18 Ekim 2018 Perşembe

“Bu, Kur'an’da Yazıyor” *


Bugün öğle namazına gittim. Sünneti kıldıktan sonra imama uymak için ikinci safta saf tuttum. İmamın komutlarıyla birlikte tekbirimi aldım, ruküya gittim, ruküdan doğruldum, secdeye vardım, kıyama kalktım, tahiyyata oturdum. Dört rekatı bu şekilde bitirdim ve selamla beraber son sünneti kılmak için arka tarafa doğru yöneldim.

Uygun bir yerde durarak öğle namazının son sünnetini kılmak için hazırlık yaparken 25-30 yaşlarında biri yanıma geldi. Bana “Amca! İmamdan önce hareket ediyorsun, imamdan önce oturup kalkıyorsun.  Bu işi imamdan sonra yapman gerekiyor. Bu şekil namazın olmaz. Bu, Kur'an'da böyle yazıyor” dedi. “Bu, Kur’an’da böyle yazıyor” demese tamam deyip geçecektim. Bu cümleyi duyunca “Bak kardeşim! Ben ne yaptığımı biliyorum, imama da uydum, namazımda da bir sıkıntı olmadı. İmamdan önce hareket etmedim. Eğer gördüğün rükudan secdeye gitmeden önce ayakta imamın komutunu beklerken hafif eğilmem ise bunun namaza bir manisi yoktur. Ayrıca Kur'an'da böyle bir şey yazmıyor ve ben ilahiyat okudum” dedim. Delikanlı “öyle mi, tamam” dedi yanımdan uzaklaşıp gitti.

Son sünnet için tekbirimi aldım ve namazımı kıldım ama nasıl namaz kıldığımı, ne okuduğumu gelin bana sorun. Değişik bir atmosfer yaşadım. Üzüldüm daha doğrusu. Niçin üzülmeyeyim ki? Üzülmem gencin beni uyarmasına değil. Varsa hatam elbette biri uyaracak. Orta yerde imamdan önce rükuya, secdeye giden, tahiyyata oturan yok. En azından ben böyle yapmadım. Çünkü en az o genç kadar imamdan önce hareket etmemin imama uymak olmadığını bilirim. O genci işkillendiren ve hakkımda namazımın olup olmadığı hakkında hüküm verip fetva vermeye iten tek şey şu olsa gerek: imam semiallahü limen hamideh dedikten sonra rükûdan doğruldum, içimden Rabbena leke’l hamd dedim. Secdeye gitmek için imamın Allahü ekber komutunu bekledim. İşte bu esnada bazen hafifçe eğildim. Hepsi bu. Rüku veya secdeye gittiğim yok yani. Bunun sebebi de bazı imamlarımızın tadili erkana riayet edeceğim diye secdeye gitmeden önce ve iki secde arasında normalinden fazla beklemeleridir. Eğer aynı camiye sürekli gitmiyor iseniz imama uyum sağlamanız biraz zaman ister. Bu konuda tüm imamlarımız tek düze değildir çünkü. Uzun bekleyeni var, kısa bekleyeni var, tam kıvamında yapanı var.

İçimden bu adamlar iyi ki caminin görevlisi değil, iyi ki müftü falan olmamışlar dedim. Eğer öyle olsaydı iki ayağımızı bir pabuca girdirir, kıldığımız namazları olmadı deyip tekrar  tekrar kıldırtırlardı. Biz yatıp kalkıp mevcut imam ve müftülerimize teşekkür etsek azdır.

Şimdi tekrar gelelim namazdan sonra beni uyaran kardeşimize! Biliyorum iyi niyetli. Namazım fesada uğramasın istiyor. Merak ettiğim beni nasıl gördüğü? Yanımda mıydı, arkamda mıydı bilmiyorum. İnşallah önümde değildir. Herkesten önce rukü veya secdeye varsam eh dikkat çeker diyeceğim. Garibim namaz kılmak için mi camiye geliyor yoksa ben bu işi biliyorum, bilmeyenleri uyarayım, bu vesileyle biraz sevap kazanayım veya huzur bozayım diye mi camiye geliyor. Ancak bu işi yapacaksa “İmamdan önce hareket etmek namazı bozar” desin. Bundan öte “Kur'an'da bu böyle yazıyor” demesin. Çünkü Kur'an'da böyle bir şey yazmıyor. İçeride fısıltılı bir şekilde konuştuk. Dışarıda konuşabilseydim eğitim durumunu sormak isterdim. Tanımadığı birine “Bu, Kur'an'da böyle yazıyor” şeklinde cesurca fetva verdiğine göre din konusunda uzman biri olmalı.  İşin garibi 3 yıl Kur’an Kursunda Kur'an eğitimi aldım, 3 yıl imam hatip ortaokulunda, 4 yıl İHL’de okudum, üstüne 5 yıl ilahiyat tahsili yaptım. 27 yıldır da İHL, Anadolu Liseleri, ilköğretim, ortaokullarında Din Kültürü anlatarak görev yapıyorum. Ben hala kendimde fetva verecek cesareti bulamıyorum. Vatandaş bu cesareti nereden buluyor anlayamadım gitti.

İyi de kardeşim! Bunu gidip adama söyleseydin ya diyebilirsiniz. Doğru ona söylemem lazımdı. Ama adamı kaçırdım. Şimdi bir daha görsem tanımam. Buraya yazıyorum ki siz siz olun tanımadığınız bir adamı camide olur-olmaz/bilir bilmez uyarmaya kalkmayın. Kesin bildiğiniz bir konuda rehberliğinizi yapın. Uyarırken de kendinize destek bulmak için Kur’an’da var diye yaptıklarınıza Kur’an’ı alet etmeyin. Sözüm meclisten dışarı!

* 20/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Karma Eğitime Bakışım *

Bir okul arkadaşım Whatsapptan "Abi! Hemen hemen her konuda yazıp çiziyorsun. Bugüne kadar karma eğitim konusunda bir yazına rastlamadım. Bu konuda ne düşünüyorsun" şeklinde bir soru sordu. Kendisine kısaca "Karma eğitim konusunda kafam net değil. Kız ve erkeği ayırmak da bir sorun, bir arada tutmak da. Danışman öğretmen sistemiyle denetimli serbestliği savunuyorum" diye yazdım.

Karma eğitim konusunda siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum. Bu konuda kafam net olmamakla beraber bu konuda kendimin ne düşündüğünü izah etmeye çalışacağım. Baştan söyleyeyim bu konu çok su götürür. Baltayı taşa vurmak da var işin içinde. Her ne kadar 1739 Sayılı Kanunda "Okullarda eğitim ve öğretim kız-erkek bir arada verilir. Eğitimin türüne, imkan ve zorunluluklara göre bazı okullar yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir" dese de bu konuda devleti yönetenlerin de kafası net değil. 

Kadın ve erkek toplumsal bir gerçekliktir. Bu yüzden kadın ve erkek toplumda iç içe geçmiş durumdadır. Ayırsan bir problem, bir araya getirsen problem. Okullar da böyledir. Kız kıza, erkek erkeğe eğitim ve öğretim yapan okullar da sorun eksik olmadığı gibi kızın ve erkeğin karışık olarak eğitim yaptığı okullarda da sorun eksik olmuyor. İnsandır ne de olsa buralarda eğitim ve öğretim yapanlar. Sorun olacak. Çünkü insanın olduğu yerde sorun eksik olmaz. Bundan kaçış yok. Önemli olan sorunu çözme irade ve azmine sahip olmaktır.

Anlatmak istediğim kızları ve erkekleri ayrı ayrı binalara koymak suretiyle eğitim yapmak problemi çözmüyor günümüzde. Bu sadece pansuman tedbir olur. Çözüme neşter vurmaktan uzaktır. Çünkü binaları ayırmak geçici bir çözümdür. Ben ortaokul ve lise öğrenimimi kız erkek ayrı binalarda yapmış birisiyim. Erkekler kızları, kızlar da erkekleri görmezdi. Karşıt cinsin görülme durumu olan pencereler varsa oraları da buzlu camlarla kapatmak suretiyle uzaktan görme durumunun da önüne geçilmeye çalışılırdı. Kız arkadaş veya erkek arkadaş edinmek isteyenler ise öğle veya akşam dağılma zili çalınca çakışma noktalarında veya otobüs duraklarında birbirini tavlama yoluna giderdi. Okul idaresi bu durumu tespit ettiği zaman erkek öğrenciye baskı uygular ve öğrenci ilçelerde bulunan okullara gönderilirdi. Buna rağmen kız-erkek ilişkisinin önüne kolay kolay geçilemedi. Günümüzde ise kız ve erkek öğrencinin otobüs durağında veya okul yolunda buluşmasına gerek kalmadı. Kâh cep telefonu marifetiyle konuşuyor kâh mesajlaşıyor kâh sosyal medyada arkadaş oluyor kah bir arkadaşının aracılık yapması sonucu buluşabiliyor. Anlatmak istediğim ayrı binalarda veya ayrı okullarda kız kıza veya erkek erkeğe eğitim ve öğretim yapılan yerlerin çoğunda kız ve erkeğin iletişimi gizli-kaçak olarak hız kesmeden devam ediyor. Âcizane ben karma kız ve erkek olmak üzere binaları ayırmayı biraz polisiye tedbirlere benzetiyorum.

Karma eğitim ve öğretim yapılan yerlerde sorun yok mu? Olmaz olur mu? Buralarda da kız ve erkek ilişkileri sağlıklı değil, problem çok. O zaman ne yapacağız? Günümüz teknolojisinde kızları erkeklerden, erkekleri de kızlardan tecrit edemeyeceğimize göre başka çözüm yollarını düşünüp devreye koymamız gerekiyor.

Kızın erkeğe, erkeğin kıza ilgi duyması tabiatın bir gereğidir. Bundan kaçış yok. Gizli-kaçak buluşmalar çocuklarımızı tehlikeye duçar etmektedir. Bir arada oldukları zaman da seviyeyi kaçırmaktadırlar. Yine gördüğüm karma eğitim yoluyla mezun olmayan kız veya erkeğin daha sonraki yaşantılarında karşıt cinsle iletişim kurmakta zorlandıkları, sağlıklı ve seviyeli bir iletişim kuramadıkları yönündedir.

 

Eğitim ve öğretimde ister karma, ister ayrı bir eğitim yapılsın büyüklere ve sorumlulara düşen çocuklar arasında denetimli serbestlik vermektir diye düşünüyorum. Bunun için gönüllü öğretmenler arasında danışman öğretmenlik veya koçluk sistemi düşünülebilir. Bu öğretmen, uhdesine verilen öğrencileri ders başarısı, ahlaki yönü, iletişim vb. yönlerde rehberlik yapar. Okul boyunca çocukların hem anası, hem babası, hem öğretmeni olur. Çocukların ailesiyle sürekli bir iletişim halinde olur. Öğrencileri ders yönünden gerileyince veya öğrencilerin arkadaşlarıyla iletişiminin sağlıklı yürümediğini görünce danışman öğretmen yerinde ve zamanında usulünce müdahale eder. Bunun için ikna yolunu kullanır.

Sonuç olarak çocuklarımızı kötülüklerden kaçırma korumacılığından ziyade onlara kötülükler içerisinde kendilerini korumayı, kötülüklerle mücadele etmeyi ve ayakta kalma yollarını öğretmemiz lazım diye düşünüyorum. Çünkü dağda evliya* yetiştirmekten ziyade her türlü kötülüğün kol gezdiği şehrin içerisinde, kötülüklerle mücadele edip ayakta kalmak, ayakları yere basan bir çözüm gibi geliyor bana. Çünkü uçan kuştan koruduğumuz çocuklarımız, kötülüğün ne olduğunu, nereden geleceğini yaşayarak ve görerek pişmesi lazım.

*Dağda yaşayan bir evliya, şehirde ayakkabıcılık yapan bir evliyayı ziyarete gider. Giderken de kerametini göstermek için mendilinin içine kar doldurur götürür ve ayakkabıcının duvarındaki askıya asar. Bu durumu gören ayakkabıcı veli de mendilinin içerisine süt doldurarak duvara asar. Yakıcı sıcağa rağmen mendildeki ne kar erir ne de süt akar.

Az sonra ayakkabı yaptırmak için dükkâna bir kadın gelir. Ayakkabı ustası veli, kadından ölçü için eteğini biraz kaldırmasını ister. Kadın eteğini biraz kaldırınca içi kar dolu mendilden su akmaya başlar ve keramet de burada sona erer.   

 *30/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 



Ölümlerden Ölüm Beğenmeye Var mısın? ***


—Azizim! Bana eşlik eder misin?
—Olur, seninle her yere gelirim. Nereye gidiyoruz?
—Suud Konsolosluğuna.
—Ağzını hayır aç! Ne işin var orada?
—Bir pasaport işim vardı da.
—Bence gitme oraya.
—Niye ki? Gelmezsen ben kendim giderim.
—Eceline susamış olmalısın!
—Ne ecelinden bahsediyorsun sen? Alt tarafı bir pasaport işi!
—Sürekli gidiyorsun o zaman.
—Ne süreklisi? Doğup büyüdüğüm memleketimi terk eder miyim? Bir Suud'a gidip gelmek niyetim.
—Niyetini gözden geçir!
—Niyeymiş o?
—Çünkü gidişin veya girişin olur ama çıkışın olmaz oradan.
—Savaşa gitmiyorum. Vize işim var sadece. Sonra konsolosluklar en güvenilir yerler.
—Haklısın ama gitmeyi göze aldığın yer Suud Konsolosluğu. Sana orada verseler verseler ahiret bileti verirler.
—Yahu manalı manalı konuşma! Geliyor musun gelmiyor musun?
—Senin için çiğ tavuğu bile yerim ama ben canımı yolda bulmadım.
—Ağzını hayır aç. Bu işin sonunda ölüm var gibi konuşuyorsun.
—Gibisi fazla! Ölüm var. Ama ölümün ötesinde daha vahim bir durum var?
—Ne?
—Ölümlerden ölüm beğeniyorsun. Daha doğrusu onlar seçiyor. Kim vurduya gidiyorsun. Ne şekilde, kim tarafından, nasıl öldürüleceğin sır gibi saklanır orada. Şeytanın aklına gelmez başına gelecek olanı. Haydi ölümü göze aldın gittin diyelim. Bir iyi yönleri var. Cesedin de sır oluyor. Yani temiz iş yapıyorlar.
—Haydi öldürdüler diyelim. Cesedi ne yapacaklar? Bunlar yamyam mı?
—Burası da muamma! Yiyorlar mı, et makinesinde çekiyorlar mı, asit marifetiyle cesedini eritiyorlar mı bilmiyorum. Dedim ya temiz iş yapıyorlar. Geride kalan sevenlerin için teçhiz, tekfin ve defin işi bile bırakmıyorlar. Ailen mezar taşı yaptırmak için masraf etmeyecek. Çünkü mezarın olmayacak. Yok edildikten sonra mezarı olmayan ikinci kişi olarak tarihe geçeceksin.
—Kabile devleti mi burası?
—Keşke kabile bari olabilselerdi! Kabile devletinden daha beter! Çöl kanunu geçerli orada diyeceğim ama çölün bile bir raconu olur. Olsa olsa sırtını petrole dayamış, defalarca Kabe duvarına işemiş, şımarık bedevi olabilirler.
—Allah ıslah etsin, yaptıklarından bin beter yapsın onları.
—Hala gitmeyi düşünüyor musun oraya?
—Deli miyim ben? Ne işim var orada? Pasaport da kalsın, vize de. Eğer bunların devlet yönetimi bu ise alsınlar o devleti başlarına çalsınlar!

*** 22/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.


17 Ekim 2018 Çarşamba

Kendilerinin Yaptırdığı Yerleri Yıkmış! *


Türkiye birkaç gündür Aydın’ın Karpuzlu ilçesinde bir camide üç yıl görev yaptıktan sonra oturduğu lojmanı balyozla yıkan imamı konuşuyor. Aydın il Müftülüğünün adı geçen imamla ilgili soruşturma açtığı belirtiliyor. Gazetelerde bu olay “İmamın öfkesi herkesi şaşırttı” başlığıyla verildi.

Bu olayla ilgili gazetelerin yazdıklarından edindiğim lojmanın her tarafı yıkılmamış. İmam lojmana oturmaya başladıktan sonra ilave olarak yaptırdığı tuvalet, banyo, lavabo ve kömürlük kısmı yıkılan yerler.

Olayla ilgili Köyün Muhtarı “Kaldığı üç yıl boyunca imamdan bir kuruş kira istemediklerini, imamın da vermediğini, imamın yaptığı bu eylemin tüm imamlara mal edilemeyeceğini” açıklamış. Tartışmalar üzerine İmamın oğlu, “Babasına iftira atıldığını, yıkılan yerleri kendisinin yıktığını, babasının bunları yapacak biri olmadığını, yıktığı yerlerin kendilerinin yaptırdığı yerler olduğunu, bu yaptıklarından dolayı da pişmanlık duyduğunu, cezası ne ise çekmeye razı olduğunu” ifade etmiş.

Anladığım kadarıyla aynı yerde üç yıl görev yapan görevli, tayininin çıkmasından/çıkarılmasından memnun olmamış ve bu durumu kendine yedirememiş olmalı ki öfke bu nahoş duruma sebebiyet vermiş. Lojmanı yıkan baba mı yoksa oğul mu onu da zaman gösterecek. Ama kim yıkarsa yıksın garip bir durum var orta yerde. Olayı daha da garipleştiren lojmanın tamamı değil de kendisinin sonradan yaptığı veya yaptırdığı yerlerin yıkılmış olması. Burada bir bilinçaltı durumu söz konusu.  “Mademki siz benim tayinimi çıkarttınız. Yaptığım yerleri kimseye yar etmem. Ben de yıkarım” demektir bunun anlamı. Lojmanı tümden yıksa sinir boşalması var. Beklemediği bir durumda tayininin çıkarılmasını hazmedememiş, eline balyozu almış ve ne yaptığını bilmez bir şekilde önüne gelen yere vurmuş diyeceğim. Ama burada bir plan ve hazmedememe durumu seziyorum ben.

Bu bireysel lojman yıkma olayını “bireysel” deyip işi sadece adli bir vaka olarak görmemek lazım. Bence bir tayin işini lojman yıkmaya götüren sebepleri masaya yatırmakta fayda var.

Bu ülkede polis, asker gibi belli bir çalışanın dışında atanan kimseler atandığı yere “Canım istediği müddetçe ben burada görev yaparım” düşüncesiyle atanıyor. Çünkü kimseye “Bu atandığınız yere şu kadar yıllığına atandınız” denmiyor daha işin başında. Kanaatimce devlete memur, işçi, alt ve üst yönetici olarak atanan kimse atandığı yere kaç yıllığına atandığını ve süresi dolduğu zaman bir başka yere gideceğini işin başında bilmelidir. Bu durum çalışanlar arasında bir sirkülasyon sağlayacaktır. Çalışan değişik ortamlarda çalışmak suretiyle kendini yenileyecektir. Kurumlara taze kan gelecektir. Görevini hakkıyla yapan arda kalanlar tarafından sürekli hayırla yad edilirken bulunduğu yerde bir katma değer üretemeyen ve uyum sağlayamayan kimse bir başka yere nakil gidince geride kalanlar “Şükür kurtulduk” diyebilecektir.

Şimdi şöyle bir soru soralım: Lojmanı yıktığı söylenen imam, atandığı cami ve lojmanında yolcu olduğunu bilse öfke patlaması yaşar mıydı? Burada sorulması gereken başka sorular da daha var: Bu görevliye oturduğu lojman niçin bedava? Görevli burada görev yaptığından dolayı maaş almıyor mu? Bu işi meccanen mi yapıyor? Yoksa ağaya beleş meselesi mi? Sayfamı doldurduğum için niçin beleş olduğuna varın siz kafa yorun!

* 19/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


15 Ekim 2018 Pazartesi

“Çok Kıskanılan Meslek Grubu” ***


Star TV’de “Eyvah Düşüyorum” başlıklı bir yarışma programı varmış. Varmış diyorum, çünkü izlemedim. İzlemediğim gibi böyle bir yarışmadan da haberim yoktu. Haberim olsa da bu şekil profili düşük programları izlemeyi düşünmem. Bu programda yarışmacıya sunucu Yazın üç ay tatil yapıp, bir de üstüne maaş aldığı için çok kıskanılan meslek grubu?” sorusu yöneltiyor. Yarışmacımız 30 saniyelik süre içerisinde bu sorunun cevabının “Öğretmenler” olduğunu söyleyerek tam puan alıyor. Seyirciler öyle zannediyorum hem bu soruya hem de verilen cevaba bir iyi gülmüşlerdir. Bunca derdin arasında Star TV’yi izleyen ve programda izleyici olarak yer alan kesimi bir nebze de olsa güldürüp mutlu edebilmişse ne mutlu öğretmen camiasına. Okullarda çocuklarının mutluluğu ve başarısı için çabalayan öğretmen, ekranlarda da anne-babaları ve toplumu eğlendirebiliyorsa helal olsun demek lazım! Her ne kadar tüm mutluluk öğretmenin mutsuzluğu üzerine kurulmuş olsa da önemli olan müşteri memnuniyetidir. Zira müşteri daima haklıdır.

Yarışmada sorulan bu soruya sosyal medya üzerinden öğretmen kesimi büyük bir tepki göstermiş olmalı ki Star TV “Eyvah Düşüyorum” yarışmasında sorulan soru ile üzdüğümüz bütün değerli öğretmenlerimizden özür dileriz. Saygılarımla, şeklinde bir özür açıklaması yapmış. Eksik olmasın! Özrü kabahatinden büyük diyeceğim ama bu işte adı geçen TV’nin ve yarışmaya soru hazırlayan ve yarışmada sunuculuk yapan kimselerin ve yarışmada doğru cevabı veren yarışmacının bir suçu yok.  Çünkü toplumda var olan bir algıdır bu. Siyasetçisinden esnafına toplumun her kesiminde “Öğretmenlerin 3 ay (bazıları bunu dört aya çıkarır) tatil yaptıklarını, doğru dürüst derse girmediklerini, yarım gün okula gittiklerini, bazı günler derslerinin olmadığını, 15 tatili yaptıklarını, kar tatilinde okula gitmediklerini, her bayram tatil yaptıklarını, çalışmadıkları halde maaş almaya devam ettiklerini, bir de bir şey yapmış gibi üzerine ek ders ve eğitim ve öğretim ödeneği adı altında para aldıklarını” anlatan bir kesim var. Bu konu işlene işlene herkeste öğretmenlik yan gelip yan yatılan bir meslek olduğu anlayışı hakim oldu.

Kıskanan kıskanana! Buradan söyleyeyim kıskananlar çatlasın. Keşke çatlamakla kalsalar! Bu algı üzerinden çocuklarını emanet ettikleri öğretmene vurdukça öğretmenin itibarını düşürdükçe sonunda ağlayacak olanların kendileri olduklarını bilmeyecek kadar da bir o kadar zavallılar. Kıskanırken de gülsün herkes. Ama sonunda ağlamaya hazır olsunlar. Başta çocuğun gözünde olmak üzere toplum nezdinde itibarı sıfırlanan bir öğretmen ağzıyla kuş tutsa da kimseye faydalı olamaz. Çünkü çocuk bile “Bu öğretmenler zaten böyle” der geçer gider. Anne babanın ve toplumun kahir ekseriyetinin saygı duymadığı bir meslek grubuna çocukları da saygı duymaz. Sonra da muteber olmayan bir meslek grubundan çocuklarına fayda beklesin herkes. Bekleyin! Ancak avucunuzu yalarsınız. Çünkü itibarı sıfırlanan bir kesimin kimseye verebileceği bir şey olamaz. Çünkü alıcısı olmaz.

Burada öğretmenler çok tatil yapıyor, hak etmeden çok maaş alıyor veya başka ülkelerde öğretmen ne kadar tatil yapıyor veya ne kadar maaş alıyor konularına girmeyeceğim. Ama biraz yazı okur ve istatistiklere bakarsanız OECD ülkelerinde görev yapan öğretmenler arasında 35 ülke içerisinde Türkiye’deki öğretmenler 2017 rakamlarına göre 30.sırada maaş alıyor. Tatil meselesine gelince yine OECD ortalamasına göre öğretmelerin tatil ortalaması 10-13 hafta iken Türkiye’deki öğretmenler yaz tatilinde 8, sömestr tatilinde 2 hafta olmak üzere yani toplam 10 hafta tatil yapmaktadır.

Haydi algılarımızdan kurtulamadık. Diyelim ki bizim öğretmenler daha fazla tatil yapıyor. Merak ediyorum fazla tatilin müsebbibi öğretmenler mi? Devlet 12 ay çalışacaksınız dedi de öğretmenler yeniçeri gibi istemezük deyip eylem mi yaptı? Biz okula gitmeyiz mi dedi? Öğretmenler; yarım değil, normal değil, tam gün okulda olacaklar dendi de öğretmenler biz yarım gün çalışırız mı dedi? Haydi öğretmenler 12 ay çalışacak, tatil falan yok kuralı kondu. Pekala siz çocuklarınızı yıl boyu okula gönderebilecek misiniz? (Sözüm kıskananlara tabi)

Öğretmenin tatilini diline dolayanlar niçin başka meslek gruplarını görmezler? Herkesin gücü vurun abalıya denerek öğretmenlere mi yetiyor? Sahi bu ülkede milletvekilleri ne kadar tatil yapıyor? Hiç düşündünüz mü? Eğer unutmadıysanız Meclis 24 Haziran seçimlerine gitmeden iki ay önce tatile girdi, seçim sonuçları açıklandıktan sonra Meclise gelip yemin etti, ardından 01 Ekim’e kadar tekrar tatil yaptılar. Bugüne kadar sizden biri (sözüm öğretmenin tatilini diline dolayanlara) Vekiller çok tatil yapıyor dedi mi? Ya da ben hariç bir öğretmenin ağzından “Bu vekiller de çok tatil yapıyor, onları kıskanıyorum” sözünü duydunuz mu? Duymazsınız. Bize ne sonra? Her meslek grubunun çalışma şartları farklıdır.

Madem bu öğretmenlik kıskanılacak bir meslek! Çalışıp öğretmen olaydınız breler! Elinizden alan mı vardı? Yoksa siz de “Benim puanım öğretmenliğe yetiyordu, ben tercih etmedim diyenlerden misiniz? Unutmayın, kaçan balık büyük olur. Keşke öğretmen olaydınız da en azından bugünkü öğretmenlerin elinden çocuklarınızı almış ve adam gibi çocuklarınızı yetiştirmiş olurdunuz Üstüne üstlük üç bilemedin dört ay tatil yapıp yan gelir yan yatar, üstelik bir de maaş alırdınız… Vah yazık gerçekten! Siz öğretmen olmayacaksanız bugünkü öğretmenler üç ay tatil yapıp yan gelip yan yatacak ve maaşlarını da alacaklar. Bu durumda siz de kıskanmaya devam edeceksiniz. İster çatlayın, ister patlayın! Var mı bunun ötesi?

Not: 16.10.2018 tarihinde pusulahaber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Tek Aday ve Tek Listenin Oylandığı Seçimler *


Pazar akşamına doğru hem avukat hem de öğretim görevlisi olarak görev yapan komşumu gördüm. Ayaküstü biraz lafladık. Hal-hatırdan sonra BARO seçimleri vardı. Onun için geldim dedi. İyi hoş geldiniz, sonuç ne oldu dedim. Sonuç belli değil, halen sayım devam ediyor dedi. Ta il dışından gelip oy verdiğinize göre birden fazla aday olmalı. Haliyle çekişme de vardır dedim. Olmaz mı? Her görüşün adayı var dedi. Hayırlı olsun sonuçlar dedim ayrıldım.

Ayrılırken avukatın yüzüne baktım. Yüzünde bir merak, bir heyecan ve bir beklenti vardı. Neden olmasın ki? Sonuçta destek verdiği aday kazanır veya kazanamaz. Seçim bu ne de olsa. Öyle zannediyorum katılım da yüksektir bol adaylı bu seçimde. Zaten olması gereken de bu. Birden fazla aday yarışmayınca bu işin heyecanı olmaz.

Aynı haftanın cumartesisinde bir STK'nın ilçe seçimleri oldu. Sonucu kimse merak etmedi. Çünkü tek liste yarıştı çoğu ilçelerde. Birden fazla listenin yarıştığı ilçelerde katılım biraz olurken çoğu ilçelerde katılım yüzde 25-30 civarlarında olmuş sosyal medyadaki yorumlardan anladığım kadarıyla. Sonucu belli listeye oy vermek için kim gelsin? Nasılsa tek liste var orta yerde. Haliyle tek liste yarışınca sonucu belli seçimin sonucunu kimse merak etmedi, heyecan da duymadı. Niye duysun ki?

Tek listenin oylandığı seçimleri ben Ortadoğu ülkelerinin bazılarında olan sözde seçimlere benzetirim. Buralarda baştaki kral yasa gereği zorunlu seçimlere gider. Halk oy verir. Kralın sonuçlardan hiç endişesi olmaz. Zira kazanacağı kesindir. Çünkü karşısında rakibi yok. Bu seçimlere katılım fazla olmasa da katılanların verdiği oyla kral yüzde 95’lik bir oranla güven tazeler. Sonuçtan halk ve oy verenler memnun olmasa da kralın dediği olur ve kral demokrasiyi bitmez tükenmez emellerine alet eder. İşte bu tür yerlerde yapılan seçimlerde de  katılım fazla olmaz, heyecan olmaz. Bu yüzden sonucu da kimse merak etmez.

İçinizden başka aday yoksa mecburen tek liste oylanacak. İsteyen herkes aday olabilir ve liste hazırlayabilir. Buna bir engel yoktur diyebilirsiniz. Tespitiniz doğru. Çünkü seçimlerde mevcut yönetime karşı alternatif bir liste çıkarmada mevzuatta bir engel yok. Burada önemli olan karşılarına rakip ya da rakiplerin çıktığın yönetimin tavrı. Pekala seni dışlayabilir, belden aşağı vurabilir. Seni bölücü olarak lanse edebilir. Haydi tüm bunları göze alarak aday oldun diyelim. Kazanma şansın pek olmaz. Çünkü mevcut yönetimle eşit şartlarda yarışma imkanın yoktur. Eski yönetim kaybetmeyecek şekilde sistemini kurar. Haydi buna da eyvallah diyelim. Seçimi kaybettikten sonra dışlanma, baskı, görmezden gelinme vb. her türlü durumla karşılaşman mukadderdir. Görüldüğü gibi bazı yerlerde aday olmak bir dert, adaylık süresini yönetmek bir dert, kaybetmek ayrı bir derttir. Kaybettikten sonra işin gücün yoksa camian tarafından sürekli yok kabul edilme ve vebalı görülme durumun da olabilir. Bu demektir ki ağrımaz başını ağrıtacaksın.

Yönetimin yüzü eskimesine, sürekli kendisini tekrar etmeye başlamasına, başarısız olduğu ayan-beyan belli olmasına rağmen bir STK'da değişim rüzgarları esmiyor, alternatif liste çıkmıyorsa kimse kusura bakmasın böylesi yerlerde demokrasi bir numara büyüktür. Böylesi yerlerde insanlar yıldırılmış olmalı ki aday çıkmıyor. Yasa gereği oylanan tek listeyi oylamaya da çoğunluk gelmiyor. Nasılsa sadece listedeki adayların kendileri kendi kendilerine oy verse seçilecekler. Zaten durum da bundan farklı değil. 

Hasılı körler ve sağırlar birbirini ağırlayarak birbirlerini beslemeye devam eder. Bu da onlara yeter zaten. Katılım olmuş veya olmamış önemli değil. Nasılsa koltuk baki! Ne diyelim? Hayırlı olsun böylesi seçimler! Allah istikrar abidesi bu kişileri başımızdan eksik etmesin. Onlar olmasa üyeler ne yapar sonra? 

Not: Sözüm meclisten dışarı. Yazımdan tek adayın yarıştığı her yer aynıdır anlamı çıkmasın. Çıkan alternatif listeye centilmence yaklaşan nice yönetimler vardır. Allah sayılarını artırsın.



* 17/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


14 Ekim 2018 Pazar

"Doğru insan aramak yerine doğru insan olmak" *

Alişan Kapaklıkaya bir konuşmasında "Doğru insan aramak yerine doğru insan olmak" şeklinde bir cümle kullandı. Cümleyi duyar duymaz işte sıkıntılarımızın temeli dedim kendi kendime.

Niçin sıkıntıların temeli? Çünkü her birimiz bıkıp usanmadan hep doğru, güvenilir, işinin ehli kişiler arıyoruz. Doğru insan aramaktan bitip tükendik ama pes etmedik hala. Sürekli bir arayış içerisindeyiz. Almışız elimize projektörü… durmadan arıyoruz. Hepimiz neler aramıyoruz ki! Veli ve öğrenci iyi öğretmen, iyi okul ararken öğretmen iyi veli, iyi öğrenci, iyi müdür, iyi bakan arıyor; müdür de iyi veli, iyi öğrenci, iyi öğretmen arıyor. Esnaf iyi müşteri,  müşteri ise iyi ve güvenilir esnaf arıyor. Patron iyi işçiler ararken işçiler de iyi bir patron arıyor. Kiracı iyi bir ev sahibi, ev sahibi de iyi bir kiracı arıyor. Arıyor oğlu arıyoruz! Verdiğim örnekleri çoğaltabilir, hayatın her alanına bu arayışı teşmil edebiliriz.

Aslında arayışımız doğru. Üstelik fazla bir şey de aramıyoruz. Sadece görmek ve bulmak istediğimiz; işimizi, çocuğumuzu, kendimizi ve her şeyimizi teslim edeceğimiz doğru insana ulaşmak. Buna hakkımız var mı? Var elbet! Bundan doğal ne olabilir ki? Fakat bu arama işinde aradığımızı bulmak için projektörü hep karşı tarafa tutuyoruz. Nedense hiç kendimize doğrultmuyoruz bu projektörü. Belki de bu iş için projektörü ilk tutacağımız kişi kendimiz olmalıydı. Tıpkı iğne ile çuvaldız gibi. Önce iğneyi kendimize batıracağız ki ardından çuvaldızı başkasına batıralım.

Her işte doğru arayan ben; işimde, gündelik hayatta ve insanlar arası ilişkilerde ne kadar doğruyum? Hep doğru insan arayışı içerisine giren bir insan, bu işe kalkışmadan önce kendisini sorgulasa doğruluğuna engel olan davranışlarını törpülese doğru insanın olması gerektiği gibi bir yaşantı içerisine girse bunu hepimiz yapsak hepimiz doğru birer kişi oluruz ki ömrümüzün geri kalan kısmında doğru adam aramaya gerek duymayız. Çünkü maksat hasıl olmuş ve doğru insanı bulmuşuz demektir.

Hangi işte olursa olsun her şeyden önce ben, kendi yaptıklarımdan ve yapacaklarımdan sorumluyum. Doğruluk arayışında kendimizi temize çıkararak doğru insan aramayı ben maalesef çok dürüstçe bulmuyorum. Bizim bu durumumuz minderden kaçan güreşçiye benzer. Üstelik beyhude bir çabadır bu. Çünkü Allah bu konuda: “Bir topluluk kendini değiştirmediği müddetçe Allah hiçbir topluluğu değiştirmez” buyurarak genel ilkeyi koymuştur. Ben değişeceğim ki toplum değişsin. Toplumun değişmesinde öncelik bireylerin değişmesidir. Bireyler değişmedikçe hiçbir toplum değişmez. Çünkü toplum bireylerden oluşur. Ben sahtekar olacağım, toplum düzgün! Var mı öyle üç kuruşa beş köfte? Dünyanın doğasına aykırı bir defa bu!


Hepimiz kendi evimizin önünü süpürerek başlayabiliriz bu işe. Yoksa umutsuz vaka olarak arar arar, havamızı alırız. Yine doğru insan aramaya devam edelim ama ararken “Ben ne kadar doğruyum” diyelim ve kendimize çekidüzen verelim derim. Yine Allah “Sen doğru yolda olursan, başkalarının sapıklığı sana zarar veremez” buyurur. Başka söze ne hacet! Haydi önce kendimize bakalım, eğer ihtiyaç kalırsa sonra doğru insan arayışına girelim.

* 26/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.