19 Mayıs 2017 Cuma

Konya ve Dönel Kavşak

-Haydi dön de göreyim seni-

Her yörenin kendine has adetleri vardır diğerlerine göre farklılık gösteren. Gelenekler ise bir milletin ortak kültürüdür, her bölgede aynı olur. Trafik kuralları da tıpkı gelenekler gibidir. Türkiye'nin hangi köşesine giderseniz yaya ve araç trafiği aynıdır. Tek istisnası var. O da Konya.

Konya'da da trafik kurallarının dönel kavşak kuralı hariç hepsi uygulanır. "Dönel kavşakta dönene yol ver" uyarı levhası konsa da mümkün değil. Kimse dönel kavşakta dönenin önceliği var, kuralına uymaz. Biri kalkar da "Ben hakkımı kimseye yedirmem, yol önceliği bana ait, geçerim kime ne" diye efelenirse sonucuna da katlanır. Çünkü kavşağa girmekte olan ne yavaşlar ne de yol verir. Gelir vurur. Vuran yol vermesi gerektiğini bilmez. Bilirse de uygulamaz. Zira dönel kavşak kuralı Konya'da uygulanmaz diye bilir. Bu yüzden geçmeye kalkar. Bir kural bilenle bir kural tanımazın inadı kazaya sebebiyet verir. Kaza sonucunda trafik kilitlenir. Önce bağırış-çağırış, ardından tutanaklar tutulur. Kazanın durumuna göre ya eksper gelir, ya da çekici çağırılır. 

Konya'da polisin, trafik işaretlerinin olmadığı bu tür kavşaklarda hiç kaza eksik olmaz. Kimse de kuralı uygulayalım demez. İnadım inat devam ediyor. Sen kural gereği önceliği kavşaktan dönene vereyim desen de kimse bu önceliği kullanmak istemez. Sen durursun, o durur. Adamın hakkını kullanmadığını görünce ben bari geçeyim diye hareket etmeye yeltenirsin o da harekete geçer. Bir iki tereddüdün ardından herkes yoluna gider. 

Demem odur ki Konya'da bu dönel kavşak kuralı işlemez. Konyalı'nın inadı da inattır. Sonunda kaza da olsa düz yoldan gelen yolu düzler geçer. Zaten dönel kavşağın adı da pek bilinmez buralarda. Bu kavşağın adı göbektir bizde. Birine yol tarif ederken de "Önüne göbek gelecek, göbeği geçtikten sonra ikinci göbek gelecek, onu da geçeceksin, sonra sağa sapacaksın..." şeklinde tarif edilir.

Hasılı Konya'daki kazaların ekserisi dönel kavşak, namı diğer göbek kazasıdır. Bu kural Konya'da uygulanmaz diye herkes başına buyruk takılır. Jet hızıyla kavşağı geçer. Dönel kavşağa giren de kuzu kuzu bekler. Ardından kavşağa giren araçlar diğer yolu tıkasa da herkes bekler. Çünkü beklemese başına ne geleceğini bilir herkes. Arada bir cins çıkar, geçmeye kalkar, ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Bu durum yıllardır devam eder gider. Kimsenin pes ettiği falan yok. Bakalım Konya mı pes edecek, trafik kuralı mı değişecek? 

Kanaatimce Konya bu konuda kararlı. Sonucunda kaza da olsa, ölümlü kazaya sebebiyet verse de pek akıllanacağa benzemiyor. Normalde Konyalı'da pek inat olmaz ama bu konu'da Laz inadı var. O zaman ne yapalım? "Dönel kavşak kuralının geçerli olmadığı tek yer Konya'dır" diye trafik derslerinde anlatalım. Konya'yı bu kuraldan istisna tutalım. Konya Türkiye'ye uyacağına Türkiye Konya'ya tabi olsun. Böylece kaza oranları büyük oranda azalmış olur.

Dönel kavşakta geçme önceliği dönel kavşakta dönenlerindir" kuralı değişir mi değişmez mi bilmem ama yolunuz Konya'ya düşerse, Konya'da yaşamak durumunda iseniz, siz siz olun dönel kavşaktan pardon göbekten dikkatli geçin. Yok ben dönerim dersen kendini arabanla birlikte göbeğin içinde bulursun. Hiç başka yerde arama. Sonra da "Bana ne oldu, ben ne yaptım ki" diye masum havalarına yatma. Kendi düşen ağlamaz. 19.05.2017

Yemek göze mi hitap etmeli? Yoksa mideye mi?

Açık büfe yemek ortamında göze ve gönle hitap eden envaiçeşit yemekleri görmek mümkün. Fakat iştahla yiyebileceğin tadı tuzu olan yemeği ara ki bulasın. Ne tadı var ne de tuzu.

Anladığım kadarıyla buralardaki yemekler mideye hitap etmiyor, sadece gözü doyurmaya yönelik. Firmalar insan psikolojisini biliyor. Bu yüzden sadece gözü doyurmaya çalışıyor. Zaten göz doydu mu mide nasılsa doyar. Gözünün beğendiğini mideye yolladın mı istemez kalsın, açlık bundan iyi diyorsun. Aşçılar da özel seçilmiş olmalı. Öyle aşçı olacak ki  en güzel malzemeden nasıl kötü yemek çıkarabilecek. Zaten bu tür aşçılar da ancak böyle yerlerde çalışabilir.

Bu kadar adı, malzemesi ve görüntüsü güzel yemeği yapmaya zaman ayıracaklarına, o kadar masraf edeceklerine ve çok sayıda eleman çalıştıracaklarına müşterilerin yemek yerine parmaklarını yiyebilecekleri birkaç kap yemek pişirseler, nasıl olur? Hiç de fena olmaz sanırım. Böyle olsa menü zengin değil diye müşteri gelmez. Adamlar haklı. O zaman basacaksın yemeği. Müşteri zibil gibi olur. Nasılsa gelen bir defa gelir. Koşa koşa gelen memnuniyetsiz ayrılır. Onlar ayrılırken diğerleri girmek için sıra bekler. Bu durumda adam yemekleri niye güzelleştirsin, değil mi? Çok bile böylelerine bu yemekler. Şimdi de gözlerini doyurmak için aldıkları yemekleri midelerine indirenler, nasıl hazmedip sindirecekler...onlar düşünsün dursun. Az bile onlara... Firma da aldığı parayı nasıl karların onun hesabını yapsın. 19.05.2017

18 Mayıs 2017 Perşembe

Bu sene okullar erken havlu attı

Eğitim ve öğretim yılının son haftalarında ders işlenirken bir efor düşüklüğü olur. Ölümüne derse girilir, dersler lütfen işlenir. Çünkü kimsede bir istek ve şevk kalmaz. Bir yılın yorgunluğu üzerlerine çöker kalır. Okulun tüm paydaşları uzatmalara oynar. Son iki hafta bu şekilde geçer. Buna alıştı Türkiye.

2016-2017 öğretim yılının kapanmasına daha bir ay var. Bu sene önceki yıllardan çok farklı. Son bir buçuk ay kala herkeste bir boş vermişlik var. Öğrenci okula gelmiyor, gelen öğrenci ders işlenmesini istemiyor. Alıcı olmayınca öğretmenlerin canına minnet. Okul yöneticileri ise okullarında etkinlik üstüne etkinlik yapıyor. Okulunda etkinliğini bitiren bir başka okulun etkinliğine katılıyor. Her bir etkinliğin vazgeçilmezleri var. İlçe MEM ve sendika temsilcileri. Okullar durmadan protokol ağırlıyor bu günlerde. Her etkinlik protokol, her protokol reklam demektir bugünlerde. Ders olmuş olmamış, öğrenci derse gelmiş gelmemiş kimsenin umurunda değil. Önemli olan etkinlikle okulunu gösterirken kendini de ön plana çıkarmak.

Etkinliklerden fırsat bulup derse zaman kalır da az sayıda öğrenci gelirse öğrencileri oyalayacak oyuncağımız da var; akıllı tahtalar. Sağ olsun devlet düşünüp akıl edinmiş bu tahtaları. Öğrenci çantasını, kitabını getirmemiş ama yanlarında seyretmek üzere film arşivleri var. Filmin biri izlenip diğerine geçiliyor. Eğer devlet bu tahtaları düşünmeseydi okulların son günleri nasıl geçecekti? Ders işleniyor ama tahtalarımız çalışıyor şükürler olsun!

Okullarda istenen başarı gelmezse hiç düşünmeye gerek yok. Suçlu belli. Öğrencilerine dersi iyi öğretmeyen öğretmenler. Hepsi para göz zaten. Suçlu belli olduğuna göre faturanın kime çıkacağı da belli. O zaman dert edinmeye gerek yok. Vur patlasın, çal oynasın.

Eğitim öğretimin bitmesine bir ay kala durum bu ise milli eğitimin işi bitmiş demektir. Herkes uzatmalara oynuyor. Herkesin kafası kumda. Hal böyle iken MEB'in ağlayanı yok, sahibi yok. Olan daha hayatın cenderesinden geçmemiş, günaha batmamış taze dimağlara oluyor. Zararı görecek ve çekecek olan da Anadolunun saf insanı maalesef.

Hakkını yemeyelim, okulların bir iyi yönü var; çocuklarımız her türlü sahtekarlığı, düzenbazlığı, yalanı, dolanı buralarda öğreniyor. Buralarda bu şekilde iyi bir şekilde yetiştirilenler sonra piyasaya gönderiliyor. Her okul yetiştirdiği nesil ile ne kadar gurur duysa azdır.

Hasılı, okullar miadını doldurdu, uzatmalar da bitti. Deniz zaten bitti, kum göründü.

Ruhuna fatiha! 18.05.2017


Nice ramazanlara! *

"Recep, şaban derken on bir ayın sultanı ramazan geldi. Bu ay bizim rektifiye ayımız biliyorsunuz. Nefsi terbiye edeceğimiz bu günler biraz çetin geçeceğe benziyor. Malum yaz aylarındayız. İmsak geceye doğru, iftar ise yatsıya doğru koşuyor neredeyse. Bir öğün yemek atlamada içimiz dışımıza çıkarken dile kolay 16 saatten fazla nefsi terbiye için günlük yemeden, içmeden ve şehevi arzulardan uzak kalacağız.

Kim için? Elbette Onun için. Orucumuza kalben niyetleneceğiz, iftarımızı açarken “Allah’ım senin için oruç tuttum, sana inandım, sana güvendim ve senin verdiğin rızıkla iftar ettim.” diyeceğiz. Başka türlüsü de mümkün değil zaten. Hiçbirimiz dünyayı verseler de bir başkası için bu kadar saat aç ve susuz kalmayız. Amacımız rızayı Bari’yi kazanmak.

Zor olmayacak mı? Elbette zor olacak. Gönlümüz, kalbimiz, inancımız oruç tutmak isterken nefsimiz istemeyecek. Nefis: “Bu sıcakta, bu iş-güç arasında, bu kadar uzun bir zaman diliminde oruç tutmak nasıl olacak?” diye bin bir türlü vesvese verecek. Zira Yusuf peygamber, “Şüphesiz nefis, kötülüğü emreder…” demektedir. Nefsin görevidir bu. Nefse teslim olmak ve olmamak meselesidir. Oruç tutmak isteyenlerin çoğu bir sendrom yaşayacak oruca niyetin başlarında. Tıpkı çalışanların ve öğrencilerin haftanın ilk iş gününde pazartesi sendromu yaşadıkları gibi. Haftanın ilk iş günü işine ve okuluna isteksiz giden nasıl alışıyorsa oruca başlayanlar da hemencecik alışıveriyor. Yeter ki “Ya Allah ya bismillah” diyebilsin insanımız. Bunun için samimiyet, azim ve sebat gerekiyor. Yine  insanda mangal gibi yürek olması lazım. Ayrıca imanın bir gereğidir. İçerisinde riyanın olmadığı ibadetlerimizdendir oruç.

Ramazan geldi hoş geldi sefalar getirdi. Başüstüne deyip niyetleneceğiz hulusi kalp ile. Pekiyi ne yapalım ramazanda? Sadece oruç mu  tutacağız? Başka görevimiz yok mu? Var elbette. Dedik ya ramazan bizim için rektifiye ayı. Bu ayın manevi ikliminden faydalanacağız. Zaman depomuzu doldurma zamanı. Her şeyden önce Kur’an ile hemhal olacağız. Çünkü ramazanı mübarek ve değerli kılan, bizim için hayat rehberi olan Kur’an’ın bu ayda inmeye  başlamasıdır. İçerisinde,  bin aydan daha hayırlı Kadir gecesini barındırıyor. O zaman bir taraftan gündüz saim olurken geceleyin kaim olacağız. Uykuya biraz ara vereceğiz. Hazır şeytanlar zincire vurulmuşken hasat olarak ne toplayabilirsek kardır bizim için. Kur’an’ı okurken ne okuduğumuzu, niçin okuduğumuzu, bize ne dediğini bilerek okumamız lazım. Yoksa günlük yirmi sayfa okumam lazım, ayın sonunda hatmetmem lazım çabası bizi onu anlamaktan alıkoyabilir. Rabbimizden, tuttuğumuz oruçlarımızı kabul etmesini isterken okuyacağımız Kur’an’ı anlamamızı ve anladığımızı yaşamamızı nasip etmesini niyaz ederiz.

Başka ne yapalım? Ramazanın manevi iklimine uygun yaşamak için çaba sarf edelim. Yalan, dedikodu, iftira, suizan vb kötülüklerden uzak duralım, öfkemize hakim olalım, açlık ve susuzluğa karşı sabırlı olalım; eşimizi, dostumuzu kırmayalım, işimizi aksatmayalım, mesaimize riayet edelim, orucu uykuya tutturmayalım, mümkün olduğunca namazlarımızı cemaatle camide kılmaya çalışalım, hayır ve hasenat yönümüzü daha bir ön plana çıkaralım, fukara ve gurabaya iftar vermeye çalışalım, iftar davetlerini ahbap-çavuş ilişkisine döndürmeyelim, iftar davetlerimizi mümkün olduğunca evlerimizde vermeye çalışalım, davetlerde ikram edilecek yemekleri abartmayalım, iftarda fazla yiyerek midemize eziyet etmeyelim. Yemeğimizi yedikten sonra yemek duasının başında okuduğumuz “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Şüphesiz Allah israf edenleri sevmez.” ayetine  bağlı kalalım. Dilimiz farklı, midemiz farklı telden çalmasın.

Rabbim, içerisinde samimiyetin hakim olduğu ibadetlerimizde devamlı olmayı nasip etsin bizlere. Nefsin arzularına yem olmaktan korusun bizleri. Bu ramazan iklimi Müslümanların birlik ve dirliğine zemin hazırlasın. Bizi bize yaklaştırsın. Bizi bir başkasına muhtaç etmesin. Yalnızlaştırılmaya  ve burnu sürtülmeye çalışılan ülkemize yardım etsin. Orucumuzu tutmada bize kolaylıklar versin.

Birkaç kelam da oruç tutmayanlara…İsteyen oruç tutar, isteyen tutmaz. Kimse oruç tutmadığı için bir başkasını ayıplayacak değildir. Zira tutan kendisine tutar. Asla bizden onlara bir mahalle baskısı, ayıplama ve kınama gelmez. Oruç tutmalarında bir sakınca yoksa bir kardeş tavsiyesi olarak onların da oruç tutmasını gönlümüz arzu eder. Yok, eğer tutmak istemiyorlarsa  “Biri yer biri bakar, kıyamet işte ondan kopar” atasözüne ve kültürümüze uygun bir şekilde yeme ve içmelerini daha tenha, daha ıssız yerlerde yemelerini bekliyoruz onlardan. Buna da hakkımız var diye düşünüyorum. İnşallah onları da en kısa zamanda aramızda oruç tutarken görmek isteriz.

Biz oruç tuttuk/tutuyoruz/tutacağız. Karşılığını da sadece ondan bekliyoruz. Çünkü O, "Oruç, benim rızam için tutulmuştur. Bana aittir, mükâfatını da ben vereceğim” buyurmaktadır.

Birlikte nice ramazanlara inşallah! 17/05/2017

* 27/05/2017 tarihinde Pusula  gazetesinde yayımlanmıştır.






15 Mayıs 2017 Pazartesi

Ramazan yaklaşırken *

Sıcakların iyice bastırdığı, gündüzün en uzun süresi diyebileceğimiz bu aylarda ramazanın eli kulağında neredeyse. Oruç tutanlara, bu ibadeti yerine getirme arzusunda olanlara Allah şimdiden yardım etsin, ecirlerini kat kat artırsın. Geçmiş yıllara bakarak bu ramazan ayında da olması muhtemel bazı konulara değinmek istiyorum. Ramazanda davul çalma, belediyelerin mahalle iftar programları düzenlemeleri, bir diğeri de ramazan ayında yapılan merkezi sınavlar... 

Malumunuz bu ayda insanımızı sahura kaldırmak için geçmişten günümüze davul çalma adedimiz var. Çalar saatlerin pek yaygın olmadığı ve herkesin işine sabah gidip akşam geldiği yıllarda geceleyin insanımızı sahura kaldırmak için davul çalma  bir çözümdü. Günümüzde ise insanımızın mesai kavramı değişti. Birimizin uyku saati bir başkasının çalışma vakti olabiliyor. Yine günümüzde vardiya usulü çalışan insanımızın sayısı da az değildir. Çoğu insan ramazan ayında uyku sorunu yaşamaktadır. Vakti de önemlidir.  İnsanımız işine göre sahuruna bir ayarlama geçmekte. Ya yatmadan sahurunu yapmakta, ya da cep telefonu marifetiyle kendisi uyanmaktadır. Durum böyle iken hala eski adetlerimizden olan sahura kaldırma, maalesef tüm hızıyla devam ediyor. Artık bu adet tarihteki yerini almalı. “Yok, bu adet devam etmeli, benim hoşuma gidiyor” diyen çıkarsa yetkililer bu kişiler için bir düzenleme yapmalıdır. Hatta isterlerse teravih namazından sonra başlayıp imsak vakti başlangıcına kadar elinde tokmak kapısının önünde davulcularımız çalsın dursun.

Bir diğer konu bu ayda belediyelerin mahalle iftarları vermek için büyük organizasyonlara girmesi. Belediyelerin böyle bir görevi var mı bilmiyorum. Ama görev tanımlarında böyle bir hizmet var ise derhal kaldırılmalıdır. Yoksa zaten üzerlerine vazife değildir. Belediyelerimiz asli görevlerine yoğunlaşmalıdırlar. Birçok hizmetleri kaynak yok gerekçesiyle ötelenmektedir. Yine çoğu belediye istisnalar hariç borç batağı içerisindedir. Hal böyle iken ramazan ayında belediyelerimiz mahalle mahalle dolaşıp iftar vermeleri bana lüks geliyor. Mahalleli bir gün öncesinde iftarını nasıl yapıyorsa bıraksınlar yine aynı şekilde yapsın. Belediyelerimiz evine ekmek götüremeyen fakir ve fukarayı tespit ederek yıl boyunca onların karnını doyursun. Buna kimsenin diyeceği olamaz. Belediyelerin son zamanlarda artarak devam eden bu iftar verme furyası bana yıllar öncesinde Adana’da iken soru soran bir öğrencimi aklıma getirdi. “Hocam, ben beş vakit namazımı kılmıyorum. Fakat bazı zamanlar içimden geliyor çokça nafile namazı kılıyorum. Kılamadığım farz namazların yerine geçer mi? Aynı sevabı alır mıyım?” diye bir soru sormuştu. Ona, “Kızım! Beş vakit namaz üzerine farzdır, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir borçtur. Nafile namaz ise isteğe bağlı olarak yapılır. Onun sevabı ayrı. Senin bu durumun birisine olan borcunu vermeyerek başkasına bol keseden yemek yedirmeye benzer. Önce borç ödenmeli, değil mi?” demiştim. Hasılı, belediyelerimiz asli görevleri dururken tali işlerle uğraşmamalı. Sonra kimin yemeğini kime yediriyorlar? Bunu da düşünmeleri gerekir. Ama belediye yetkililerimiz, “İçimden geldi, kendi gelirimden insanımıza iftar vereceğim” diyorlarsa bizde ağanın eli tutulmaz. Bu durumda bize, “Allah hayırlarını kabul etsin” demek düşer.

Haziran ayı lise son sınıf öğrencilerinin LYS sınavına girmelerini akla getirir. Öğrenciler kaç yıldır bu sınavlarda başarılı olmak için çaba sarf ediyorlar. Sınavların ramazan ayına denk gelmesi birçok öğrenciyi “Oruç tutayım mı, tutmayayım mı,” ikilemine itmektedir. Her ne kadar  oruç sınava, sınav da oruca mani değilse de hayat-memat meselesi sayılan bu merkezi sınavların -önceden yapılacak planlama ile- takviminin ayarlanmasında fayda vardır. ÖSYM, dediğim dedik, çaldığım düdük dememeli.

Son söz, davullar başımızda çalmasın, zaten yeterince tokmak yiyoruz. Belediyelerimiz mahalle iftarlarıyla uğraşmasın, asli görevlerine zaman ayırsınlar. ÖSYM de LYS sınavları illaki haziranda yapılır kuralının farz olmadığını bilmelidir. 15/05/2017

* 17.05.2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Camilere neşter vurulmalı

Bir akşam yatsı namazına gittim. Baktım hocamız Berat gecesinin önemi üzerine konuşma yapıyor. Son beş dakikasına kulak misafiri oldum. "Allah'ın bu gece Peygamber Efendimize tam şefaat yetkisi verdiğini" söyledi. Ardından Allah'ın affetmeyeceği büyük günahları sıraladı: "Allah zinayı affetmez. Bir defa bu işi yapanlar bu dünyada iken ölümle cezalandırılır. Bugün uygulanmıyor başka. Hatta suç bile değil... Diğeri rüşvet... Eskiden kurumlara gidince 'Rüşvet alan da veren de lanetlenmiştir' yazardı. Şimdilerde göremiyoruz... Bir diğeri ise şirk." Konuşmasını toparlarken işi tekrar beratın anlamına getirdi. "Bu gece kıblemiz Mescidi Aksa iken Mescidi Harama döndürüldü. Bu gece bir yıl boyunca meydana gelecek olayların kararı verilir" dedi. Konuşmasına son verdi, namaza geçtik.

Namaz çıkışı yolda gelirken: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur." Ayet(Nisa 48) meali geldi aklıma. Burada Allah şirkin dışında diğer suçları affedebileceğini buyuruyordu. İşin garibi affetmeyeceği şirk üzerinde hiç durmazken diğer günahlar üzerine birer ikişer cümle açıklamada bulundu.

2014 yılında yine bir Cuma vaazında hocamız: “Çalışmak ibadet değildir, ibadet olsaydı kafirler sizden daha çok çalışıyor, sabahleyin işe amir korkusu ve ekmek parası için gidiyorsun, bu ibadet değildir. İbadet, 5 vakit namazdır.” Şeklinde bir konuşma yapınca o zaman da aklıma “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” ayeti aklıma geldi. Sonra insanın çoluk ve çocuğunun iaşesini karşılaması için çaba sarf etmesi yine dinimiz nezdinde ibadet olarak değerlendirilir. Allah’ın rızasını ve onu hoşnut edecek her türlü davranış ibadet kapsamı içerisine girmektedir. İbadeti sadece namaz kılmak şeklinde daraltmamak lazım, dedim.

Cuma, bayram veya herhangi bir günde yapılan vaazı nasihatler genellikle irticalen yapılır. Çoğu zaman kitabi olmayan bilgilere girilir bu esnada. Eğer konuşan kimse o konuda yeterli donanıma sahip değilse zaman zaman dinin özüne ters gelen bakış açıları da ortaya çıkabiliyor. Tabii, söz bir defa ağızdan çıkmış oluyor.
***
Diyanet İşleri Başkanlığı hutbelere el attı. Hutbelerin içeriği dolduruldu. Hutbeleri dinlerken gerçek dini dinliyorum hissi uyanıyor bende. Uyuklamaya çalışmıyor, daha dikkatli kulak kabartıyorum. Diyanet, hutbelerde gösterdiği bu duyarlılığı vaazlara da getirmelidir. Vaazlara çeki düzen vermek hutbe gibi olmaz, bunu biliyorum. Ne kadar zor olursa olsun Diyanet bir yerden başlayıp vaazları masaya yatırmalıdır. Önüne gelen vaaz verme yoluna gitmemelidir. Çünkü vaazlara dinin özünde olmayan kültürümüze girmiş bidat ve hurafeler daha kolay girmektedir. Camilerde vaazı nasihatte bulunacak kişilerin hazırlayacağı konu için faydalanabileceği  ortak kitapları olmalıdır. Diyanet için böyle bir kitabı yazdırmak, çıkarmak ve görevlilerine dağıtmak zor olmasa gerek. Ya da Diyanet camilerde konuşma yapacak kişilerin faydalanabileceği kaynak eserleri belirlemelidir. Görevliler bu kaynakların dışına çıkmamalıdır. Biliyorsunuz dini alanda yazılan eserlerin haddi hesabı yoktur. Görevli eline geçirdiği kaynaktan faydalanma yoluna gitmemelidir. Tartışmalı konulara girmemelidir. Bu konuda diyanetin görüş açıklamasını beklemelidir. Birçok görevli her konuda görüş bildirme yoluna gitmektedir. Görüş bildirmek için benim bildiğim yeterli birikim sahibi olmak gerekir. Sadece imam-hatip, müezzin olmak yeterli olmaz.

Din alanı netameli bir alandır. Bizim yumuşak karnımızdır. İki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Dozajı yerli yerinde vermemek kişiyi hasta eder. İnsanlara doğru dini ehli tarafından verdirmek  lazımdır. Bu yüzden Diyanet gerekli tedbiri almalıdır. Bir yerde vaaz edecek ehil kimse yoksa gerekirse orada vaaza yer verilmemelidir. Görevini yapmakta olan ama yeterli birikime sahip olmayan kişiler gerekirse kızağa çekilmelidir. Eğer böyle yapılmazsa aktarılan yanlış dini bilgiyi yıllar geçse de telafi etmek mümkün olamaz. 15/05/2017




14 Mayıs 2017 Pazar

Dini bilenlerin dinle imtihanı *

Anadolu'da Bugün gazetesi 13.05.2017 günü,  “Cami cemaati tarafından hayır hasenat düşkünü, dinini tam anlamı ile yaşayan, örnek alınması gereken bir kişi olarak tanınan Y.Y. isimli bir imamın emekli olduktan sonra yine aynı camide gönüllü olarak müezzinlik yapan bu kişinin yardım etmek maksadıyla camiye aldığı kadınlarla camide fuhuş yaptığı” ile ilgili Zafer Samancı imzalı bir habere yer verdi.  


Haberin devamında, “Cami cemaatinin bu fuhuş rezaletini cep telefonuna kaydederek kayıt altına aldığını; adı geçen rezilin biri resmi, diğeri imam nikahlı olmak üzere iki eşi, altı çocuğu olduğunu, bu kişinin cami adına kurulan yardımlaşma derneğinin halen başkanlığını yürüttüğünü” ve kendisiyle ilgili iddialara cevap almak üzere kendisine mikrofon uzatıldığında, ‘Bu konuda konuşmak istemediğini, umreye gitmek için hazırlık yaptığını, umre dönüşü yasal haklarını kullanacağını” söylediğini yazıyordu.

Haber umarım asparagastır. Eğer öyleyse  ilk defa paylaştığım bir yalan haberden dolayı mutlu olacağım. Şu ana kadar yetkililerden bu haberle ilgili bir yalanlama gelmediğine göre haberin aslı varmış gibi değerlendirmek istiyorum. Bu haberin neresi değerlendirilecekse? Neresinden tutarsanız elinizde kalır. Adı geçen cinsi sapık umre hazırlığı yaptığına göre anlaşılan içeriye alınmamış. Öyle zannediyorum, adamın yediği haltta bir sakınca yok ki elini-kolunu sallaya sallaya gezip dolaşıyor. Üstelik hayırlı bir iş üstünde. Müftülüğün yaptığı ise adamı müezzinlik yapmaktan men etmek olmuş.
Merak ediyorum bu haya perdesi kalkmış, ar damarı yırtılmış,  namus ve ırz düşmanının kodese bir daha çıkmamak üzere tıkılması için daha ne yapması gerekiyor. Haydi, adam 60 yaşında, birlikte olduğu kadınlar da reşit çağında. Şikayet olmadığı müddetçe yapılacak bir şey yok denebilir. Bu adam bu herzeyi camide -kamusal alanda- yapmış. Üstelik burası Allah’ın evi olarak bilinir bizim değerlerimizde. Buralar bizim ortak kullanım alanlarımızdır. Eğer yetkililer, kanunlar, dini mabedimizi amacı dışında kullanmaktan dolayı bu adama ceza veremiyorsa bari bu adama, bu tür haltlarını yapabileceği bir uygun yer ayarlasınlar da adamcağız mağdur olmasın.

Haydi, bu adamda Allah korkusu yok, kuldan utanma da yok. Kanunlarımızda da açıklık var, bu mikroba bir şey yapılmıyor. Bu adam iki eşi, altı çocuğu, cemaati ve tanıdıklarının yüzüne nasıl bakacak? Eğer zerre kadar onur, haysiyet, şeref taşıyorsa hemen intihar etmesi çok onurluca olur. Böylece toplum bir mikroptan daha kurtulmuş olur. Eğer böyle bir yolu seçmiyor, hala nefes almaya devam ediyorsa ve umreye gitmek için hazırlık yapıyorsa midesiz, yüzsüz, cibilliyetsiz biridir. Bunun başka izahı yoktur.   Haydi, her şeyden geçtim; bu şekilde uçkuruna düşkün, namahreme göz diken bir namus yoksunu camiasını lekelemek uğruna ne diye imamlık görevini seçmiş? Hiç olmazsa başka bir mesleğe yönelseydi ya! Ama adam başka mesleğe gitmeyecek kadar akıllı. Çünkü bu millet camilerde bu tür nahoş şeylerin olmayacağını, burada görev yapanların ayet-hadis okuduğunu, başkasının namahremine göz dikmeyeceklerini düşünür. Şeytana pabucunu ters giydiren türden bu yamukluk şeytanın bile aklına gelmez. Tek yapacağı şey, cemaatine, çevresine güven vermek. Adam da bunu yapmış. Zaten bizim milleti kandırmaya ne var? İki ayet oku, dürüstlük abidesi kesil, yeter. Belki az mı söyledi hutbede, mihrapta, kürsüde cemaatine: “Muhterem Müslümanlar! Kadın ve kızlarımız açık giyiniyor, dinimiz tesettürü emrediyor, Allah zina yapmayınız demiyor, zinaya yaklaşmayınız diyor. Kadınla erkeğin kimsenin giremeyeceği yerde bulunması caiz değildir…” diye. Ardından her Cuma hutbesini bitirirken cemaatine Nahl 90. ayeti okuduktan sonra Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir.” şeklinde  mealini okumuştur.

Atalarımız boşuna söylememiş: “Kırkından sonra azanı teneşir paklar” diye. Yazıklar olsun bu tip ırz düşmanlarına! Allah’ın evini kendi emellerine alet edenlere! Camiasını lekeleyenlere! Caminin içini pisleyenlere! Yuh olsun, ele talkın verip üzüm salkımını yiyen bu tür namussuzlara! Acırım da bu ırz düşmanının arkasında namaz kılan cemaate üzülürüm. Bu millet kime güvenecek? Öğretmen tacizci, imam namussuz, cemaat lideri beyin yıkayıcı… Umduğu dağlara hep karlar yağıyor nedense.

Sözüm meclisten dışarıdır. Görevini layıkıyla yapan binlerce imam ve öğretmenlerimize selam olsun! 14/05/2017

* 15/05/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.