11 Ekim 2017 Çarşamba

Bu Düğünü Görmediyseniz Çok Şey Kaçırdınız

Yan tarafta gördüğünüz bir düğünde ikram edilen menü. Dokunulmamış hali. Konyalıların deyimiyle çerez. Küçücük kase tam doldurulmamış, on kişinin oturduğu masaya iki tabak bırakıldı biz oturduktan nice sonra. İçinde nohut, leblebi, fıstık var. Kelle başı düşmeyecek şekilde Antep fıstığı var birkaç tane. İkram bu kadar değil, çerezi tıka basa yedikten sonra mide hazmetsin diye yine adam sayısınca olmayacak şekilde birer kişinin içeceği tadımlık sular kondu masalara.

Az sonra gelin ve damat sahnedeki yerini aldı. Canlı müzik kulaklarımızın pasını sildi. Yüksek sesli müzik ve yöresel sanatçının sahne aldığı ortam yanımızdaki dostlarla muhabbeti  engellese de sonunda müzik müziktir, sanatçı da sanatını icra edecektir. Çekecek çilemiz varmış çekeceğiz artık. Kulakları tırmalayan müzik can sıkıntısından elimizi çerez kabına götürdü. Tabii içinde çerez bulabilirsen. Şükür ki dişimizi kırmadan çerez bitti. Öyle zannediyorum, çerez birden bitmesin diye çerezin bayatı tercih edilmiş.

Az sonra oynama anonsu yapıldı. İçimizde oynayan kimse  çıkmadı. Zira ne oynayacak yetenek vardı bizde, ne de heveslisi. Hoş, oynayacak olsak da aç ayı oynamazdı. Öğün vakti atıştırdığımız çerez de midemizin zil çalmasını engellemedi maalesef.

Otururken sağımıza solumuza bakındık bir tanıdık görebilir miyiz diye. Zira damattan başka kimseyi tanımıyorduk. Damadın mesai arkadaşlarının hiçbirini göremedik nedense. Halbuki mesai saatleri içerisinde odası giren, çıkan, ve oturandan geçilmezdi. Hikmetini bir türlü anlayamadık. Gelmeyen arkadaşları ya menüyü biliyorlardı gelmedi, ya da iyi gün dostu idiler sanırım. Arkadaşlarını mutlu gününde yalnız bırakmamayı düşünememişler anlaşılan. Ya da arkadaşları ya mutluluğuna dayanamayız diye gelmediler, ya da umursamadılar. Kurum arkadaşlığıymış onların ki meğersem.  Halbuki davete icabet etmiş olsalardı müziğin gürültüsünü tamamen bize yıkmamış olurlardı. Bizimki at-seyis hikayesine döndü. Ne kadar müzik, ses ve cızırtı varsa üzerimizden geçti dense yeridir. Hikayeyi bilirsiniz ama ben yine de anlatayım. “Bir kilisede inananlarına sürekli vaaz veren bir papaz, vaaz için hazırlığını yapmış, kiliseye geçmiş. Bir de ne görsün. Kilisede cemaat olarak sadece bir kişi var. Kısa bir şaşkınlıktan sonra “Arkadaş, vaaza hazırlanmıştım ama kimse yok, ne yapayım? Anlatayım mı? Zira sadece sen gelmişsin” demiş. Kiliseye vaaz dinlemeye gelen kişi, “Efendim, ben seyisim, bu işlerden anlamam, atlardan anlarım. Ama tüm atlar kaçsa geri kalan bir ata yem vermemezlik yapmazdım” deyince papaz, vaazını vermeye başlamış. Uzatmış da uzatmış. Tek olduğu için seyis de kiliseden çıkamamış. Nihayet papaz vaazını bitirdikten sonra seyise, “Vaazımı nasıl buldun” diye sormuş. Seyis, “Efendim dedim ya ben seyisim, vaazdan anlamam. Ama tüm atlar kaçtı diye geri kalan tüm yemi bir ata yedirmezdim” demiş. Gördüğünüz gibi damadın mesai arkadaşlarından kimse gelmeyince müzik, gürültü, cızırtıyı dinlemek ve sabretmek bize kaldı.

Sabır taşımızın çatlamasına ramak kala giren akşam namazı imdadımıza yetişti. Namaz geçmesin diye düğün sahibinden görebildiğimize hayırlı olsun diyerek salondan çıktık. Zira kimseyi tanımıyorduk, damattan başka. Akşam namazımızı yakın bir camide kıldıktan sonra evimize doğru yollandık. Düğün kaça kadar sürdü, kim oynadı, ne kadar oynadı, sanatçımız hangi müzikleri söyledi bilmiyorum. Çok da merak etmedik doğrusu. Davete icabet ettik, az da olsa atıştırmalık rızkımız kursağımıza girdi o kadar.

Eve varınca ilk işim karnımı doyurmak oldu. İyi de acıkmışım. Ne de olsa sabah kahvaltısı ile duruyordum. Abbas'ın kör kazı gibi ne bulduysam indirdim mideme. Önüme konan çerez de iyice acıktırmış belli ki!

Derdim düğünde karnımı doyurmak falan değil. Düğün sahibinin ikramını da ayıplıyor değilim. Gücü çereze yetmiş o kadar. Zira Konya'da düğünler pahalı mı pahalı! Yemek versen bir türlü, vermesen başka türlü. Burada böylesi bayat ve iyi kavrulmamış leblebi ikramı, salon sahibinin bir ayıbı. Olmayacak ve onmayacak bir firma mı arıyorsunuz? Benim bu gittiğim salondur. Konya'da bu salondan başkasını bulamazsınız. Bir firma intihar eder mi? Firma sahibinin niyeti ömürlük değil, tek vuruş gayri, belli. Bizim damat da aramak için çok uğraşmış anlaşılan.

Burada bir söz de düğün sahibine söyleyelim. Be kardeşim! Öncelikle hayırlı olsun, ömür boyu mutluluklar dilerim. Bu salonu tutmak için epey aradın mı? Salonu senden önce tutan var mı? Sen ikram edilecek çerezi daha önce görmedin mi? Haydi diyelim ki ucuza gelsin diye çerezin böylesi senin tercihin. Çünkü paran yok. Madem paran yok, canlı müziği niçin tercih ettin? Öyle zannediyorum, burada malı götüren sanatçı olsa gerek. İkramı ucuza getirip sanatçıya kösülmek nasıl bir izan, nasıl bir psikoloji, nasıl bir anlayış? 11.10.2017



Kırık Bardakla Çay İçebilmek

Gördüğünüz çay bardağının kırık olduğunu çayı yarıladıktan sonra dudağım marifetiyle farkına varabildim. Demek ki dudağım hala fonksiyonunu kaybetmemiş. Gözlerde sorun var diyebilirsiniz. Doğrudur. Küçüklüğümden beri uzakla, kırkından sonra da yakınla sorunu var gözlerimin. Ama hala bir yazı okumak için yakın gözlüğü kullanmadığımı da ifade etmek isterim.

Ben olayın oluşunu anlatayım da siz hakkımda ne derseniz deyin. Sabah ilk dersin bitiminde öğretmenler odasındaki ters kapatılmış çay bardağının bir tanesini çevirip alelacele çayı döküp bardağı elime aldıktan sonra nöbetimi tutmak üzere görevlendirildiğim katıma çıktım. Bir taraftan öğrencileri gözlemlerken diğer taraftan çayımı yudumladım. Bardağı yarılamıştım ki dudağıma gelen temas sonucu bardağın kırık olduğunu görebildim. Kalorifer peteğinin üzerine bardağı koyduktan sonra fotoğrafını çektim. Ardından bardağın sağlam yerinden geri kalan çayı yudumladım ve bir başkası mağduriyet yaşamasın  diye bardağı çöp kutusuna attım. Tüm olay bundan ibaret. Şimdi gelelim bu olayın analizine.

1. Okul bardak alamayacak kadar fakir, tıpkı benim gibi. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. Bu yazıyı okuyanlardan okulum ve benim sağlığım için bir koli büyük boy çay bardağı göndermelerini bekliyorum. Olmaz ya bir beklenti benimki. Umut dünyası ne de olsa.
2. Kırık olduğunu görmediğim çay bardağını, bana göre genç olan görevli arkadaş da görememiş. Demek ki bardağın kırık olup olmadığı görüp görmemenin yaşla ve gözle bir alakası yok. Görmeyince görünmüyor. Kınamayın başınıza gelir.
3. Bu kırık bardakla çay içmek benim kulağıma küpe olsun. Bundan sonra "Acele işe şeytan karışır" sözü gereği herhangi bir işte acele etmemem gerektiğini, bardağı elime alıp çay dökmeden önce alıcı gözle bakmam ve yoğurdu üfleyerek yemem gerektiğini anladım.
4. Kırık bardakla çay içmek cahil cesareti olsa da bir cesaret olduğu aşikardır. Sağlam bardakla herkes çay içer. Önemli olan kırığından içmek. Verilmiş sadakam varmış. Ki dudağımı ve elimi yaralamadım.
5. Kırık bardakla kendimi yaralamadan çay içmek ayrıca bir maharettir.
6. Sağlam bir dudak yapısına sahip olduğum ortaya çıktı. Şekil A'da görüldüğü gibi.
7. Kötüye bir şey olmaz sözünün doğruluğu bir kere daha ortaya çıktı. 11.10.2017

9 Ekim 2017 Pazartesi

İyi Yapmıyorsun Türkiye! *

Sen ne zaman ABD'nin suyunu bulandırmaktan vazgeçeceksin Türkiye! Boyuna-postuna bakmadan benim gibi dünya kabadayısının elçilikteki çalışanını tutukluyorsun? Bu biraz had bilmezlik değil mi? Benden FETÖ elebaşısını istemeye cüret ediyorsun. ABD dediğin ülke yani ben, bugüne kadar nice ülkelere had bildirdim. Ben  istediğimi yapmakta serbestim.

Sen de kendi içinde etliye-sütlüye karışmadan yaşayabilirsin. Ama iş; dış işleri oldu mu, ABD'nin menfaati oldu mu nasıl hareket edeceğini, ne söyleyeceğini, ne şekilde karar alacağını, nerede duracağını, kiminle birlikte olacağını düşüneceksin bir defa. Aslında düşünmene de gerek yok. Senin yapman gereken sana verilen rolü oynamaktır. Ağan yani ben, ne diyorsam eyvallah demektir. Anladığım kadarıyla unuttun sanırım. Sen ki koca bir cihan devleti iken seni parçalamaya karar verdiğimizde ve seni küçücük bir toprak parçasına hapsettiğimizde ne yapacağın, kiminle birlikte hareket edeceğin anlatıldı sana. 

Sanırım balık hafızalısın. Seni sana biraz anlatayım istersen. Bir defa sen bağımsız bir ülke değilsin. Kendi başına buyruk hareket edemezsin, öyle dünya liderliğine falan soyunamazsın. Senin tüm gücün sana verilen rol kadardır. Çünkü seni parçalarken yüzünü, kişiliğini, benliğini Batı’ya ve ABD’ye dönük olmak şartıyla sağ bırakıldın. Bugün nefes alıyorsan buna borçlusun. Öyle yönünü istediğin tarafa döndüremezsin. Bir defa oyunu ben kurarım, sen de oynarsın. Senin görevin bana hizmettir. Birinci vazifen beni memnun etmektir. Çizmeyi aşma. Yoksa sana haddini bildiririm. Sen olaylar karşısında inisiyatif alamazsın. Sadece ben kime kızarsam ona kızacaksın, kimi döversem onu dövmeye koşacaksın. Hani sizin Meclisinizde bir oylama yapılırken partilerin grup başkan vekili parmağını kaldırırsa kaldırılır, kaldırmazsa kaldırmazsın kuralı var. İşte vekilin gözü  grup başkan vekilinin parmağındadır. Konuyu anlasa da anlamasa da, içine sinse de sinmese de görevi sadece parmak kaldırmaktır. İşte senin de görevin  budur. Bizim peşimizi takip etmek.

Ben senin ülkende ABD üssünü, pardon NATO üssünü kurarım, Çekiç güç senin ülkende konuşlanacaksa gereğini yaparsın, Kore’yle savaş yapacağımda bir nefer olarak savaşa gidersin, gerektiğinde ölürsün. AB’ye girmek için yıllar yılı kapıda bekleyeceksin. Gerektiğinde senin askerinin başına çuval geçiririm, gerektiğinde senin korumalarına dava açarım. Senin ülkende olan bir olaydan dolayı senin vatandaşlarını tutuklarım, bir bakanına dava açarım, yakalandığı yerde tutuklanması kararı veririm. Ama sen benim elçilikteki bir kıymetli çalışanımı asla tutuklama yoluna gidemezsin. Bana meydanlarda bağıramazsın. Benim paralı köpeklerim senin ülkende istediği gibi cirit atacak, bilgi toplayacak, ajanlık yapacak. Sen sadece bunların önünü açacak kanun, kural koyarsın. Tutuklamak ha! Bu ne had bilmezlik böyle! Benim ajanım senin ülkende huzuru kalp ile çalışamayacak mı? Yok, eğer çalışamayacaksa ben ülkende yapılanlardan nasıl haberdar olacağım? Dünyayı nasıl yöneteceğim? Ben senin altını oysam da asla gıkın çıkmayacak. Sen böyle değildin, ne oldu sana? Hele Suriye’de yapmak istediklerini asla tasvip etmiyorum. Sen kim, inisiyatif almaya kalkmak kim! Sen bir zamanlar uysal bir koyundun, istediğim tarafa çekerdim. Hiç de itiraz etmezdin. Yaramazlığın bu kadarına da pes doğrusu!

Senin vatandaşlarını ülkeme katmamak üzere koyduğum vize yasağı kulağına küpe olsun. Eğer kendine çekidüzen vermezsen, eskisi gibi iyi çocuk olmazsan bil ki bunun arkası gelecek. Daha “Dünya beşten büyüktür” sözünü de unutmadım. 1 Mart tezkeresinde yaptığınız daha aklımdan hiç çıkmadı. Bunları senden aheste aheste çıkaracağım. Senin kafanı ezmeliyim ki dünyaya ibret olsun. Yoksa arkandan yarın birileri de bana posta koymaya kalkar. Hani sizin bir atasözünüz var, “Yılanın başını küçükken ezeceksin” diye. Sen bir yılansın. Seni ezmeliyim ki herkes sinsin, korksun benden. Benim yaptığım da bu işte. Eğer dünyada bana destek çıkan olur diye düşünüyorsan aldanırsın, onlar sadece koltuklarının derdindedir. Bu da benim işimi kolaylaştırıyor. Sen kendine yan! Olmaz mı? 10/10/2017

* 11/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



8 Ekim 2017 Pazar

Derdimiz/Dersimiz Yardımcı Kaynak

2017-2018 öğretim yılı üç haftasını geride bıraktı, bizim kitap arayışımız bitmedi hâlâ. Kitap derken ders kitabından bahsetmiyorum. Ders öğretmeninin istediği yardımcı kitabı bulamadım bir türlü. Çocuk bir taraftan ben bir taraftan ara ki bulabilesin. Hangisine gitsen kalmadı cevabı alıyorsun. Bizim ayaklarımıza kara sular inedursun, hocamız keyiften dört köşe olmalı.

Niçin sevinmesin ki? Kim satabilir bu kadar soru bankasını? Daha okulun başındayken hocamız köşeyi döndü. Çünkü kendi hazırladığı kitabı bastırıp yayınevi vasıtasıyla öğrencilerine aldırıyor. Pardon hizmet ediyor. Bu olaya siz nasıl bakarsınız bilmem. Belki de size çok makul geliyordur. Nedense benim kıskançlığım tuttu. Bir insan kitap yazıp bastırabilir, emek sarf ettiği kitaptan para da kazanabilir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun kişinin kendi yazdığı kitabı öğrencilerine pazarlamasıdır. Hangi bir öğrenci almaz bu yardımcı kaynağı? Canı isterse almasın. İlerleyen vakitlerde dersi kendi kitabından işleyecek veya oradan ödev verecek. Öğrenci bu kitabı alacak ki kendisine yol, su, çeşme olarak geri dönsün.

Devlet, bir taraftan ders kitabını bedava versin, verdiğim kitap yeterli desin, diğer taraftan yardımcı kitap aldırmayın diye ardı arkasına yazı göndersin; evler, sıralar, kırtasiyeciler yardımcı kaynakla tıka basa dolu. Pazarlamacılar okulları mesken tutmuş, biri geliyor, diğeri gidiyor. Üçüncü hafta bitmiş vatandaş hala yardımcı kitap peşinde. Veli istemese öğretmen istiyor, öğretmen istemese öğrenci ve veli niçin yardımcı kaynak aldırmıyorsun, çocuklarımız emsallerinden geri kalıyor, bak falan okulun falan branş öğretmeni aldırmış diyor. Güya eğitim ve öğretim ücretsiz bu ülkede. İşin içine girince kazın ayağı hiç öyle değil. Yardımcı kaynak, okul kıyafeti, servis vb harcamalar epey bir yekûn tutuyor bu ülkede. "Babam sağ olsun!"

Eğitim ve öğretimimizde sorun çok. Bunlardan biri de yardımcı kaynak aldırılması. Haydi diyelim işin raconu bu, aldırılacak. Hepsinden geçtim. Bir öğretmen kendi kitabını nasıl aldırır öğrencilerine. İstersen kitabı Türkiye’de aranan, bir numaralı kitap olsun. Hiç etik değil bence. Haydi etikliğinden de geçtim. Adam kitabını pazarlayıp paraya para demeyecek. Bari kitapçıları dolaşsa da, bulunmayan kitabı için yayınevini bir arasa da yeteri kadar kitabını bastırıp göndertse. Hiç olmazsa veli de fellik fellik şu kitapçıda vardır, yok bunda vardır diyerek dolaşıp durmaz. Ya da madem bu iş oldu olacak, yayınevi direk kitabını öğretmenimize gönderse de öğretmen bir ders saatini ayırıp ders esnasında kitabını satsa. Aslında hiç fena olmaz. Bu durum öğretmenin işine geldiği gibi velinin de işine gelir. Bu yöntemle öğretmen aracıları aradan çıkartıp daha fazla para kazanmış olur, veli de kitap arama derdinden kurtulmuş olur. Zaten veliden çıkacak bu para. Ha Ali’den almış, ha Veli’den ne fark eder?

İçinizden bu hiç etik değil diyebilirsiniz. Kusura bakmayın, şimdi etiği düşünme zamanı değil. Hem yeni mi aklınıza geldi etik olup olmadığı? Öğretmenin itibarıymış, laf yani! Paranın olduğu yerde itibarın lafı mı olur? Bırakın insanlar su akarken testisini doldurmaya devam etsin. Bu ülkede bir metrelik mezar yeri kazanmak pahalı mı pahalı. Bakanlık da benim vatandaşım işini bilir deyip kafasını kuma gömmeye devam etsin. Sen kendine yan Ramazan! Bunca yıl bir kitap bastırıp öğrencilerine tavsiye etmedin, iş yapan insanı kıskanıyorsun. Zaten meyve veren ağaç taşlanır. Çatla emi! Çalış, senin de olsun. 08/10/2017


Bir Hareket Zıddıyla Kaimdir **

Bir hareket doğar, büyür, gelişir ve ölür. Her hareketin varlık nedeni zıddıdır. Zıddı olduğu müddetçe hareket yaşamaya devam eder. Tıpkı siyah ile beyaz gibidir. Hareketin heyecanını, enerjisini ve sinerjisini kaybetmemesi için harekete soğuk bakanlar, hareketi eleştirenler, hareketle mücadele edenler mutlaka olmalıdır. Eğer bir hareket, muhalif her sesi kısmaya kalkarsa bu tavır o hareketin hayrına değildir. Niçin mi?

Muhalifin olmadığı yerde hareket yerinde saymaya devam eder, heyecanını kaybeder, zaafa düşmeye başlar. Bu durum hareketin yozlaşmasına, savrulmasına sebebiyet verir.

Bir harekete öncü olanlar, onun liderliğini yapanlar, harekete gönül verenler heyecanlarını kaybetmek istemiyorlar, hareketlerinin gelişmesini istiyorlarsa hareketin içinden veya dışından harekete gelebilecek eleştirilere tahammül göstermeleri, toleranslı davranmayı, onları dinlemeyi bilmeliler. Eleştiride haklılık payı varsa kendilerini düzeltmeleri, yersiz bir eleştiri ise nazik ve kibar bir üslupla cevap vermeyi prensip olarak benimsemelidir. Çünkü eleştiri, özellikle yapıcı eleştiri kişiyi mükemmelleştireceği gibi hareketi de geleceğe taşır.

İçeriden ve dışarıdan gelen eleştirilere kulak tıkanırsa, eleştiren her kişi düşman, hain ilan edilirse, kapının önüne konursa, dışlanırsa hareket duraklamanın ardından gerilemeye başlar, küskün ve dargınlar artar, ardından yıkılır gider. Yıkılmasa da marjinalleşir.

Hareket muhalefete gözdağı vererek korku imparatorluğu kurmaya kalkarsa bu sefer hareket kendi içiyle, kendi adamıyla uğraşmaya başlar. Beraber yola çıktıklarını bir bir eker, yolda bulduklarıyla yoluna devam eder. Yolda buldukları da hareketten nemalandığı müddetçe kendisine eşlik eder. Sıkıntı, darlık ve tehlike anında gemiyi de ilk önce onlar terk eder. Hiç de acımaz. Tekme vurulacaksa ilk tekmeyi de onlar atar. Harekete acıyanlar, hareketi terk etmeyenler hareketten dışlansa da, uzak dursa da gemiyi kolay kolay terk etmez. Üzüntüleri, bir çuval incirin berbat edilmesine, hareketin bu noktaya gelmesinedir.

Hareket icraatı bırakıp kendi yaptığı hizmetleri temcit pilavı gibi anlatmaya kalkarsa bu, kendini tekrarlıyor, ileriye gidemeyen ve yerinden kalkamayan bir aracın patinaj yapmasına benzer. Yalnızlıktan dem vurur. Yerinden sıçrayıp kalkamayınca bu sefer can havliyle yanında olanlara kızmaya başlar. Kızdıkça etrafından insanları kaçırır. Kızgınlığı akıl ve ferasetinin önüne geçer, basireti kapanır. Yaptığı hatayı telafi edemez. Çünkü etrafını yoldan bulduğu yağdanlıklar doldurmuştur. Az ilerisini göremez.

Bir hareketin sürekli olması, dağılmaması, zirvede kalması veya zirveye ortak olması kişilere bağlı olmamalıdır, hareket kurumsallaşma yoluna gitmelidir, kendi içinde öz eleştiri kültürünü yerleştirmelidir. İnsana ve ülkeye hizmetle birlikte gönüllere girmenin yollarını bulmalıdır. İstişareye önem vermelidir. Her eleştireni düşman bellememelidir. “Dost acı söyler, yüze söyler” atasözünü kulağına küpe etmelidir.  Harekette yorgunluk varsa bayrağı yeni yüzler almalıdır; eskileri kırmadan, dökmeden yanında tutmanın mücadelesini vermelidir.

Hareketin su alması istenmiyorsa önce var olan eksikliğin tespit edilmesi, ardından tedaviye yönelinmesi gerekir. Bunun için de “Kol kırılır, yen içinde kalır” prensibi esas alınmalıdır. İçeriden yapılacak istişarelerle hastalığa çözüm aranmalıdır. Eğer hareket içeriden değil de meydanlardan dizayn etmeye kalkılırsa işte vahim olan da budur. Bu, sıfırdan başlanan hareketin zirveden sonra yeniden sıfıra doğru yol alması demektir. İnsanları, dostları yanına çeken tatlı bir üslup benimsemelidir. Tıpkı Musa ve Harun’u Firavun’a gören Rabbin, “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” buyurduğu gibi. İlahlık taslayan, halkına her türlü zulmü reva gören bir zalime bile tatlı dil tavsiye ediliyorsa kendi insanımıza ne şekilde konuşulup, ne şekilde davranılacağını varın siz düşünün.

Unutmayalım ki zirveye çıkmak zordur, ama zirvede kalmak bir o kadar daha zordur. 08/10/2017

** 16/10/2017 tarihinde kahta soz'de yayımlanmıştır.





6 Ekim 2017 Cuma

Hutbeler Eskiye Döndü *

İslam'ın ilk yıllarında cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevi bölgenin en üst amiri tarafından irat edilirdi. Hutbede Müslümanları ilgilendiren siyasi, ekonomik, sosyal, dini vb. konulara değinilirdi. Abbasilerle birlikte hutbe okuma görevi kadılara* devredildi. Hutbelerde sadece dini konulara yer verilir olmuştu.

Abbasilerde hutbelerde başlayan bu dini içerik İslam dünyasında özellikle Türkiye'de bir gelenek olarak hep devam etti. Yıllar yılı etliye-sütlüye karışmadı. Ne şiş yansın ne de kebap dedi. Cumaya gidenlerin çoğu hutbe esnasında uykusunu aldı. Çünkü sadra şifa olmadı, kimsenin derdine derman olmadı. Zaman zaman devletin kutladığı belirli gün ve haftaları konu edindi. Uyumayanlar da "Bu da mı okunur" diyerek dişlerini sıktı ve dudaklarını ısırdı. Ya da hutbe konusu olarak herkesin bildiği, kimseye yeni bilginin verilmediği bir serüven izlendi. Bu durum  Sayın Mehmet Görmez DİB başkanı oluncaya kadar sürdü.

Görmez ile birlikte hutbelere bir heyecan geldi. Dini konulara yer vermekle beraber Türkiye gündemini ve Müslümanları ilgilendiren her konuya değinilmeye  başlandı. Okunan hutbeler hafta boyunca Müslümanların çoğunda bir gündem oluşturdu, gönüllere dokundu, göğüslere su serpti. Hutbe dediğin böyle olur dedirtti. Dinleyenlere mesaj verdi, Müslümanların o konu hakkında nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiğini  vurguladı, kafasında tereddüt yaşayanlara yol gösterdi. Bu haftanın hutbesi bittikten sonra haftaya okunacak hutbe beklenir ve camiye daha bir iştiyakla gidilir oldu. Hutbelerdeki bu değişimi eleştiren bir kesim olmakla beraber büyük çoğunluk onay verdi, tasvip gördü.

Görmez'in emekli olmasıyla birlikte hutbelerimiz eski yavan halini aldı, tekrar uyutmaya başladı. Hutbelere ivme getiren Görmez'miş meğer. Buradan  hareketle Görmez'in niçin emekli olduğu veya emekliliğini istemek zorunda kaldığı daha iyi anlaşılıyor. Demek ki az sayıda hutbe içeriklerinden memnun kalmayan kesim sayesinde Görmez'in ipi çekilmiş. Çünkü hutbeler onların ipliğini pazara çıkarmaya namzetti.

Yazık oldu tadı damağımızda kalan, içeriği dolu, Müslüman'a bir duruş ve bakış açısı sunan güzelim hutbelere! Yeni başkanın bu hutbeleri tırpanlama misyonuyla geldiği anlaşılmaktadır. Hiç olmadığı kadar güven kazanan ve güven veren Diyanet'in duruşu bu şekilde kişilere göre değişiklik göstermemeliydi. Artık kişiler değil, kurumların kültürü oluşmalı bu ülkede. At sahibine göre kişnememeli, kişiler kurumlara göre kişnemeli...

*Konu hutbeden açılmışken bir anekdotum aklıma geldi: Öğretmenliğimin ilk yıllarında hitabet dersinde öğrencilere sınavda, “İslam’ın ilk yıllarında en büyük mülki amirin kıldırdığı hutbelerde Müslümanları ilgilendiren ekonomik, sosyal, siyasi vb her konuya değinilirken Abbasiler döneminde hutbe okuma görevinin kadılara(dönemin hakimi) bırakılmasıyla birlikte hutbelerde içerik yönünden nasıl bir değişiklik olmuştur?” şeklinde bir soru sormuştum. Öğrencimiz cevap olarak: “Hocam! Kadınlar hutbe okumaz ki içeriği değişsin” yazmış. Kadı kelimesini kadın şeklinde okuyan öğrencimiz soruyu garip bulmuş olmalı ki cevabı da çok orijinal olmuş. Aradan 24 yıl geçmiş, hala hatırımda. Öğrencimiz bu sorudan puan alamamıştı ama sağ olsun kağıtları okurken beni epey güldürmüştü. 06.10.2017

* 02/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

5 Ekim 2017 Perşembe

Sınavsız Hayat Olmaz

Eğitim ve öğretimle ilgili hepimizin ortak bir sızlanması var, "Çocukları yarış atı gibi sınavlara hazırlıyoruz" şeklinde. Doğrudur, çocukları yarış atı gibi görmemek lazım. Hatta çoğumuz sınav olmamalıdır şeklinde öneri de getiririz. Sınavsız olur mu bu işler? Bir yere birden fazla talep varsa orada sınavın olmaması mümkün değildir.

Hayatın kendisi bir sınavdır. Nasıl ki hayat imtihansız olmuyorsa okullar da sınavsız olmaz. Bu, hayatın bir gerçeğidir. Sınav mutlaka olacak. Değilse seçimi nasıl yapacağız? Önemli olan çocukların yeteneklerini ölçen objektif ve ölçülebilir sınav sistemini ortaya koyabilmektir. Her yönüyle düşünülerek ortaya konan sınav sisteminin getirisi ve götürüsü hesaplamandan kaldırma yoluna gidilmemelidir. Bir sistem kaldırılırken yerine ne konduğu ortaya konmalıdır. Sınav sistemi değiştirilecekse mağduriyetlerin oluşmaması için zamanlamaya dikkat edilmelidir.

Sınavlar olacaktır. Bundan kaçış yoktur. Sorun sınavlardan ziyade sınavlara yüklediğimiz anlamlardadır. Biz büyüklerin sınavlara yüklediği anlamlar sınavları çekilmez kılmaktadır. Velilerdeki bu bakış açısı değişmediği müddetçe dünyanın en iyi sınav sistemini de getirseniz çocuklarımızı yarış atına döndürecektir. Mahallemizdeki okulu, çocuğumuzun gittiği okulu ve öğretmenlerini beğenmedikçe, "Bu okulların verdiği bilgilerle çocuğum akranlarıyla yarışamaz" psikolojisinden kurtulmadıkça getireceğimiz her sistem çocuklarımıza çocukluğunu yaşatmayacaktır. Bu mantıkla biz okullardan bir şey beklemediğimiz için çocuğumuza takviye aldırma yoluna gideceğiz. Soluğu etüt merkezleri, özel ders vb. yerlerde alacağız. Çocuğumuza daha fazla yük yükleyerek onu dünyaya geldiğine pişman edeceğiz. Kendimiz hafta sonu dinlenirken çocuğumuz ilave ders peşinde koşacaktır. Yine çocuğumuzun kabiliyet ve yeteneğine göre meslek seçiminin önünü açmaktan ziyade kendi gönlümüzden geçen mesleği seçmesi için dikte etmek de çocuğumuza yaptığımız kötülüklerden biridir. Bu, sevmediği yemeği yemesi için çocuğumuza baskı yapmak gibidir.

Sınavsız olmaz desek de günümüz sınav sistemi ve zorunlu eğitim yaşının artırılması çocuklarımızın sorumluluk alma çağını ötelemektedir. Aileler tarafından "belki, bir umut' denerek saçlar süpürge edilmekte. Okuma ve ders çalışma dışında çocuğa hiçbir sorumluluk verilmemektedir. Hayatının yirmi yılını ders çalışarak, sınavlara hazırlanarak geçiren çocuğumuzdan 25 yaşından sonra sorumluluğunu üstlenmesini bekliyoruz. Bu durum  okutmanın dışında başka bir alternatif düşünmediğimizdendir. Artık elimizde her şeyi ailesinden ve başkasından bekleyen hazır yiyici ve patlamaya hazır bir bomba var. Çoğu genç, hayata umutla bakamaz noktaya gelmiştir. Bu durumun baş müsebbibi herkesi okutmaya çalışan devlet ve çocuğunun gerçek başarısını görmek istemeyen anne ve babalardadır, çocuklara bol not veren eğitimcilerdedir. Çocuğun başarılı olduğunu gösteren sistemimizdedir. Son kaldırılan sınav sistemi 17 bin birinci çıkartarak başarıyı öteleyen bir sistem idi. Kimse çocuğunun gerçek başarısının ne olduğunu anlayamadı. Bundan dolayı tedbir alma yoluna gitmedi, gidemedi ya da gitmek istemedi.

Sınavlar mutlaka olmalı. Çocuklarımız da sınavlara girmeli. Çocuğumuzun başarılı olup olmayacağı durumu iyi gözlemlemeli, verdiğimiz şansları iyi kullanmazsa çıraklık eğitim veya açık liseye kaydolduktan sonra yeteneğine uygun bir işe yerleştirmeden kaçınmayalım. Böylece yaş iken çocuğumuzu yetiştirme imkanı elde edebilir ve hayatını kurtarabiliriz. Bunun için öğretmenler de öğrenciyi notla değerlendirirken uçuk-kaçık puan vermekten kacınmalıdır. Zira çocuğa faydası olur diyerek verilen yüksek not ve puanlar öğrencinin kendisini, velinin de çocuğunu tanımasını geciktirebilir. 05/10/2017