehir Konya, Mehmet Okuyan üzerinden maalesef iyi bir sınav vermemiştir. Vesselam!

***18.04.2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.