17 Mayıs 2016 Salı

Sanığa, seni yargılayalım mı oylaması

-Bu ülke bir kesime yol geçen hanı olmamalı-

-Neyin oylaması yapılıyor bugün mecliste?
-Dokunulmazların dokunulmazlığına dokunulsun mu dokunulmasın mı oylaması.
-Kim dokunulmaz?
-Vekiller.
-Bu, kendi elinle kendi ipini çek demektir.
-Yani?
-Çok komik bir uygulama.
-Ne demek istiyorsun?
-Suçluya seni yargılayalım mı yoksa yargılamayalım mı sorusunu sormak gibidir.
-Nasıl olmalı sence bu oylama?
-Vekile değil asıla sormalı bu soruyu.
-Bu şekilde olursa ne sakıncası olur?
-Sence normal ise bu uygulama, bundan sonra her suç işleyen zanlıları bir arada toplayalım. İşlediğiniz yanınızda kar mı kalsın, yoksa sizi yargılayalım mı ya da sizi hakim karşısına çıkarmamız konusunda bize izin verir misin diyelim?
-Olur mu öyle şey?
-İşte ben de olmaz diyorum.
-Haydi sadede gel artık.
-Dokunulmazlık kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırılsın. Her türlü sözü kürsüde söylesin. Savunduğu fikrin kanun olarak çıkması için elinden geleni yapsın. Savunduğu yasalaşıncaya kadar mevcut hukuka uysun. Dışarıda asıl vatandaşa suç olan vekile de suç olsun. Vatandaş yargılanıyorsa vekil de suç işlediğinde yargılansın. Burası yol geçen hanı değildir. Bana suç olan ona da suç olmalıdır. Adalet de budur.
-El hak doğrudur.
-Meclis doğru yargılamanın yollarını belirlesin. Yanlı davranmasın. Mahkeme suçluyu beklerken "Şimdi elime geçti" diyerek ağzının  suyu akmasın. Kestiği parmak acımasın. Kararlar maşeri vicdanda makes bulsun.  Karşılarına çıkan zanlılar, hakim ve savcıları İtalyan Hakem Collina veya dışarıda maç yöneten Cüneyt Çakır gibi görsün. 17.05.2016

İpe un seren cübbelilerimiz*



Bir partinin olağanüstü kongresi yapılacak mı yapılmayacak mı? Toplanan imzalardan sonra mahkemelerin verdiği kararlar birbirini nakzeder şekilde. Yargıtay, ilçe mahkemeleri hepsi rollerini oynadılar. Kongre süreci 6 aydır sürüncemede. Son çare Arap saçına dönen bu durumu çözsün diye top, en yüksek mahkemeye atıldı. Oradan karar çıkar mı çıkmaz mı, çıkarsa ne zaman çıkar bilinmez. Oldu olacak karar vermesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de götürün de tüm yargı süreci tamamlanmış olsun.  Onlar oyalana dursun. Bir başka parti 2 hafta içerisinde kongresini yaparak Üsküdar’ı geçti… Karar alınsa da, karar verilse de, kararın verilmesi bekletilse de olayın merkezinde olaya alet olanlar maalesef adalet dağıtması gereken cübbeliler.

Kendimi bildim bileli bizde adalet dağıtması gerekenler, kestikleri parmaklarla hep gündemde olup birilerinin piyonu oldular.  Adına hareket ettikleri yamalı bohça hukukunu hep çiğnediler, hep kullanıldılar. Bazen sırtlarını iktidara dayayıp başkasının haddini bildirdiler, bazen iktidara kafa tutup siyasi parti gibi davrandılar. Hiçbir zaman  zamanında karar vermediler. Adalet gecikirse geciksin. Çünkü bizim derdimiz adalet değildir dediler. Zamana, zemine, mekana, makama, kişiye, fikre, güce karşı tavır  değiştirdiler. Kıblesi adalet olanların kıblesi hep güç oldu.  Kâh cellat oldular, kâh demokrasi ve hürriyet havarisi. Kâh kışladan brifing aldılar, kâh görmezden geldiler. Hep rüzgâra göre yön değiştirdiler. Kâh ipe un serdiler, kâh sumen altı. Emre göre demir kestiler. Rüzgarın önündeki yaprak misali bir o tarafa bir bu tarafa savruldular da savruldular. Tuzu kokuttular yani.

“Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek dönemin başbakan  ve arkadaşlarını idam sehpasına gönderdiler. İhtilal yapıp ülke anayasasını askıya alanlara karşı şapka çıkardılar, 367 garabetine imza attılar, kayıp trilyon davası adı altında bir ülkenin başbakanını mahkum ettiler, şiir okuyana ceza, devlet malına zarar verip yakıp yıkanlara özgürlük verdiler. Hiçbir siyasi, örgütsel davada parmağa işemediler, hiçbir faili meçhulü çözmediler, zamana yaydılar, hep rüzgarın esmesini beklediler. Hiç yapamıyorlarsa davaları müruruzamana uğrattılar. Hiç sadra şifa olmadılar. Nihai çözümün merkezi olmaktan ziyade hep problemin odağı oldular. Çünkü hiçbir kararda kamu vicdanı rahatlamadı, maşeri vicdan oluşmadı. Hep sap ile saman birbirine karıştı. Yaptıklarıyla hep birilerine yaranmak, bir yerde tutunmak, bir yere gelmek ya da itibar kazanmak istediler. Kararlarıyla belki bir yerlere geldiler ama hiçbir zaman  itibar elbisesi giyemediler. Unuttukları bir şey var. Kimse birilerine itibar elbisesi giydirmez. İnsanlar ve kurumlar kendi itibar elbiselerini kendileri giyer. Kendimiz ve vicdanımız olmaktan ziyade bir gücün militanı oldular maalesef. Vicdan ile cüzdan arasında sıkışıp kaldılar. Sonunda cüzdan vicdanlarına galebe çaldı.

Adalet istemeyenler ve itibar kaybedenler sadece cübbeliler mi? Hayır. Maalesef toplum olarak hepimiz sınıfta kaldık. Çünkü hiçbirimiz adalet istemiyoruz. Kendi menfaatimize uygun karar bekliyoruz, onlara baskı yapıyoruz. İstediğimiz şekilde karar vermişlerse alkışlıyoruz. İstemediğimiz karara imza atmışlarsa aba altından sopa gösteriyoruz onlara. Çünkü adalet denilen şey bizim istediğimizin olmasından ibaretti bize göre.

Her biri en az milletin fertleri kadar değerli olan cübbelilerin kimseyi ürkütmeyeyim, ne şiş yansın ne de kebap sadedindeki kararları kendi değerleriyle aynı orantıda değildir. Hasılı biz cübbelilerle birbirimize bakarak iyice karardık. Birimiz tencere, diğerimiz kapak olduk. Adalet diye bir derdimiz olmadı hiç...

Cübbe dediğimiz bir kumaş parçası değil, sizin itibar elbisenizdir. Bulunduğunuz yerde tutunmak, daha yükseklere yükselmek ya da sürgünden kurtulmak gibi nedenlerle kendinizi sıfırlamayın.  Zira sıfırladığınız sizin onurunuzdur, bu ülkenin onurudur. Onurunu kaybedenler asla itibar kazanamazlar. Eğer cübbenizin hakkını veremiyorsanız onurluca görevinizden ayrılın. Korkmayın. Rızkı veren Allah’tır. Gerekirse pazarcılık yapın, inşaatlarda vasıfsız işçi olarak çalışın ama bu ülkede adalet bekleyen insanların ümitlerini yok etmeyin... 

Kimseye aldırmadan kararını vicdanına göre veren cübbelilerimize selam olsun.  17/05/2016

*25.05.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.


16 Mayıs 2016 Pazartesi

Hastanelerdeki randevu sistemi

Bir zamanlar kamuya ait hastanelere gidip muayene olmak, film, röntgen, tomografi vb.çektirmek, kan ve idrar tahlili vermek, sonuçları doktora göstermek bir ölümdü. Hatta ölümlerden ölüm beğenmekti.

Hastaneden muayene sırası almak için sabahın erken saatlerinde gidip sıra almak gerekiyordu. Hele bir de çalışan isen önce kurumuna gidip sevk alman, ardından gideceğin hastane için 1.basamak sağlık ocağından sevk yaptırman gerekiyordu. Muayeneler 10.00-12.00, 14.00-15.30 arası yapılırdı. Muayene sırası almakla iş bitmiyordu. Doktorun istediği tetkikler için ayrıca sıra alman gerekiyordu. Hastanedeki işlem kesinlikle bir günde bitmezdi. Çoğu zaman soluğu özel muayenelerde alırdı bir çoğumuz. Özel muayeneden sonra tahlil ve tetkiklerin yapılması için tekrar hastaneye geri gelinirdi.

Çoluk-çocuk hasta oldu mu büyükler kara kara düşünmeye başlardı. Dert muayeneye gitmeden başlardı. Hastanelerdeki iş yükünü azaltmak ve hastalara daha iyi bir imkanlar sunmak için vardiya sistemi getirildi. Bu yöntem de fazla sürmedi.

Doktorlara tam gün çalışma getirildi. Özel muayeneler bir bir kapandı. Hastanelerde randevu sistemi başladı. Randevu almak kolaylaştı. İster internetten, ister telefonla, ister sıramatikten alma imkanı getirildi. Hekim seçme hakkı verildi. Hasta evinden çıkarken tatile, gezmeye gider gibi muayeneye gitti. Kendisine ne kadar sıra var, sistemden takip etmeye başladı. Doktor tahlil, tetkik istemişse röntgene varmadan sistem otomatik olarak hastaya sıra verir oldu. Tetkikini yaptıran eline bir sonuç almadan muayene olduğu doktoruna geri dönüyor. Çünkü tahlil ve tetkiklerin sonucu doktor tarafından sistemden görülebiliyor.  Toplum olarak hastaneler eziyet yeri olmaktan çıktı. Bu sistemi kuranların hizmette sınır yok mantığıyla hareket ederek işleyişi hızlandırmaya, daha da kolaylaştırmak için çalıştıklarını yapılanlardan görmekteyim.  Bu sistemi kim akıl etmiş, kim yürürlüğe koymuşsa, kim hala arkasında duruyorsa, kim mücadele ediyorsa çok hastaneye yolu düşmeyen biri olarak minnetlerimi ifade etmek isterim. İşleyişe ayak uyduran hal ve hareketleriyle sisteme uyum sağlayan doktorundan, hemşiresine ve tüm çalışananlarına ne kadar teşekkür etsek azdır. Hastalığıma çözüm olsa da olmasa da tüm çalışanlardan gördüğüm insani davranış beni fazlasıyla mesrur etmektedir. İnsan yerine konmak ayrı bir duygu gerçekten. Hastanelere gittikçe kendimi daha değerli hissediyorum artık.
***

Cuma günden randevu alıp bugün annemi kontrole götürmüştüm Fizik Tedavi Polikliniğine. Tam randevu saatinde hastaneye vardım. Ama doktor yoktu. Yıllardır karşılaşmadığım bir durumdu. Eskileri unutmuştuk artık. Biz beklerken hastane görevlisi geldi: ".....doktor beyi bekleyenler! Doktorunuz hastalandığından bir gün rapor almıştır. Sizleri diğer doktorlara muayene olmanız için yönlendireceğiz, lütfen sekreterliğe müracaat edelim" dedi.  İşimizi yönlendirildiğimiz doktor halledemedi ama olsun. Doktorumuzun olmadığına üzülmekle beraber çalışanların tavrı, problem çözmeye yönelikti.

Hizmette sınır yoktur mantığıyla çalışan bir çok hastanemiz var. Biz iyi ve güzel şeyleri görmekle beraber yeni şeyler istiyoruz:  Doktorunu seçerek randevu saatinde hastaneye gelenler doktorunu görmek ister. Doktor da insandır, hastalanabilir. Hastane yönetiminden randevulu hastalara "Doktorunuz bugün/yarın muayenesinde olamayacağından randevunuzu bir başka güne almak istiyoruz, lütfen hastanemizi arayın" şeklinde bir mesaj gönderilebilir.  Hangi birine gönderilecek diye düşünülebilir. İnanın zor bir şey değil bu. 2004 yılında Adana Balcalı hastanesinde bir randevumuz vardı. İki gün öncesinden okul ve birinci basamak... sevk işlemi için uğraşacaktım ki hastaneden bir telefon geldi. "Efendim 2 gün sonra şu saatte falan doktorla olan randevunuzu bir başka güne almak istiyoruz. Çünkü sizin randevunuzun olduğu gün doktorumuz Konya'da bir seminerde olacağından size muayene hizmeti veremeyecektir. Şu gün, şu saat uygun mu" diye. Hastanenin veya  ilgili biriminin  bu düşünceli davranışı çok hoştu gerçekten. Bizim gördüğümüz hastaneye gidip "Doktorunuz yok, sonra gelin" cevabı alıp geri dönmekti halbuki.

Doktor yoksa, makine bozulmuş ise randevulu hastalara e-posta, mesaj gibi yollarla hastalar bilgilendirilebilir. Yetkililerden  bu konuda da duyarlılık bekliyoruz. Çünkü bir çoğumuz işinden izin alıp hastaneye gelmektedir.  16/05/2016

Görgüsüzün görgüsüzü

-Kardeş hayırdır, yaralanmışsın?
-Hayır, hayır.
-Postu deldirmişsin.
-Öyle oldu.
-Kim yaptı?
-65-70 yaşlarında efendiliği kalmamış bir azman.
-Ne yaptın, adamla kavga mı ettin de dudağının üstünü kanattı?
-Kavga etmedim. Ben adama iyilik yaptım.
-Ne iyiliği?
-Kayalıparkta otobüse binmek için yanaştım. O esnada sol  elinde poşeti, diğer elinin üstünde de bir paketi dengede tutmaya çalışan bir amca otobüse binmek için yanaştı.  Tam otobüse binmek için davranırken elindeki paketi düşüre yazdı. Benim sayemde dengeledi.
-Nasıl dengeledi?
-Ben bir metre solundaydım. Paket tam düşecekken ani bir refleksle benim dudağımın üstüne vurarak dengeledi.  Paket düşmedi.
-Sonra ne oldu?
-Sonra hiçbir şey olmamışcasına otobüse bindi. Elindeki eşyaları arka tarafta uygun bir yere koydu. Sonra öne gelerek  bedava kartını tuttu. Geçti arkaya oturdu.
-Sen ne yaptın?
-Bir metre mesafeden bana anamdan emdiğim sütü burnumdan  getiren ve gönül alma özelliği olmayan bu adamdan uzak durmalıyım dedim. Yanına oturmadım, ön taraflara oturdum. Göz ucuyla takip etmeye başladım uzaktan. Çünkü ne olur ne olmazdı. Elimi bıyıklarıma götürdüm. Elime kan bulaşmıştı. Kendimi bir yokladım ben de beni temizleyecek, kanı durduracak bir şeyler var mı diye. Nerde? Hemen yönümü otobüse yeni binen bayanlara çevirdim. Kızım kağıt mendil var mı dedim. Bir elimle kanayan yerimi kapattım. Sağ olsun kızımız bir mendil verdi. Sildikçe kanadı. Kansız değilmişim meğer. Akacak kan damarda durmadı yani. Sonra nerem patladı, durum nedir, aynayı nasıl aramazsın şimdi derken  cep telefonu aklıma geldi. Aynaya bakmanın yolu  selfie yapmak dedim, durumumu görmek için. Kanı sildikten sonraki pozisyonumu gördüğün gibi ölümsüzleştirmiş oldum.
-Adam paketi sana vurduğundan belki haberi yoktur.
-Haberi olmaz mı mübarek. Döndü döndü bana baktı. Hiçbir şey demedi.
-Ne demesini beklerdin?
-En azından kardeş! Kusura bakma, dengemi kaybettim, istemeyerek oldu derdi insan.
-Sen de çok nazlıymışsın. Biraz abartmıyor musun? Görünen bir çizik.
-Çizik olmaya çizik. Benim zoruma giden istemeyerek yaptığı bir hatadan dolayı gönül almaması.
-Kaba, görgüsüz, hödüğün biri desene. Yabani yani. Bir hayvan da vurur kırar, hiçbir şey olmamışcasına yoluna devam eder.
-Tam öylesi işte.


***

Bizim medeniyet yoksunu amcamız bir durak sonra indi. Adamdan kurtulmuştum hele şükür. Ben de iki durak sonra indim Lalebahçe otobüsüne bindim. Sol tarafa oturdum. Bir de ne göreyim. Dikkat! Amca sağda. Beni akşamın önünde gazi yapan amca.  Bana baktı sonra önüne döndü. Adam ne yapmıştı ki. Sadece paketini bana vurarak dengesini sağlamıştı. Benim dudağı netsin. Paketi düşmedi, ona şükrediyor. Gönül alma, özür dileme, arkadaş kusura bakma, dengeyi kaybettim demek erkek adama yakışır mıydı. Ben de ne de çok şey bekliyorum değil mi?

Göz ucuyla bana gözümün  yaşarmasından yıldızları sayamadığım pakete yani katilime  baktım. 40x60 ebatında bir paket. İçinde ne var bilmem ama dışında ....tatlıcısı yazıyordu. Bir tatlı paketi idi görünen. İçinde ne var bilmem. Bildiğim bir şey var. Amca görgüsüzün görgüsüzü. Geçmiş olsun deyip gönlümü alsaydı, kafamı kırsa aramazdım gerçekten.

***

En çok neye üzülüyor ve merak ediyorum biliyor musun? Ben Havzan köprüsünden önce indim. Amca yoluna devam ediyordu. Otobüsten inerken o paket kimin başında patlayacak. başında patlayan benim gibi dengeleyecek mi? Bir onu merak ediyorum. İkincisi de o tatlı eve kadar sağlam gidecek mi? Birilerine yemek nasip olacak mı?

Ben nasibimi aldım, paketi yedim biliyorsunuz. Biraz acı oldu ama olsun. Tatlı, tatlıdır. Tatlı her zaman tat vermez ya...16/05/2016

Dersimiz Matematik

Lise 3 ve 4.sınıfta 45 kişilik bir sınıf mevcudumuz var idi. Aynı öğretmen 2 yıl dersimize girdi. İyi Matematik bilirdi. 

Sınıf hakimiyeti biraz zayıftı. O tahtada ders anlatır kısık sesiyle. Sınıf ise arkayı kaynatırdı. Birkaç defa hocam sınıfın sessizliğini sağlayabilir misiniz dedim. “Susun” demesiyle oluşan anlık sessizlik az sonra eski halini alırdı. Baktım olmayacak defteri kitabı kapattım, dersi de dinlemedim. Zaman zaman geçmek bilmeyen derse renk katmak için parmak kaldırır. Hocam! Ben hayvanlardan yılandan derslerden de Matematikten korkarım derdim. O da hafifçe gülümser, yine dersine dönerdi. Ben anlamadım, anlayamıyorum derdim. O, bildiğini okurdu. 

Sınav zamanı geldi çattı. Şimdiki gibi kaynak da yok. Tek kaynağımız öğretmenin tahtada çözdüğü problemleri deftere geçirmemizdi. Ne yazık ki ben deftere de yazmamıştım. 

Akşam oldu sınıf arkadaşım Hacı’dan defteri istedim. Ben çalıştıktan sonra sana vereyim dedi. O çalıştı yat saatine  kadar. Ben bekledim. Yurdun etüt saati bitti. Hacı bana defteri verdi. Defteri baştan sona kendi defterime geçirdim. Sonra defterde yazılı problem ve alıştırmaları bir defa bakarak çözdüm. İkinci kez, aynı problemleri çözümüne bakmadan çözmeye çalıştım. Gecenin geç vakti olmuştu zaten. Gittim uyudum.

Ertesi gün teksir edilmiş sınav kağıtları önümüze konduğunda abcd grupları vardı. Hep iki grup görmeye alışmıştık halbuki diğer derslerde. Hocamız, benim için soru hazırlamak  çocuk oyuncağı dedi. Hatta 45 ayrı grup yapabilirim demişti.

Lise 3'cü sınıfın ilk Matematik sınavıydı. Ünite yanlış hatırlamıyorsam trigonometri ve logaritma konuları idi. Ne işe yaradığını, nerede kullanıldığını bilmesem de  'Sin. Cos. Tan. Cot. gibi trigonometri terimleri hala aklımda.

Sınavı olduk. Sonuçlar açıklandı. Onluk sisteme göre 10 üzerinden 8 almıştım. Benimle beraber iki arkadaş daha. 8'in üzerinde puan yoktu zaten. 

Dersi sonradan geçirmenin zorluğunu görünce dersi derste yazmaya başlamıştım. Bazen anlamadım diye parmak kaldırırdım. Hoca bana: " Otur sana inanmıyorum. Anlamadım diyorsun sonra  gidip 8 alıyorsun" derdi. Yüksek not almam  bu dersi anladığım anlamına gelmiyordu ama neyse. 

Fakülteyi bitirip öğretmen olduktan sonra birlikte çalıştığım bir meslektaşım Matematikten konu açıldığı zaman: "Trigonometri aslında önemli bir konu. Kubbe yapımında onun ölçüm ve hesaplamalardan yararlanılır" deyince bu konuya sevgim arttı ama iş işten geçmişti bir kere. 

Ben Matematik derslerini, sevmediği yemeği ölmeyecek kadar yemek zorunda kalan bir çocuğun durumuna benzetir, geçecek kadar not alırdım. Bana okul hayatında anlatılan Matematik konularının günlük hayatta nerelerde kullanıldığı anlatılsaydı bu derse bakış açım daha farklı olurdu ve sevdiği yemeği ölümüne iştahla yiyen çocuk gibi zevkle Matematik öğrenmeye çalışırdım. 

Şimdi Matematik öğrenmeye kalksam "Alim mi olacaksın" derler.  Bu da geçti artık.

Haydin Matematikçiler, Matematik dersinde bir konuyu işlemeden önce bu konu nerelerde kullanılır, ilk önce burdan başlayalım bu dersi işlemeye. Önce sevdirelim. Her sınıf seviyesine göre konu ve öğretim konularını belirleyen yetkililer gelin bu konuları azaltalım. Bir de her teorisi işlenen konunun yerinde pratiği yapılsın. Basitten zora doğru öğretelim. Bu zevkli, faydalı ve gerekli dersi zorlaştırmayalım. Sınıfın seviyesine inelim. Sonsuz rakamlarla Matematiği işleyelim. XYZ, ABCD gibi harfleri bırakalım. Sapla samanı karıştırmayalım. Günlük hayatta kullanılan ve işe yarayan Matematik öğrenelim. Zekamız gelişti gelişeceği kadar. Biraz da sadede gelelim. Niçin gerekli olduğunu bilmediğim hiçbir şeyi bal da olsa yemem. Lütfen zorlamayın. Gereksiz bilgi hamalı yapmayın çocukları. Bilmem şu özellikteki havuz ne kadar sürede dolar - boşalır problemlerinden vaz geçelim. Siz bana havuzlu bir ev verin, ne kadar da doldurursam doldurayım. Size ne Allah'ın aşkına! Kara köklü sayılar ne işe yarar? Niçin o güzelim rakamları kara kökün içine girdiriyoruz. Sonra da çıkarmaya çalışıyoruz. Madem çıkarılacaktı, niçin girdiriyorsunuz? 

Matematiğin kendisi korkunç değil, esas korkulacak olan sizlersiniz.  Matematik öcü değil, öcü sizsiniz. Teog, YGS ve ÖSYS sınavlarında bu kadar düşük ortalama size esas sorunun siz olduğunu söylemiyor mu? Hala ne zaman anlayacaksınız bu problemi? 15.05.2016

15 Mayıs 2016 Pazar

Laiklik ile İlgili Bir Anekdot

Manisa il başkanı iken Bülent ARINÇ, Konya Alaaddin Keykubat Salonuna bir konferans vermek için geldi. Konuşması esnasında bir anekdot anlatmıştı: 

Manisa’nın bir köyünde yapılan bir düğünde evlilik ve nikahın önemi hakkında konuşma yapmak üzere yörenin tanınmış bir hocasını davet ederler. Hoca konuşmasını yapar. 

Konuşmanın bitiminde jandarma gelir, hoca efendiyi karakola götürür ve hakkında dava açılır. Çünkü hocadan haz almayan muhtar, karakola giderek hocayı şikayet eder. Gerekçe de laikliğe aykırı konuşma yapmak. 

Durumun ciddiyetini anlayan bir kaç avukat, hocaya giderek gönüllü avukatları olmak istediklerini söyledilerse de hoca, herhangi bir suç işlemediğini iddia ederek avukatların müvekkili olmasını kabul etmez. 

İşin ciddiyeti hocaya anlatılır ve hoca güç bela ikna edilir. 

Dava günü gelir. Zanlı mahkemeye çıkarılır. Hoca: Evliliğin önemine binaen ayet ve hadis okuduğunu söyler. 

İki tane şahit girer içeriye. Hakim: “Ne yaptı hoca efendi” diye soru sorar. Her ikisi de “Laikliğe aykırı konuşma yaptı” cevabı verirler. 

Avukat: “Sayın hakimim! Lütfen, laikliğin ne olduğunu sorar mısınız” deyince, hakim: “Ne demek oğlum laiklik” der. Adam: “Ne bileyim, hakim bey ben laikliğin ne olduğunu" deyince, Karakol komutanı, laikliğe aykırı konuşma yaptı” diyeceksin dedi. Ben de onun söylediği söyledim” deyince, hakim, zanlının beraatına karar verir. 

Hoca efendi de postu deldirmekten gücün kurtulur.”  30.04.2016

"Kalıbına yazık! Bir servis işini halletmedi..."

2007 yılında bir lisede görev yaparken ilçe dışından okulumuzu merkezi sistemle tercih eden öğrenci ve velileri kayıt yaptırmaya geldiğinde ilk soruları: "İlçe-il arasında  okul servisi var mı" idi. Servisimiz yok, ulaşımda sorun yok. Dolmuşlar var derdim. Kayıt yaptırıp yaptırmamada veliler tereddüt gösteriyorlardı.

Sorunu çözmek için ilçe-il arasında dolmuşçuluk  yapan kişilerin kooperatif başkanıyla görüştüm, bizim öğrencileri taşıyın diye. "Hocam biz dolmuşçuluk yapıyoruz. Servisçilik yapmayız" dedi. Son çare komşu ilçe okulunu aradım servis işini kim yapıyor, bana bir gönder, görüşeyim dedim. Servisçi geldi: "Hocam buradan taşıyan yok mu" dedi. Hayır yok, sen taşı dedim. Firma taşımaya başladı. Kısa zamanda servisle gidip gelen öğrenci sayısı 45 kişiyi buldu. Ben de rahatlamıştım. Çünkü her gün okula dolmuş çağırmaktan ve dolmuşun zamanında gelmemesinden bıkıp  usanmıştım.

Okulun etkinlik yaptığı bir gün odamda misafirler varken 3 kişi geldi yanıma.
-Müdürüm, gününüz hayırlı olsun. Sizin okulun servis işini yapan adam çekilsin, bundan sonra biz taşıyalım.
-Niye?
-İşte biz taşıyacağız.
-İyi de sene başında gelin taşıyın diye sizin başkanınıza ben geldim, Biz taşımayız dedi. Servisi ayarlamadan önce de aradım cevap vermedi. Ben bu adama söz verdim. Sene sonuna kadar taşıyacak.
-15 tatilinde çekilsin.
-Olur mu öyle şey. Ben adama çekil demem, gider görüşürsünüz,  kendi rızasıyla çekilmek isterse taşıyın. Benim için fark etmez. Önemli olan çocukların taşınması.

Odamdan ayrıldılar. Servisçi ile görüşmüşler, ertesi günü tekrar yanıma geldiler. Bu sefer yanındakileri tanıttı bana.
- Bu benim yeğenim, hapisten yeni çıktı, şu da onun kardeşi.
-Geçmiş olsun.
-Müdürüm servisçi çekilmiyor. Bu servis işini ayarla, yoksa senin için iyi olmaz.
-Nasıl iyi olmaz. Ne yaparsınız? Öldürür müsünüz? Buyurun...
-Yok öldürmeyiz. Topuğundan vururuz.
-Çekilecek çilemiz varsa çekeriz. Elinizden geleni ardınıza koymayın. Ben firmaya söz verdim. Kendisi bırakmadığı müddetçe asla çekil demem. Sizin bu yaptığınız doğru değil.
-Bize kızma müdürüm, çünkü biz rızkımızın peşindeyiz. Peygamber rızkın onda dokuzu ticarettedir demiş ya.
-Tamam nasibinizi arayın da. Bu şekilde olmaz. Siz daha önce niye taşımadınız?
-Biz bu kadar öğrenci olacağını tahmin etmedik. Biz taşıyacağız.
-Mevcut taşıyanla sözleşmem yok, ihale de yapmadım. Yazın ihaleye vereceğim. O zaman en uygun teklifi verin, siz taşıyın.
-Yazın ihaleyi bize vereceğine söz ver. Peşini bırakalım.
-İhale bu. Ben söz veremem. Hem burada öğrencilerin menfaati söz konusu.
-Sen bilirsin. Ama bil ki, senin için iyi olmaz. Görüşeceğiz.

Elebaşıları önden, hapisten çıkan ve kardeşi ardından çıkmak için ayağa kalktılar. Vedalaştık. Özellikle hapisten çıkan ve kardeşi elimi öpercesine eğildiler, saygıda kusur etmedi ikisi de. Sağ olsunlar.

Bir saat sonra okul telefonu çaldı. "Ben ilçe başkanı ...., Sizin okulun servis işini  falan kimse taşıyacak tamam mı" dedi. Hayır, taşıyamaz. Bu meseleyi sizinle yüz yüze görüşmem lazım, ister okula buyurun gelin, ister yanınıza geleyim dedim. Öğleden sonra saat 14.00'de görüşmek üzere randevulaştık. Durumu anlattım kendisine. Beni can kulağıyla dinledi ve ekledi: "Müdürüm, sen yerden göğe kadar haklısın.  Biz siyasi olunca bize gelen herkes için telefon açarız. İçin rahat olsun. Arkandayım" dedi. Kendimi anlatmanın mutluluğu içerisinde oradan ayrıldım. Çünkü beni bir kişi anlamıştı. Üstelik etkili ve yetkili birisi idi.

Bir zaman sonra bir başka okulun müdürü yanıma geldi: "Hocam, başkan başka yerlerde senden için: 'Kalıbına yazık, bir servis işini halletmedi" diyor haberin olsun dedi.  Eyvallah kardeş dedim yoluma devam ettim.

O yıl sene sonuna kadar sözlü olarak servis işini yapın dediğim firma taşıdı. Yazın ihaleye çıkıldı. Okulun servis ihalesi en uygun teklif veren bir başkasında kaldı. Beni tehdit eden ve ilçe başkanını devreye koyan rızkının peşinde koşan arkadaşımız ihaleye bile girmedi maalesef.

Bana gönül koysalar da, kararsalar da başta hapisten çıkan olmak üzere kendilerinden bir kötülük görmedim. Hep saygı gördüm. Belki de adam hapse girmemişti kim bilir? Fakat ilçe başkanının  tavrı hep devam etti.  Adam prensip sahibiymiş, çünkü bana hep mesafeli davrandı kaldığım müddetçe. Hiç yıldızımız barışmadı anlayacağınız. Kalp kalbe karşıymış, ben de kendisinden hiç haz almadım. Ama kinci prensip sahibi olmasına hep hayran kaldım bilesiniz.  Ayrıca beni anladığını sandığım kişinin de beni yanlış anladığını geç de olsa fark ettim. 15/05/2016