11 Ocak 2016 Pazartesi

Vergi mükellefinin böylesi


Meslektaşlarının özel ders verdiğini haber alan bizim uyanık, sanal aleme “……… dersten özel ders verilir. Özel ders almak isteyenler aşağıdaki numarayı arasın.” Şeklinde bir de ilan verir.

Bir ay boyunca özel ders alacak birinden telefon bekleyen öğretmeni bilinmeyen bir numara arar: “Özel ders veriyor musunuz” diye. Bizimki sevinçten dört köşe olmuştur. İlk müşterim oldu. Arkası da gelir diye. 

Arayan kişi vergi memurudur. “Maliyeye bir uğrayın” sözüyle bizimkisi daha iş yapmadan ne yaptığının farkına varır. Ama iş işten geçmiştir. Ertesi günü maliyeden emekli amcasının selamıyla maliyeye gider. Selamı alan görevli önce tutanağı tutar. Sonra da bir tane muhasebeci bul. Sen vergi mükellefisin. Vergi levhası çıkart. Muhasebeciler bu işi bilir” der. Ertesi günü  babasının tanıdığı bir muhasebeciye gider. Vergi levhası çıkartır. Bizim devlet memuru artık bir vergi mükellefidir. Tanıdık muhasebeci, tutanak üzerinden hareketle 657’ye tabi devlet memurunu ilan verdiği tarih olan 1 ay öncesinden vergi mükellefi yapar. Muhasebeci, vergi mükellefi olan bizim mükellefe 1000 TL masraf çıkartır. Emsallerinin masrafı 500 TL’yi bulurken bizimkisinin masrafı tanıdık vasıtasıyla katlamalı olur.


Kendim ettim, kendim buldum şarkısını öğrenmeye çalışan bizim 657’ye tabi vergi mükellefi bugünlerde olmayan iş yerini kapatmak  için uğraşmaktadır. “Özel ders ver” dediğimizde de “Tövbeliyim” demektedir. Giden paraya da ucuz kurtuldum derken “Ah bir saatlik bari ders verseydim gam yemezdim”  cümlesi de terennüm ettiği cümlelerinden biridir. 

Hele bir de "Çalışın, benim vergilerimle sizin maaşınız ödenmektedir" demesi yok mu? Bizi de öldüren bu işte. 11/01/2016

10 Ocak 2016 Pazar

Muayenede 2.sıradayım

1999-2000 yıllarıydı. Kahta’da muayene olmak için erkenden hastaneye gittim. Keyfime diyecek yoktu. Çünkü 2.sırayı almıştım. İşim erkenden bitecekti. İçerisi iyice kalabalıklaştı. Ama olsun. Nasılsa sıram vardı.

 Saat 10.00 oldu.  Hastalar girmeye başladı. Benim polikliniğe 8-10 kişi girdi. Muayene olan çıktı. Ben bekliyorum ismim okunacak diye. Bir türlü okunmuyordu. İçeri sordum niye çağırmıyorsunuz diye. “Bekleyin sıradan çağıracağız” dediler. Ben bekleye durayım. Kimse çağrılmadan giren girdi. Çıkan çıktı. Bir iki kaynağı anladım da bu kadar da olmaz ki dedim kendi kendime. O kadar girip çıkana tahammül ettikten sonra, “Ramazan kendini ezdirme, hakkını da yedirme, şu ana kadar geçen geçti. Madem içerdekiler torpil yapıp görevlerini yapmıyor. Sen de kapıya geleni içeri alma” dedim.  Baktım bir polis, yanında 16-17 yaşında bir kız çocuğunun elinden tutmuş içeriye girecek. Fırsat bu fırsat Ramazan. Az önce bir karar aldın. Kalk kararının arkasında dur. Bahtına da polis çıktı ama olsun. Koyduğun kuralı hemen çiğneme dedim ayağa kalktım. İçeri girmeye çalışan polise,
 -Nereye giriyorsun kardeşim. Biz burada niye bekliyoruz. Niçin sıranı beklemiyorsun. Lütfen sıranı bekle.
-Arkadaş haklısın ama yapılacak bir şey yok. Benim girmem gerekiyor.
-Niyeymiş o, sizin özelliğiniz ne?
-Bu çocuk ilaç yutmuş. Onu getirdim. Ben bu hastanenin vukuat polisiyim. Bu benim görevim.
-Geçmiş olsun. Buyurun içeri.
Gördünüz mü bahtsızlığımı? O kadar kişinin girmesine sen tahammül et. Esas girmesi gereken acil vakayı engellemeye kalk. Sonunda polisten sonra beni de çağırdılar. Muayenemi oldum.

 Hastaneden çıkarken baktım. Az önce içeri girmesini engellemeye çalıştığım polis orada, kulübesinde. Eğildim, “Az önceki davranışımdan dolayı kusura bakma” dedim. “Önemli değil. Sen haklıydın. Ben olsam yerinde aynısını yapardım” dedi, vedalaşıp ayrıldım.

Bir muayenem daha böylece sona ermiş oldu. 10/01/2016

Ders almak

1981 yılında orta 2. Sınıf öğrencisiyim. Yanıma sınıf arkadaşım Yusuf geldi. Beni çekti kenara. Sana bir şey söyleyeceğim dedi: “ Falan yerde değerli  bir hoca efendi çıkmış. 12 Eylül  ihtilalini yapan Evren Paşa, tutuklayıp gelmesi için bir polisi görevlendirmiş. Polis tutuklamak için hoca efendinin makamına gelmiş, tam eşikten geçerken sendeleyip yere düşmüş. 2-3 defa tekrar denemiş her defasında ayağı sürçüp yere düşmüş. Sonra, ‘Hocam ben seni tutuklamak için gelmiştim. Fakat yanına gelemedim. Her defasında yere yıkıldım. Şu andan itibaren polisliği bırakıyorum. Bundan sonra sana hizmet için burada kalacağım.’ Demiş.”

Sadece bu değil. Başka bir şey daha anlatayım: “ Hoca efendiye  bağlı bir genç, bir kızın peşinden gider. Tam kızla yüz yüze gelip konuşacağı zaman hocası gözünün önüne gelir. Yaptığı işten mahcup olan genç, kızla konuşmadan geri döner. İşte arkadaşım bu hoca, derin bir hoca. Haberin olsun.” Dedi. “ Yusuf, böyle derin bir hocayı kaçırmayalım. Fakat biz öğrenciyiz. Para- pulumuz yok. Oraya nasıl gideceğiz. Onun feyzinden nasıl faydalanacağız” deyince. “Konya'da temsilcisi var. Onun adına tövbe alıyormuş. Haydi gidelim” dedi.

Beraberce gittik. Arkadaşımı içeri aldılar. Beni ayrı bir odaya.  Önce tövbe almam gerekiyormuş. Bizim Yusuf tövbeliymiş demek ki.
Herkes dağıldıktan sonra beni küçük bir odaya aldılar. Beyaz saçlı, beyaz sakallı pîri fânî temsilci beni bekliyordu. Elini öptüm. Bana içinde grubun büyüklerinin isimlerinin olduğu bir liste verdiler. Namaz kılmadan önce bu listeye bakıp bunları gözünün önüne getireceksin dedi. Tövbe almadan önce akşamından, gusül abdesti alıp kimseyle konuşmadan istihareye yatacaksın. Gece rüyanda şu renkleri göreceksin dedi. Oradan çıktım. Kaldığım yurda geldim.
Kaldığım yurtta akşamleyin banyo yapma şansım yoktu. Çünkü yurtta banyo sabah namazından önce  açılırdı. Nöbetçi öğretmene banyoyu açar mısınız dedim. Olmaz dedi.

Ertesi günü iş başa düştü. Bir Cumartesi günü akşamı Kayalıpark'ta bulunan Mahkeme Hamamı'na gittim. Böylece ilk defa hamama gidip gusül abdesti almıştım. Yurda geldim benimle konuşmak ve beni konuşturmak  isteyenlere elimi dudağıma götürerek susun diyordum. Anlayanlar anladı. Anlamayanlardan kaçarak  yatağıma çıkıp yattım erkenden. Sabahında uyandığımda da herhangi bir renk gördüğümü hatırlamıyorum.

Her gün ders çıkışı yurda gitmeden tövbe almaya gittiğim yere gittim. Ders aldım. Bir iki ay gidip gelmem devam etti. Sonrasında da gidip gelmeyi bıraktım.  Benim ders almam da bu şekilde sona erdi. 10/01/2016

Belki de çocuğumu o sahte öğretmene verecektim

-Ben de Görmüştüm Bir Zamanlar sahte Öğretmen-

2001 yılında Adıyaman’da görev yaparken meslektaşlarımın ısrarı üzerine izcilik belgesi almak için ilçemizde açılan bir izcilik kursuna katılmıştım. Çok sıkı ve ciddi bir eğitime tabi tutulduktan ve belgeyi almaya hak kazandıktan sonra kursiyerlerle beraber otobüsle Şanlıurfa'ya gittik.

Seyahat esnasında “Herkes anı, şiir, fıkra, şarkı vb şeyler söylesin” dendi. Kimi gönüllü kalktı, konuştu, kimi ısrar üzerine kalktı bir şeyler söyledi. Ben de bir fıkra ile çorbada tuzum olsun diyerek kalkıp otobüsün önüne geldim. Elime mikrofonu aldım:
“Arkadaşlar, öbür dünyada her milletten Cehennemlik olanları ayrı ayrı çukurlara doldurmuşlar. Kaçmasınlar diye her çukurun başına ikişer Zebaniyi bekçi olarak koymuşlar. Türklerin çukurunun başına hiç nöbetçi koymamışlar. Diğer milletler, “Ya Rabbi! Her milletin başında Zebani var. Türklerin başında yok. Ama haksızlık bu” demişler. Allah, “Haksızlık falan yok. Türklerden biri çukurdan kaçmaya çalışırsa aşağıdakiler ayağından çeker, çıkamazlar demiş” şeklinde bir fıkra anlattım. Fıkranın bitiminde dinleyenlerin gülmesi beklenir. Tam millet gülmeye başlamıştı ki, en arkada oturan, yeşil elbiseli bir meslektaşım –sandığım- hemşerim elini kaldırdı. “Hemşerim, fıkrana itiraz ediyorum. Biz Türkler asla haset etmeyiz, çekememezlik nedir bilmeyiz, bunlar uydurma” diyerek fıkramı anlatıp anlatacağıma pişman etti. Millet de gülmekten beter oldu. Hemşerimin hamasi duyguları kabarmıştı.     “ Hemşerim, anlattığım bir fıkra. Elbette uydurmadır. Her fıkra, insanları güldürürken düşündürmeyi amaçlar. Her millette az-çok haset ve çekememezlik vardır. Ben Türk olduğum için Türk dedim. Bir başkası, İngiliz der. Sen de Ermeni dersin, olur biter” dedim ve yerime oturdum.

O yılın Eylül ayında önce Adana’ya ardından da Konya’ya nakil oldum. Aradan 5-6 yıl geçti. Bir gün basında “Sahte öğretmen kayıplara karıştı” haberini okudum. Burası Türkiye dedim. Her meslekte sahtelikler olur. Milli Eğitim büyük bir camia. Aralarına sızılmıştır dedim. Sayfadan gözümü çevirirken resmi gözüme çarptı. Resim tanıdıktı. Adıyaman’da aynı ilçede çalıştığımız ve izcilik liderlik kursunda beraber kurs gördüğümüz ilkokul öğretmeni kursiyerden başkası değildi. Üstelik hemşerim olması hasebiyle zaman zaman da muhabbet etmiştik. Girişken bir yapısı vardı. Bizim kursumuzdaki başkanımızdı aynı zamanda. Kursu veren Ankara’dan gelen hocalarla da arası iyiydi. Her türlü organizasyonda baş rolde ve baş aktör idi. Üzerine giydiği yeşil elbiseden ve isim benzerliğinden dolayı o yıllarda aranan yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’a benzetilmiş ve  “Aranan yeşil bulundu” cümlesi  kursiyerler arasında espri konusu bile yapılır olmuştu.

Gazetelerin yazdığına göre, kendisi iki yıllık ön lisans mezunu birisi. Ağabeyi veya kardeşinin 4 yıllık diplomasına kendi fotoğrafını yapıştırır, kendi adını ve soyadını da yazar.  Kendisine mal ettiği diploma ile MEB’e sınıf öğretmeni olarak müracaat eder. İlk ataması Isparta’ya yapılır. Orada birkaç yıl çalıştıktan sonra zorunlu hizmetini yapmak üzere Adıyaman’a tayin olur ve orada çalışmaya devam eder. Sanırım toplamda 10 yıldan fazla öğretmenlik yapmıştır.

Sahte diplomayla sahte olarak başladığı öğretmenlik serüveni eşiyle arasının bozulmasıyla ortaya çıkar. Bir gece kimsenin haberi olmadan eşyasını, kiraladığı kamyona yükleyerek izini kaybettirir. Sonra yakalandı mı bilmiyorum. Ama dile kolay 10 yıl öğretmenlik. Sahte öğretmenliği 10 yıllık bir tecrübe kazanmıştı. Belki de iyi bir öğretmen olmuştu. Belki de gerçek öğretmen olanların eğitimi getirdiği noktayı beğenmedi. Ben bu halimle düzeltirim diye yola çıktı, kim bilir? İzcilikte beraber kurs görürken verdiği vatansever tavrı, iş yapma azmi beni kendisine hayran bırakmıştı. Orada biraz daha durmuş olsaydım belki de tercih sebebi olarak çocuğumu o öğretmene verecektim. Demek ki insanlar göründüğü gibi olmayabiliyor. Ya da kendilerini bu şekilde gizliyorlar.



Basında  sahte diplomalı 50-60 öğretmen tespit edildi haberini okuyunca 10 yıl önce tespit edilen sahte diplomalı tanıdığım aklıma geldi. İnşaallah yaptığıyla yüzleşmiştir. Yetkililer de atamalarda her türlü sahteliğin önüne geçecek tedbirleri almakla yükümlüdürler. Çünkü mevzu bahis olan çocuklarımızdır. 10/01/2016

“Adam mısın Sen?”



1996-1997 yılları olsa gerek. Konya'da bir hastaneye gittim. Sabahın erken saatinde sıramı aldım.

Şikayetimi dinleyen doktor röntgen çektirmemi ve kan tahlili yaptırmamı istedi. Röntgen merkezi ve kan laboratuvarı iki farklı yerdeydi. Hangisine varsam diğeri geri kalacaktı. Önce röntgene gittim. Kalabalık mı kalabalık. Acaba bana ne zaman sıra gelirdi. 15’er kişiyi aynı anda çağırıyorlardı. Ben hangi 15’er kişilik grupta çağrılacak idim. Kendimi iyi biliyorum. Beklersem ismim okunmaz. Ayrılırsam ismim okunurdu. Bana ne zaman sıra gelir diye görevliye sormak istedim. Etrafı kalabalıktı. Sonra vazgeçtim.

En iyisi kan tahlili için varıp geleyim dedim. 10-15 dakika içerisinde tekrar geri geldim. Kapıdaki görevliye, benim ismim okundu mu, bakar mısın dedim. “Bende kağıt yok, ismini okuyup olmayanların kağıdını geri verdim. Git röntgen kayda sor” dedi. Görevliye sordum “Ben de ismin yok” dedi. Hastane koridorunun duvarına yaslanarak ayakta beklemeye koyuldum. Acaba ismim ne zaman okunacaktı. Nice 15’li grup çekim için çağrıldı. Benim ismimden ses seda yoktu. Birkaç defa ilk kayıt yerine vardıysam da “Burada kağıdın yok bekle çağırılırsın” dedi.

Öğleye doğru çektiren gitti. En son çağrılan birkaç kişinin içinde de ismim yoktu. Röntgen için ilk kayıt yapılan yere tekrar vardım. “Kardeş benim ismim okunmadı, kimse kalmadı. Son listede de benim ismim yok. Şu kenarlarına bir bakar mısın” dedim. Görevli yanına koyduğu bir kağıdı bana uzattı ve “Bu mu” dedi. İsmini görünce sevinen ben, “ Evet, bu benim” dedim. Ardından da, “ Kardeş, kaç defa yanına geldim, şuralara bir bak diye. Ama sen sağına soluna bakmadan, ismimi sormadan hep yok dedin. Değdi mi beni bu kadar beklettiğine? Adam mısın sen” diye ekledim. Bir hışımla röntgen çekilen yere gittim. Oradaki görevliye, kağıdımı verdim. Adam 2-4 lü gruplar halinde içeriye aldı. Beni bir türlü almadı içeriye. Tam bana sıra geldiğinde “İşim çıktı, sizin röntgeninizi arkadaşım çekecek” dedi gitti.

Arkadaşı geldi. Bir baktım. Gele gele “Adam mısın” dediğim adam. Şimdi yandın Ramazan! Adama adam mısın, dedin. Son 4 kişiye kaldın. Üstelik görevli gitti. Bunlar anlaşmış olmalı. Beni en son alacak, içeride kimse olmayacak, benim defterimi dürüp bana günümü gösterecek. Bakalım adam kimmiş gösterecek. Ben bunları düşünürken  adam beni içeri aldı. Dayağı yemeden adamın gönlünü alayım, insafa gelir, belki beni daha az döver dedim. “Arkadaş az önce sana sinirimden kızdım. Kusura bakma” deyince, “Önemli değil. Zaten ben adam değilim” dedi, mahcup bir şekilde. Başını kaldırmadan filmimi çekti. İşim bitti ayrıldım. 

Görevlinin nazik, kibar ve tepki vermeden sessizce röntgenimi çekmesi, beni mahcup etmişti. Keşke söylemeseydim... Ben hatamın o da hatasının farkına vardı. 

Sonuçları 14.00’de alacaktım. Saati gelince ismim okunmasıyla birlikte röntgenimi alıp muayene olduğum doktora gittim. "Tahlil gösterecekler, muayeneler bittikten sonra girecekler" ikazıyla beklemeye koyuldum. İşim neydi zaten. Belki de bu günler için yaratılmıştım. Nihayet 15.30’dan sonra tahlil sonucumu gösterebildim.

Bu anlattıklarım şimdiki nesle garip gelebilir: Hastaneden erkenden sıra alıp muayene olacaksın. İstenen tahlili verip sonucu öğleden sonra alacaksın. Öğleden sonra sonucu eline alıp doktoruna göstereceksin. Doktor göz ucuyla bakıp ”Hıı” diye kafa sallayıp hemen kendisinden ve eczacıdan başka kimsenin okuyamadığı reçetesini yazıp eczaneye gidip alacaksın. Bunları yaptın mı, savaştan çıkmış ve zafer kazanmış bir komutan edasıyla yürürdün. Bu durumda kim tutar seni.

Ya şimdi? Doktor röntgen odasına git diyor eline hiçbir şey vermeden. Vardığın zaman ekranda ismin görünüyor. Hemen filmini çekip yine eline siyah bir şey vermeden “Doktoruna git” diyorlar. Doktora varıyorsun. Sen gelmeden ekranına ya bakmıştır ya da hemen açıp bakıyor. Teşhisini koyuyor. Ben o simsiyah ne anlama geldiğini bilmediğim röntgenimi görmeden film çektirmiş der miyim kendime. Sıra beklemeyince de huzursuz olmamak elde değil. İnsan röntgenimi göstermez mi? Çocuk oyuncağı sanki. 10/01/2016


9 Ocak 2016 Cumartesi

"Onlar bedavacı"

1993 yılında Gaziantep’ten Konya’ya gelmek için otobüse bindim. Pencere tarafına oturdum. Az sonra yanıma bir beyefendi oturdu. Oturduktan sonra doğru yere oturup oturmadığımı sordu. Biletime baktım. Koridor tarafıymış benimki. Kalkmak için davrandım değişmek için. Problem yok oturabilirsin dedi.

Pencere-koridor taraftaki koltuğun hesabını  yapan yol arkadaşım görüntüsünden de çok ciddi birine benziyordu. Ben pek ciddiyeti sevmezdim.  Adam hırlı mı hırsız mı, kimdir, nedir, necidir bilmem gerekiyor. Otobüsün ışıklarını da söndürdüler, gazete de okuyamam zaten. Sordum kendisine,
-Yolculuk nereye?
-Ordu'ya gideceğim.
-Oralı mısınız?
-Hayır, Antepliyim.
-Ordu'da ne işiniz var?
-Orada doktorum ben. .....İlçesinde
-Ne doktorusunuz?
-Beyin cerrahiyim.
-Güzel bir bölümünüz varmış.
-Öyle. Siz ne iş yaparsınız?
-Öğretmenim Nizip'de
-Memleket?
-Konyalıyım ben.

Ciddi ve cins biri olarak algıladığım doktorun hoşsohbet biri olduğunu görünce içim ısındı hemen. Yolculuk da iyi ve çabuk geçeceğe benziyor.
-Orası memleketine uzak değil mi?
-Uzak olmaya uzak. Gelemedim işte.
-Özel muayenehanen var mı?
-Var.
-Nasıl işler?
-İşlerim çok iyi.
-İlçe halkı nasıl?
-Köyden gelenler iyi de ilçedekilerde iş yok.
-Niye?
-Onlar bedavacı.
-Nasıl yani?
-İlçeden gelenler muayene için hastaneye geliyor. Köydekiler özel muayenehane geliyorlar. O yüzden bedavacı dedim.
-Hastanın sosyal güvencesi varsa hastanedeki polikliniği tercih ediyorsa niçin bedavacı diyorsunuz. Aslında ben özel muayeneye karşıyım. Hem muayenehane açmak hem de devlette çalışmak doğru değil. İkisinden birini tercih etmeli hekimler.
-Doğru söylüyorsun. Aslında ben de karşıyım. Kapatılsın özel muayenehaneler.
-Antep’e gelemiyor musunuz?
-Benim branşımda Antep’te açık yok. Gelemiyorum işte.
-Sizin özel muayenehane açma imkânınız var. İstifa edip burada muayenehane açabilirsiniz.
-Olmaz ki öyle.
-Niçin?
-Biz devlette çalışmazsak kimse özel muayene için bize gelmez ki. Hasta bizde özel muayene olur. İşlemlerini hastanede yürütürüz.

Adana’ya gelinceye kadar doktorla sohbet ettik. Vaktin ne zaman geçtiğini bilemedim. Tanıdığım doktorların büyük bir kısmı genelde pek konuşmazlar. Hele bir de otobüste yeni tanıştıklarıyla. Mesleğinin inceliklerine varıncaya kadar konuştuk. Mesleki sırlarını asla meslektaşlarının dışında paylaşmayan çoğu hekimden farklı gördüm yol arkadaşım hekimi. Çok samimiydi. Ben çarpıklığa dikkat çekince kendisi de işleyişteki çarpıklığı kabul etmişti. Belki de birçok meslektaşı özel muayenehane açınca o da açmak zorunda kalmıştı.

Hem devlet hem de özel muayenede çalışmak suretiyle  hekimlerin çoğu o zamanlar paraya para dememişlerdi. Daha çok müşteri ve ücret için belki de hiç özel hayatları olmadı. Kendilerini de çok yordular. Hastanelerdeki ilgisizliği ve hasta yoğunluğunu gören imkanı olan hastalarımız özele koştular. Vatandaşın büyük bir çoğunluğunun gözünde de meslek itibarları sarsılmıştı. Şimdiki Tam Gün Yasasıyla belki daha az para kazanmaya başladılar ama itibarlarının daha da yükseldiğini düşünüyorum.

Özel muayene açma konusunda esas sorumlunun, doktorlardan ziyade özel muayene açma ve çalışma imkanı veren yetkililerde olduğunu düşünüyorum.
Bugün doktorların eski durumunu yaşayan bir meslek grubu daha var: Öğretmenler. Bu kesimde de resmiyete girmeyen özel ders verme  furyası her geçen yıl artış göstermektedir. Meslektaşlarım kızmasın. Kimsenin kazandığı para ve pulda gözüm yok. Allah herkese helal kazanç versin. Öğretmenlik itibarını zedeleyen etkenler çoktur. Özel ders verme de bunlardan biridir.

Kardeşim, doktorları konuşurken işi öğretmenlere getirdin. Ne alaka. Sonra sen doktor olsaydın özel muayene açmaz mıydın. Branşın özel ders vermeye müsait olsaydı belki de sen de verirdin diyebilirsiniz. El hak belki de doğrudur. Kim bilir  peynire ulaşamadığımdan bayat diyorumdur.

Şunu bilelim ki; ne doktorların özel muayene açması, ne de öğretmenlerin özel ders vermesi doğrudur. Etik değildir... 09/01/2016










8 Ocak 2016 Cuma

Salavat (lar) la doğan çocuğum



2002 yılında Adana’da son numaranın doğumu için resmi bir doğum evine gitmeye karar verdik.

Yeni gittiğim bu yerde kimimiz kimsemiz olmadığı için uzaktan tanıdığımız bir hanımefendiye eşimin yanında refakatçi olması için ricada bulunduk. Sağ olsun kabul etti.

Doğum aşamasında belki para lazım olur diye refakatçiye 50.00 TL verdim harcaması için. Ben hastanenin dışında bekliyorum. Doğumun olup olmadığını öğrenmek için ara sıra kapıcının yanına varıyorum. Ağzından duyduğum tek cümle: “Yukarı çıkmak yasak.” Dışarıda bekleyenlerden öğrendiğime göre yukarı çıkmanın bir bedeli varmış. Bir kilo Antep fıstığı alırsan çıkılırmış. Başka türlü de olmazmış. Antep fıstığının bir kilosunu hiçbir arada görmemiştim. Ama çıkmam gerekiyorsa belki de alacaktım. Halen o durumda değilim.

Nice sonra doğumun olduğu ve beni çağırdıklarını haber aldım. Kapıcının yanına vardım. Benden bir şey istemedi. Ya acıdı, ya da bundan bir şey çıkmaz diye düşündü kim bilir?

Yukarı çıktım. Karşıda çocuğumu sarmış sarmalamış bir şekilde kucağına almış sonradan ebe olduğunu öğrendiğim bir kişi Yüce bebeğin babasını çağırıyordu. Kapıda eşime refakatçi olan kadın: “Hocam senden para isteyecek, verme. Çünkü ben verdim. Haberin olsun” dedi. “Tamam” dedim.

Ebenin yanına vardım. “Ramazan Bey, gel çocuğuna bak. Besmele ve salavatla doğumu yaptırdık. Adını da Yunus Emre koyduk, ezanını da okuduk, haberin olsun.” Dedi. Çocuğuma baktım. Yeni doğan  gözleri açık sağa sola bakar mıydı? Öyleydi. Diğer çocuklarım doğduğunda gördüğüm zaman hep uyur halde görmüştüm. Anlaşılan bu çocuk da benim gibi meraklı biri olacak, ne varsa bu dünyada. Ben yıllardır bakıyorum. Çok merak edilecek de bir şey bulamamıştım; dert ve sıkıntıdan başka. Ama o meraklı bakışı hoşuma gitti. İçime sevgi düştü. Hoşçocuk diye ağzımdan çıktı.

Ebeye yaptıkları iyilik ve yardımseverliğinden dolayı teşekkür ettim. Ayrıldım.

Akşamında hanımı hastaneden taburcu ettiğimde “Sen çocuğu gösterdiğinde o ebeye para vermedin mi yoksa?” dedi. “Hayır, ne parası verecektim.” Dedim. “ Keşke verseydin. Çocuğu yanıma bir getirişi ve yatağa bırakışı  vardı. Nerdeyse atacaktı yere. Bir daha da yanıma uğramadı. Çocuğa da bakmadı. Çocuğun üstünü açık bıraktı." deyince işin vehametini anladım ama iş işten geçmişti.

Ebemiz besmeleyle doğumu yaptırmış, bize danışmadan adını  koymuş hem de ezan okuyarak. Ben ne iyiler var şu dünyada diye düşünürken meğersem derdi paraymış. Verseydim bu işin adı herhalde besmeleli rüşvet olacaktı. Sayın ebemiz bilseydi benim cebimde akrep olduğunu, bir de böyle şeylere sıcak bakmadığımı. Demek ki insan sarrafı değilmiş. Halbuki bana sorsaydı ben kendimi anlatırdım ona.

Refakatçimize teşekkür ederek evine bıraktık. Lazım olursa ara işlerde kullanılsın diye verdiğim 50 TL’nin ebe, hemşire, kapıcı ve hizmetlilere pay edildiğini de bu arada öğrenmiş oldum.

Bir hafta sonra refakatçimiz, eşimin  ziyaretine geldi. Dünyada ne iyi insanlar var dedim kendi kendime. Refakatçi evimizden ayrıldıktan sonra bağlı olduğu cemaatin dergisine bir yıllık abone yapıldığımı öğrendim. Derginin bir yıllık bedelini ödemek bana düştü.

Kadının görevi yeni abone yapmakmış. Ne kadar yeni üye bulursa grubunun içerisindeki statüsü de yükseliyormuş.

Onun statüsü yükseldi mi bilmem ama bana olan sıkıntısı bir yıl sürdü.

İlk işim hastanede konan Yunus Emre ismini değiştirmek oldu. 08/01/2016