10 Aralık 2024 Salı

Küflü Çıkı

Haftalık oturmalarımızdan birine, bir arkadaş aracılığıyla gelen bir esnaf var. Bir geldikten sonra bizde ne bulduysa peşimizi bırakmadı. Haftalık her oturmamıza gelmeye devam etti. Çok sosyal biri olduğu için grubumuzdan herkesle diyaloğu var. Kısa zamanda içimizden biri oldu.

Tanışıklığımızdan dolayı çarşıya çıktıkça zaman zaman yanına uğrarız. Küçük dükkanı müşteri yönünden hareketli. Buna rağmen girer, uygun bir yere oturur, çayımızı içeriz.

Baba parasıyla dükkan açmış biri değil. Tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş bu noktaya. Gördüğüm kadarıyla tutulan bir esnaf. Giren boş çıkmaz. İstenen, dükkanında yoksa müşterinin o malı nereden bulacağını da yol gösteren biri.

Ne zamandır bu esnaflığı yapıyor bilmem ama gördüğüm kadarıyla Allah ona yürü ya kulum demiş. İmkanı var, ikramı da fakir ve fukaraya el uzatması da.

Yaptığı onca yardımın yanında giymediği bir ayakkabıyı da bir ihtiyaç sahibine vermek ister. Ayakkabı hem ayakkabılık hem vestiyer olarak kullanılan yere konmuş, yeni sahibine vermek için. 

Gün gelir, eşi tanıdığı bir ihtiyaç sahibine ayakkabıyı verir. 

Ayakkabıyı götüren ihtiyaç sahibi evine vardıktan sonra hayırseveri arar. “Abla, ayakkabının içine bir miktar da para koymuşsunuz. Çok memnun kaldık, teşekkür ederiz” der. 

Paradan haberi olmadığı için eşi bu duruma şaşırır. Öyle ya ayakkabının içinde paranın ne işi var. Ayakkabının içine başkası ve hırsız görmesin, ev halkından biri eve geldiği zaman anahtar aramasın ve dışarıda kalmasın diye eskiden taşın altına veya ayakkabının içine anahtar konurdu. Herhalde ayakkabının içine para koymanın mucidi bu esnaf olsa gerek. 

Çok geçmeden merakını gidermek için bizim esnafı arar, ayakkabının içindeki bu para ne diye. Sadece eşi değil, ben de merak ettim doğrusu. Öyle ya kim merak etmez. 

Bu merakımı sağ olsun esnaf arkadaş giderdi. Çünkü akşamında bir oturmaya gidiyorduk birlikte. Eşi de o esnada aradı. Eşiyle konuşurken kulak misafiri oldum. Meğerse bizim esnaf akşam dükkanı kapatmadan önce o günkü hasılat ve ciro ne ise kasayı boşaltıp eve getiriyormuş ve ayakkabının içine koyuyormuş. Bundan da ne eşinin haberi var ne de çocuklarının. Şimdilik bu kadarını öğrenebildim. Hırsızın bile aklına gelmez, kullanılmayan ayakkabının içine para koymak. Hırsız eve girse para ve kıymetli eşya için herhalde bakmayacağı tek yer ayakkabıların içi olur. Öyle görünüyor ki bu esnaftan öğreneceğim daha çok şey var. 

Hasılı bizim esnafın bu sırrı yani para koyma yeri bu şekilde deşifre oldu. Para gani ve TL de çok kabarık olduğu için cepte taşınamayacağına göre bu arkadaş, para koymak için şeytanın bile aklına gelmeyecek başka zula yerler bulacaktır. Tekrar karşılaştığım da, kendisine, demek ki evin her bir yerini parayla doldurdun. En son dolacak yer olarak sadece vestiyer ve ayakkabıların içi kaldı. Sen ne küflü çıkı imişsin de haberimiz yokmuş diyeceğim. 

Küflü çıkı, Konya'da çok parası olduğu halde belli etmeyenler için yaygın kullanılan bir tabirdir. Bu tabiri yerli yerinde kullanıp kullanmadığımı öğrenmek için TDK'ye baktım. TDK, küflü çıkı yerine kirli çıkı deyimini kullanmayı yeğlemiş. TDK kendi bilir ama küflü çıkı kullanımı daha uygun olurdu. 

Tekrar ayakkabı içindeki paraya gelirsek, ihtiyaç sahibi sayesinde ayakkabının içinde para olduğunu öğrenen aileyi bundan sonra bir merak sarar. Acaba ayakkabının içinde ne kadar para vardı? Gideni almayacaklar. Çünkü giden gitmiştir. İstenmez. Hesapta yokken bu vesileyle ihtiyaç sahibini sevindirmiş oldular. Hatta bu vesileyle sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde ayakkabının içinde takdim etmiş oldular. Merakları, ayakkabının içinde ne kadar para olduğunu öğrenmek olmuş. Çünkü bizim küflü çıkı, cebindekini saymadan eve girerken ayakkabının içine atıyormuş. Öyle zannediyorum, esnaf ve ailesi kadar ayakkabının içinde ne kadar para olduğunu siz de merak ettiniz. Ne kadar olduğunu ben de öğrenemedim ama miktar çok da yüksek değilmiş. 

Bizim küflü çıkının parası çenemi yorsa da gördüğümde, kardeş, giymediğin ayakkabı, elbise, çorap vs. ne eskin varsa talibim diyeceğim. 

Siz de bu vesileyle fazla ve artan paranızı nereye koyacağınızı veya saklayacağınızı öğrenmiş oldunuz. Bu verdiğim aklı kullanacaksanız, bilin ki sizlerin de ayakkabı dahil eski ve püskülerine talibim. Bu garibanı sevindirmiş olursunuz. Haydi göreyim sizi...

Fare Kadar Aklımız Yok mu? *

Fareye demişler ki: “Bak şurada büyük bir peynir parçası duruyor, gidip alsana!”

Fare bir peynire, bir de peynirin durduğu yere bakıvermiş, “Bu işte bir gariplik var” demiş: “Hem peynir büyük, hem de yol çok kısa.”

Yukarıdaki hikayeyi Dücane Cündioğlu X hesabında paylaşmış.

Adı üzerinde hikaye olsa da bunu değişik yerlerde kullanmak mümkün. Çünkü hikayeden maksat hisse almaktır. 

Bu kısa açıklamanın ardından, konuyu gündeme yani Suriye'deki son gelişmelere getirmek istiyorum.

Hem baba Esed'in hem de oğul Esed'in Suriye'de kendi halkına yaptıkları zulmün arşı alaya yükseldiğini bilmeyenimiz yok. Zira bunu sağır sultan bile duydu. Esed rejiminin düşmesinin ardından Suriye hapishanelerine dair basına düşen görüntüler ve yazılar bu zulmü anlatmaya yeter de artar bile. Bu ikilinin Suriye'yi getirdiği nokta, bölünmüş ve parçalanmış bir Suriye. Ülke, her türlü örgüt ve dünyaya yön veren güçlerin cirit attığı yer. 2011'de başlayan iç karışıklık sonucu yıkılmış bir Suriye, milyonlarca vatandaşı başta Türkiye olmak üzere başka ülkelerde sığınmacı olmuş, iç savaşta milyonlarca insanı ölmüş durumda.

Halkını 2011 yılından beri aç ve sefil bırakmasına, kan ve gözyaşından başka bir şey vermemesine rağmen İran ve Rusya'nın desteği sayesinde, bitmiş Esed 2024 yılına kadar bir 13 yıl daha dayandı ya da tutuldu. 

13 yıldır bir türlü indirilmeyen ya da indirilemeyen Esed, HTŞ'nin başını çektiği muhalefet ile 10-12 gün içerisinde İdlip, Hama, Humus derken Şam'a ulaştı ve Esed rejimi sona erdi.

Esed gibi bir zalimin gitmesine sevinmekle beraber Esed'in bu kadar kısa zamanda gönderilmesi düşündürücü ve hiçbir direnç gösterilmeden üstelik. Bu durum ister istemez fare, büyük peynir ve kısa yol hikayesini akla getiriyor. Esed gitmeliydi ama gidişi bu kadar kolay olmamalıydı. 

Öyle görünüyor ki Esed'in güçlü görüntüsü kartondanmış. İstenseymiş Suriye iç karışıklığının çıktığı 2011 yılında gönderilebilirmiş. Sanırım, Suriye'ye yön veren ve yön verecek güçler zamanında aralarında anlaşamadıkları için Esed'i ayakta tuttular. Ne zamanki aralarında paylaşım anlaşması oldu ve HTŞ'ye yürü, kim tutar seni dendi. 

Esed gibi bir zalimin gidişine sevinelim sevinmeye. Ama bu son nokta da düşünülmeli. Yani kısa sürede uzun mesafe almak. Acaba HTŞ ve diğer grupların gerisinde bunlara destek veren kimdir ya da hangi ülkelerdir. 

HTŞ ve diğer grupların arkasında şu ülke vardır demeyeceğim. Yalnız Esed'in gidişine sevinen çok. İsrail seviniyor, ABD seviniyor, Türkiye seviniyor, Suriye halkı da seviniyor. Öyle zannediyorum Avrupa ülkeleri de seviniyordur. 

Anlatmak istediğim, aynı kazana atılsak kaynamayacağımız ülkelerle aynı kulvardayız. Yani sevinenler grubundayız. 

Gönül ister ki bu sevincimiz geçici olmasın, kursağımızda kalmasın. İlk sevinen olmaktan ziyade son gülen ve sevinen olmayı yeğlerim. 

Bu son gelişmenin yani Esed'in gitmesinin bize hiç faydası olmayacak mı? İçimizdeki sığınmacılar Esed korkusu kalmadığı için ülkelerine dönebilir. Ki dönüyor. Bir de yıkılmış Suriye'nin yeniden imarında ülkemiz inşaat sektörüne iş düşecektir. 

Şu aşamada yapılması ve üzerinde düşünülmesi gereken, Suriye'ye kim yerleşecek ve bu ülkeyi kim ya da kimler yönetecekse, sınır güvenliğimizin sağlanması için elimizden geleni ardımıza koymamaktır. Ötesini bize yedirmezler.

*13.12.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

8 Aralık 2024 Pazar

Ben de Ben Demenin Acı Sonu *

Saddam Hüseyin, 1979 yılında Irak'ın devlet başkanı oldu. 2003 yılına kadar ülkesini 24 yıl boyunca demir yumrukla yönetti. Kendine, ordusuna ve bağlılarına çok güvendi. Burnunun dikine gitti. Hep ben de ben dedi. Tek adam dense yeridir. Sonunda egosuna ve inadına yenildi. Ordusu ve sevenleri onu yalnız bıraktı. Ölümü feci oldu. Hiç ardından ağlayanı olmadı. Hep ben de ben demesinin sonucu olarak geriye istikrarsız ve bölünmüş bir ülke bıraktı. Gücü tek halkına yeten zalim ve diktatör olarak anılacak. 

Muammer Kaddafi, 1969 yılında Libya’nın başına geçti. 2011 yılına kadar 42 yıl boyunca ülkesini tek adam olarak yönetti. Hep ben de ben dedi. Kibir abidesiydi. Acımasızdı. Saddam gibi hep ABD'ye meydan okurdu. Ölümü tek adam Saddam gibi feci oldu. Ardından ağlayanı olmadı. Giderayak bölünmüş, istikrarsızlaştırılmış ve devletsizleştirilmiş bir ülke bıraktı. Diğer diktatörler gibi bu da hayırla anılmıyor.

Tek adamların son halkası Beşşar Esad oldu. Bu da Saddam ve Kaddafi gibi tek adam idi. Babasının yolundan gitti. Baba-oğul ülkeyi 1970'den 2024 yılına kadar aile olarak 54 yıl boyunca yönetti. İkisi de ben de ben dedi. Nasılsa ülke onların mülkü idi. Baba da oğul da halkına acımasızdı. Ülkesinde çıkan iç karışıklığı yönetemedi. 2011'den 2024'e kadar İran ve Rusya'nın desteğiyle ayakta kaldı. İran ve Rusya desteği çekince Rusya'ya sığınma talebinde bulunarak ülkeyi terk etti. Geriye istikrarsız, bölünmüş, kimin eli kimin cebinde belli olmayan, vatandaşı başka ülkelere sığınmış bir ülke bıraktı.

Ülkesini tek adam olarak yönetenleri ve akıbetlerini say say bitmez. Sadece üç tanesini örnek verdim. Diğer dikta yönetimler gibi bu üç diktatör de ülkelerini tepe tepe kullandı. Hepsi halkını mağdur etti. Kan, gözyaşı ve ölüm bıraktı.

Gitmeleriyle ülkeleri devlet olsa ülkelerine huzur gelse hiç gam yemeyeceğim. Bu üç diktanın bıraktığı ülkelere sittin sene huzur gelmez.

Gidenler gitti de yerine ne kondu ya da ne konacak? Irak ha var ha yok. Libya da öyle. Öyle zannediyorum Suriye de öyle olacak. Çünkü huzur bulmayacak şekilde bölgede kartlar yeniden karılıyor. Suriye’deki durum daha yeni. Ne şekilde bir yapı oluşacağı belli değil. Yalnız Irak ve Libya’ya bakınca Suriye için düşünülen plan da farklı olmasa gerek. Çünkü perşembenin gelişi kaç çarşambadan belli.

Tüm bu istikrarsız ülke oluşturmanız gerisinde öyle zannediyorum, İsrail’in güvenliği yatıyor olmalı. İsrail’in çevresinde İsrail’e kafa tutacak, efelenecek bir ülke kalmayacak. Çünkü her bir ülke kendi kendine yetmeyecek şekilde dizayn ediliyor. Bu ülkeler içeride birbiriyle iç karışıklık yaşayacak, içerideki sorunlar yüzünden kafasını dışarıya çeviremeyecek. İsrail de bölgede istediği şekilde at koşturacak. Canı sıkıldıkça bölge ülkelerine bomba yağdıracak.

Hasılı diktatörler, yönetimlerinde yüz güldürmedikleri gibi gittikten sonra da bu halkların yüzü gülmeyecek.

Bu durum Ortadoğu ülkelerinin kaderi mi? Kaderden ziyade bu ülkeler ağırlığı ve kafa yapısı kadar ülke olarak kalmaya devam edecek. Çünkü bu ülkeler sömürgeci devletlerin yolgeçen hanı. Nasılsa her ülkede süper güçlerin hizmetinde onlar adına vekalet savaşı verecek milyonlar var. Bu bölgede bu kafa oldukça daha bu bölge kimlerin sömürgesi olur. Yaşarsak göreceğiz. Ne de olsa kafa yapısı kadardır bu bölge.

Bu bölge ne yapıp ne edip tek adam kurtarıcılardan kurtulmalı. Maceraya girmemeli. Hep ben ben diyenlerden kurtulmalı ve devletlerini ortak akıl ile yönetmeliler. 

*11.12.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

7 Aralık 2024 Cumartesi

Bir Gönül İlişkisi Hikayesi

Hazırlık artı üç yıl lisede okuyan 11.sınıf bir kız öğrencim vardı. Türkçe matematik bölümünde okuyordu. 

Boy pos vardı, manken gibiydi ama aklı boyuyla ne kadar orantılıydı tartışılır. Bunu da şuradan biliyorum. Bir gün bahçedeyim. Bu kızımız da pencereden dışarıya bakıyor. Kulağımda küpe var dercesine küpeleri ben buradayım, görün der gibi sallanıyordu iki kulağından. 

Öğrencinin makyaj ve ziynet eşyası ile okula gelmesi yasaktı. Bunu da bilmesine rağmen gelmişti o şekil. Seslendim kendisine. Kızım o kulağındaki ne diye. Beklerdim ki küpe takmıştım. Unutmuşum. Hemen çıkarıyorum demesini. O ise "Altın hocam" dedi. Sanki gümüş mü diye sordum. Şimdi vardırma yukarıya. Hemen çıkar dedim. "Tamam" demişti.

Bir öğretmen geldi odama. "Hocam, şu kız ilçede ipsiz kopuk biriyle. Herkes bunu konuşuyor. Gezip dolaşmasından geçtim. Lise terk biriyle metruk yerlere girip çıktığı ayyuka çıktı. Ben konuşuyorum. Kızımız dinlemiyor. Ne yapabiliriz" dedi.

Okul dışında bir durum. Yine de ailesini bilgilendireyim dedim. 

Müdür yardımcısına, hocam! Şu kız öğrencinin annesini, kızının durumuyla ilgili görüşmek üzere telefon açıp okula çağıralım dedim. 

Müdür yardımcısı, ilçenin uzun yıllar gediklisi idi. Herkes onu, o da herkesi tanırdı. 

"Çağırayım çağırmaya ama hiç tavsiye etmem görüşmenizi" dedi. Niye dedim. "Anne sosyete biri. Bu tip şeylere sıcak bakıyor. O kızın ablasını da biz buradan mezun ettik. Ablası da üç aşağı beş yukarı böyle idi. Bizi uğraştırdı. Annesini çağırıp durumu anlattık. Siz ne karışırsınız. Karışmayın kızıma dedi bize. Epey bir hakaret etti" dedi. 

Biz yine de çağırıp görevimizi yapalım. Varsın bize de büyük kızı için söylediğini söylesin. En azından ileride niye haberim yoktu demesin dedim.

Anne geldi. Benimle görüşmek istemişsiniz dedi. Odama alıp çay ikram ettim. Hal hatır, memleket, şuradan, buradan...kızının hedefi olup olmadığını sordum.

Ardından üstü kapalı bir şekilde bir şeyler söyledim. Aklımda kaldığı kadarıyla özetleyeyim: Lisedeki öğrenciler bazen ergenliği zor atlatabiliyor. Karşıt cinse ilgi duymaya başlıyor. Üniversite hedefi ile karşıt cinse ilgi duyması aynı zamana denk geliyor. Duygular aklın önüne geçiyor. Duygular ön plana çıkınca bir koltukta hem üniversite hem aşk birlikte yürümüyor. Çünkü bir koltukta iki karpuz taşımak gibidir bu durum. İkisinden biri düşüp kırılıyor. Genelde de üniversite hedefi öteleniyor. Çünkü duygusal hal daha baskın çıkıyor. Elbette insanın karşıt cinse ilgi duyması kadar doğal bir şey yok. Ama zamanı değil. Ne de olsa daha çocuk sayılır bunlar. Üniversite hedefini yakaladıktan sonra düşünülmesi gereken şeyler bunlar, türünden bir şeyler söyledim.

Can kulağıyla dinledi beni. "Hocam, biraz daha açık konuşur musun" dedi. Elbette dedim. 

Kızınızın daha lise çağında gönül ilişkisine girmesine nasıl bakarsınız dedim. "Daha erken. Önünde üniversite var" dedi. Diyelim ki kızımız böyle bir gönül ilişkisine girdi. Ciddi ciddi evlenmeyi düşünüyor. Damat adayının da derli toplu ve hedefi olan, aynı zamanda içinize sinen biri olmasını istersiniz sanırım dedim. "Elbette" dedi. Bildiğim kadarıyla siz Ankaralısınız. Eşinizin görevi dolayısıyla buradasınız. Eşiniz emekli olunca da buradan gidersiniz dedim. "Öyle düşünüyoruz" dedi. Ardından "kızımın istediği ile evlenmesini isterim. Ama hata yapmasını istemem. Çünkü onun mutsuz olması beni üzer. Ben eşimle istemeden evlendim. Çok mutlu olduğum söylenemez. Aramızda kültür farkı var" dedi. O zaman biraz daha açayım. Kızınız ilçede biri ile gezip dolaşıyormuş. Ben oğlanı tanımam. Burayı bilenlere göre oğlan falanın oğlu imiş. Çok sağlam pabuç olmadığı söyleniyor. Kızınıza da denk değil. Yarın kızınız üniversite okumuş biri olurken oğlan ise işi gücü olmayan ve lise terk biri olacak. Hayatının hatasını yapmasını istemem dedim.

"Hocam, ben böyle bir şeye sıcak bakmıyorum. Razı gelmem" dedi. 

Okul dışında olan bir durum. Okula gelen bir problem yok. Kızınızın adının çıkmasını ve lekelenmesini istemiyorum. Yanlış anlamayın, bunu söylerken utana sıkıla söylüyorum. Kızımızın metruk binalara o erkekle girip çıktığını görenler var. Herhalde bu duruma da sıcak bakmazsınız. Yine de size ne diyebilirsiniz. Zira çocuk sizin dedim. Sözlerim de bu kadar. Çok uzattım, kusura bakmayın ama hassas bir konu. Pot kırmayayım diye mümkün olduğunca açık konuşmamaya çalıştım dedim.

"Hocam, çok sağ olun. Allah razı olsun. Bundan sonra okula daha sık geleceğim. Hatta okulun bazen okullar arası maçları oluyor. Öğrenciler genelde okullarını desteklemek için okulu asıp maça gidiyor. Herkes gitse bile benim kızım, maçlara bile gitmesin. En ufak bir durumda beni arayabilirsiniz" dedi. Ardından müsaade alıp gitti. 

Annenin hakaret etmesini beklerken memnuniyetle ayrılmasından, bu işi ağzıma yüzüme bulaştırmadığımdan anne kadar ben de memnun oldum. 

Sonrasında, kızımızın annesi zaman zaman okula uğradı. Çocuğu hakkında bilgi aldı ve takibini yaptı. Kız kendisine biraz daha çekidüzen verdi. 

Mezun olduktan sonra ne yaptı ne etti bilmiyorum. Hiç karşılaşmadım. Zaten ben de ilçeden iki yıl sonrasında ayrılmıştım. 

6 Aralık 2024 Cuma

Evlere Şenlik Öğrenciler

Genç, şu başındaki şapkayı çıkarır mısın? Dersteyiz.
Çıkaramam. 
Niye?
Kestirdim. 
Rahatsızlığın yoksa lütfen çıkar. 
Çıkarırsın, çıkarmazsın derken yanındakine, "Daha bu şapkayı çıkartacak anasından doğmadı" demez mi?
Bunu diyen de daha 9.sınıf bir öğrenci. 
Gel yanıma. Şu dediğini bir daha söyle dedim. 
Bir şey demedim dedi. 
Dediğini duydum, bir daha söyle dedim. 
Arkadaşa söyledim dedi. 
Ben de bunu yuttum. Hemen şimdi şapkayı çıkarıyorsun dedim. 
Lütfedip çıkardı. 
Güler misin, ağlar mısın? 
Şimdiden kabadayılık yapan; yürüyüşü, oturuşu ve konuşmasıyla gün görmedik laflar eden bu çocuk yiyecek sektöründe. Sanırım kasap olacak. 
*
Burası hem yemekhane hem derslik. 
Beş kişiyi bıçakla yaralamaktan hakkında işlem yapılmış, denetimli serbestlikten yararlanarak serbest bırakılmış, kırmızı reçete ilaç kullanan bir 11.sınıf talebesi, ders esnasında oturduğu sandalyeden kalktı. Yan yana konmuş üç sandalyenin yanına geldi.
Ne yapacak diye bakıyorum. 
Başına bir şey geçirdi. Üzerine montunu aldı. Upuzun uzanıp yattı sandalyeye. 
Ne yapıyorsun dedim. 
Hiç, yatıyorum dedi. 
Olur mu öyle. Dersteyiz. Böyle yatılmaz dedim. 
Uykum var benim dedi. 
Olurdu, olmazdı derken istemeye istemeye lütfedip kalktı.
Bu yaptığın normal mi dedim. 
"Normal. Niye normal olmasın" dedi.
Yatmasından geçtim. Bu yaptığını normal görmesi garibime gitti. 
Ölür müsün, öldürür müsün? 
Bekleyin, yiyecek sektörü ileride bu gence emanet edilecek. 
*
9,sınıfa derse girdim.
Bir öğrenci, müdürle görüşmem lazım, yok yazmasanız dedi. 
Hemen mi dedim. Evet dedi. 
Çabuk, git gel dedim.
Beş, on, on beş dakika geçti. Öğrenci gelmedi. 
Ardından bir öğrenci gönderdim. Arkadaşınız hala müdürü yanında mı diye. 
Öğrenci, gitti geldi. Kimse yok müdürün yanında dedi. 
Teneffüste müdüre uğradım. Şu isimli bir öğrenci yanınıza geldi mi dedim. Hayır dedi.
Teneffüs bitip tekrar aynı sınıfa derse girdim.
Müdürle görüşeceğim diye izin alan öğrenci sınıfta idi. Görüştün mü müdürle dedim. Evet hocam görüştüm dedi. 
Gel bir de birlikte gidelim müdürün yanına dedim. Tamam dedi. 
Birlikte sınıftan çıkıp koridora yöneldim. 
Hocam, bir şey söyleyeyim mi? Müdürle görüşmedim, müdürün yanına da gitmedim. Yalan söyledim size. Bu ders beni yok yazın da bu durumu arkadaşlar bilmese olur mu dedi. Bu yaptığın doğru değil, bir daha bu şekil kaşıma çıkma ve benden hiç izin isteme. Geç içeriye dedim. Tamam, hocam, çok sağ olun dedi.
Vay be. Siz böyle öğretmeninizi uyuttunuz mu hiç?
Bu çocuk da yiyecek sektöründe olacak. Bilginiz olsun. 
*
Tüm öğrencileri almasa da okul bahçesine yine de epey bir öğrenci sığar. Fakat teneffüslerde bahçede öğrenci görmek mümkün değil. Zil sesini duyan soluğu bahçe dışında alıyor. Dışarı çıkan yakıyor bir tane zıkkım. 
Çekiyor da çekiyorlar. 
İçmeyen yok gibi. 
Öğretmen görüyormuş, idareci geliyormuş... Hiçbirinin umurunda değil. 
Tek dertleri yaktıklarını çeke çeke bitirmek. 
Zil çaldı, yok yazılacaksınız, acele edin diyorsun. Pek umursayan çıkmaz. 
Haydi delikanlı, at artık, gir içeriye dedim birine. 
Hocam, şunun tanesi 4,5 liraya geliyor. Nasıl atarım de mi dedi.
Hasılı, gerekirse yok yazılmayı göze alıyor ama elindekini atıvermiyor.
Bu zıkkımı öğrenciliğinizde içtiğimiz zaman nerede içtiniz? Öyle zannediyorum, bir öğretmen görmesin diye sote yerleri seçmiş olmalısınız. Şimdikiler gözünün önünde içiyorlar. Bir yüzüne üfürmedikleri kaldı.
Eskiler bu durumu görseydi, kıyamet yakın derdi.
Hasılı neler gördüm neler. Bu gördüklerim öyle zannediyorum, hepimizin defalarca izlediği Hababam Sınıfı öğrencilerine beş çeker. 

5 Aralık 2024 Perşembe

Bir Aşk Hikayesi

Fi tarihinde bir lisede çalışırken, dersine girdiğim bir öğrenci vardı. Dersimi can kulağıyla dinlerdi. Girişi, çıkışı, oturuşu, konuşması ve giyim kuşamıyla yaşından olgun bir görüntü çizerdi. Diğer kız öğrencilere göre başını örten biri idi. 

Bu öğrenci de diğer son sınıf öğrenciler gibi hedefi olan bir öğrenci idi. Arkadaşları gibi o da ilçeden şehir merkezine dershaneye giderdi. 

Duydum ki bu kız öğrenci dershanenin muhasebecisi bir erkekle gönül ilişkisi yaşamaya başlamış. Diğer arkadaşları da biliyor bunu. Okulda, müstakbel enişte adayı gırla gidiyor alttan alta. 

Diğer öğrencilerden bu ilişkiye müdahale etmeye çalışanı enişte arayarak tehdit etmeye başlamış. 

Aynı dershaneye giden amca kızından damat adayı hakkında bilgi aldım. Dershanenin muhasebecisi daha önce meşhur ve köklü bir partinin merkez ilçesinde ilçe başkanlığı yapmış. Eşinden ayrılmış, yedi yaşında çocuğu olan biri. Bizim son sınıf öğrencisi ile arasında epey yaş farkı da var. 

Belli ki muhasebeci bizim kıza kancayı takmış. Kız dershaneye geldiğinde bazı zaman derslere girmeyip birlikte başka bir ile gezmeye gidiyorlar. Deneme sınavı yapılıyor. Bizim kızımız arkadaşlarının önüne geçerek birinci yapılıyor. Hepsi eniştenin başının altından çıkıyor. 

Çağırdım kızı odama. Bu duyduklarımın aslı astarı var mı dedim. Var hocam dedi. Bu gönül ilişkisi normal mi dedim. Değil dedi. Adamın yedi yaşında kızı varmış, bunu kabullenecek misin dedim. Evet dedi. Bu yaptığın normal mi dedim. Normal olmadığını biliyorum dedi. Sağdan, soldan o kadar nasihat ettim. Her dediğime başını salladı. Yerden göğe kadar haklısın dedi. Bu işi devam ettirecek misin dedim. Evet dedi. Kızım, hem haklısın diyorsun hem de devam ettireceğim diyorsun ve ciddi ciddi evlenmeyi düşünüyorsun. Burada bir çelişki yok mu dedim. Haklısın, bu işe nasıl girdim bilmem dedi. Bu evlilikte denklik var mı dedim. Yok dedi. Yalnız bana o kadar iyi davranıyor ki ben bir daha böyle iyisini bulamam dedi. Kızım, daha lise bitmedi. Önünde üniversite var. Boy pos var. Güzelsin. Akıllı ve zekisin. Elini sallasam ellisi misali önüne daha ne nasipler çıkar. Adam evlenip boşanmış. Üstelik çocuğu var. Aranızda yaş farkı var. Sen ise daha bekarsın ve çocuksun. Aklını başına al, evde mi kaldın da iyi davranıyor diye kendinle denk olmayanla evlenmeye kalkıyorsun. Yok bir de kötü davransaydın, elbette iyi davranacak dedim. Hocam, çok haklısın. Yalnız böyle iyi birini bir daha bulamam dedi. 

Peki ailenin haberi var mı, ailen buna hazır mı dedim. Annem şeker hastası. Duysa yıkılır. Babam tansiyon hastası. O da yığılır kalır dedi. Daha ne, dedim. Madem bu işi yürütmek istiyorsun. Sınıf arkadaşlarını arayarak onları rahatsız ediyor. Herkesin ağzında, çıktığın kişinin adı var. Bu böyle yürümez. O zaman ne yapıp ne edip ailene bu durumu anlatacaksın. Anlatmazsan, ben evine gelip babana durumu açıklayacağım dedim. En kısa zamanda dedi. 

Birkaç defa çağırıp tekrar benzer konuşmakta yaptım. Bak sen, ailene bu durumu açmıyorsun. Beni mecbur etme dedim. Tekrar annem yıkılır, babam yığılır dedi. 

En son görüşmemde, bak falan okulda enişten var. Bu akşam babanla bu konuyu konuştun konuştun. Değilse enişteni alıp evine geleceğim. Anne yıkılırsa yıkılsın, baban yığılır kalırsa kalsın, sen de cenazelerine katılırsın, benden günah gitti dedim. 

Son savurduğum tehdit işe yaramış olmalı ki kız konuyu ailesine açmış. Evde ne oldu, ailesi nasıl karşıladı, yere yıkılma ve yığılma oldu mu bilmem. 

Ertesi sabah kızın babası geldi. Utana sıkıla odama girdi. Kendini tanıttı. Babasını da bu vesileyle ilk defa görmüş oldum. Halim, selim, mütevazı biri idi. Hocam, Allah razı olsun. Biz meseleden haberdar olduk. Olaya el koyduk. Kızı dershaneden aldık. İçiniz rahat olsun, ilgi ve alakanız için teşekkür ederiz dedi. 

Konunun bu şekil çözülmesine ben de sevindim. 

Gerçekten bu iş nasıl bir şey, nasıl bir aşk ise yaptığının normal olmadığını bilmesine ve konuştuğum her şeye hak vermesine rağmen kızın bu haletiruhiyesini anlayamadım. Siz anladı iseniz beni bu konuda aydınlatırsanız memnun olurum. Bu konuda bildiğim tek şey aşkın insanın sadece gözünü değil, aklını da aldığı. İnşallah, aşıkları ayırmışsın deyip ayıplamazsınız. 

Hasılı bu kızı kazasız belasız mezun ettim. Herhangi bir yer kazandı mı hatırlamıyorum. Belki ilçedeki iki yıllık meslek yüksek okulunu okumuş olabilir. Olabilir diyorum. Çok sonra ilçede öğretim üyeliği yapan biri ile evlendiğini öğrendim. 

Aradan yıllar geçti. Ben ilçe merkezinden şehirdeki bir okula geldim. Bir gün İplikçi Caminin şadırvanında abdest almaya hazırlanırken yanıma biri gelip selam verdi. Elini uzattı. Tanıdın mı hocam dedi. Ben falan ilçe falan okuldan şu öğrencinizin babasıyım dedi. Ben de ismiyle hitap ettim. Nasıl kızımız dedim. Hocam, çok iyi. Mutlu ve bahtiyar. Biz de öyleyiz. Şu kadar çocuğu oldu dedi. İyi maşallah, dede oldunuz demek suretiyle lafladık.

Çocuğun mutlu ve bahtiyar olmasına birazcık katkım olduysa ne mutlu bana. 

İki Tekerlekli Bir Trafik Canavarı

Zaman zaman birlikte yürüyüş yaptığım bir arkadaşa, yaya üstünlüğü olan bir yaya yolunda 16 yaşında motosikletli bir çocuk çarptı.

12 Kasım akşamı meydana gelen kazanın ardından, arkadaşı hastanede beş gün sonrasında ziyaret ettim.

Sol ayak alçılı idi. Ameliyat edilen bu ayağa 11 aparat takılmış. Kazanın nasıl olduğunu hatırlamıyor arkadaş. Çünkü çarpma ile birlikte bilinci kaybolmuş. 

Sadece ayakla kalsa iyi.

Sanırım sol gözünün etrafı mosmor. Gözün içi ise kan çanağı olmuş. Belli ki başına da darbe almış veya çarpma ile birlikte yere düşünce başını kaldırıma çarpmış olmalı. 

Nefes almasını zorlaştıracak şekilde akciğeri hasar görmüş. Çünkü 4-5 kaburgası da kırılmış.

Sağ veya sol omuzunda da sanırım sıkıntı var. Belki çatlat belki kırık belki eziklik. 

Arkadaş 12 Kasımdan bu yana epey hastanede yattıktan sonra geri kalan tedavisi için eve çıktı. O günden bugüne yatağa bağlı olarak yatıyor. Daha ne kadar yatacağı da meçhul. Kalktığı zaman eskisi gibi olabilecek mi, kazadan iz ve hasar kalacak mı, bunu da yürüdükten sonra göreceğiz.

Bu kaza beni çok etkiledi. Kaza kendi başıma gelmiş gibi üzüldüm. 

Sair zamanlarda olsa gözümün görmediği bir mobilet kazası işitsem, aman mobilet değil mi, ufak tefek yara, bere ve kırıkla atlatır derim. Ama arkadaşın başına geleni aynel yakin görünce, mobilet kazası deyip de geçmemek gerektiğini geç de olsa öğrendim. Adamı öldürür de süründürür de sakat da bırakır, aylar aylar yatağa mahkum da eder. İşini aksattığı gibi bıraktığı psikoloji de işin başka yönü.

Belli ki bu ülkede trafik canavarı sadece kural bilmez bazı araç sürücülerine ait değil; mobilet, motosiklet, donanımlı iki tekerlekli motor, bin bin, elektrikli bisiklet kullananların önemli bir kısmı da iki tekerlekli trafik canavarı olarak trafikte. Sayıları azımsanmayacak kadar çok olan benzinli veya elektrikli iki tekerlekli öyle sürücüler var ki bunlar tam bir trafik canavarı. Ne kendi sağlıklarını ne de başkasının sağlığını düşünüyor bunlar. Her zaman ki gibi nizami araç ve iki tekerlekli kullananları yine istisna tutuyorum. Zira onlar yayaya saygılı ve kurallara uyan kişiler. Bunlara sözüm olmaz. Hatta bu tipler dört tekerlekli trafik canavarlarının tacizine maruz kalıyor hep. 

Gerçekten kuralı takmayan, trafiği alt üst eden, yayaya saygı nedir bilmeyen, reşit olmamış, ceza ehliyeti olmayan daha çocuk diyebileceğimiz kişilerin mobilet/motosiklet/donanımlı motor sürmesine ne diyelim? Bunlar trafikte fütursuzca sürmeye devam edecek, önüne gelen yayaya çarpıp onları mağdur etmeye devam mı edecek? Ülke olarak devlet olarak anne ve babalar olarak yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Okul bahçesine girerken bile son gaz gaza basan, bağırtan, çevreye verdiği gürültüden zevk alan, yaptığının yanlışlığını bilmeyen bu kendine Müslüman olanları ne yapacağız? Atsan atılmaz, satsan satılmaz bunlar. Trafik ne yapıp ne edip göz açtırmaması lazım bunlara. Daha ekmek almaya göndermediği çocuğunun altına iki tekerlekli bu bisikletleri teslim eden anne ve babalara bir sözümüz bir yaptırımımız olmasın mı? 

Neyi bekliyoruz? Bu çocukların çarptığı insanların ölmesini mi? İlla etkili ve yetkili bir makam sahiplerinden birinin başına böyle bir kaza gelmesini mi bekleyeceğiz?