4 Aralık 2024 Çarşamba

Protesto Neyinize Sizin?

Yapılan her şeyde bir hikmet varsa, 

Sizin adınıza her şeyi yapıyor, saçını süpürge ediyorsa, 

Gece gündüz koşturuyor, uyumuyorsa, 

İşgalci devleti protesto için miting yapıyorsa, 

İşgalci gücü her platformda eleştiriyor ve veryansın ediyorsa, 

Onların gözünün içine baka baka onlara terörist diyorsa,

Terör devletini sürekli gündemde tutuyorsa,

Siyonizm’e karşı yedi düvel ile mücadele ediyorsa,

Tüm bunları ve daha fazlasını sizin adınıza yapıyorsa...

Tüm bunları takdir etmeniz gerekiyorken size ne oluyor da protesto etmeye kalkıyorsunuz?

Sonra protesto neyinize sizin? 

Ne anlarsınız ayrıca siz protestodan? 

Bir protesto yapılacaksa sizin adınıza biz onu da yaparız. Nitekim yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır. 

Hakaret değil mi bu yaptığınız protesto? 

Halbuki takdir beklenirdi sizden. 

Yaşa, var ol demeniz gerekirken Siyonizm’in dili ve ağzı olmaya kalkıyorsunuz. 

Vah yazık size! Boyunuzdan utanın. 

Kalıbınıza yazık! 

İnsan sıkılır böyle yaparken. 

Hiç utanma ve sıkılma da mı olmaz insanda? 

Hakaret ettiniz de ne oldu? Boyladınız kodesi. 

Haydi kurtarın kendinizi bu dört duvardan. 

Bu daha iyi günleriniz. 

Sicilinize de işlenecek daha. 

İyi hal kağıdınız lekelenecek. 

Ne işe yaradı şimdi? 

Yazık değil mi size? 

Ağzı ve dili olduğunuz Siyonizm haydi sizi kurtarsın da göreyim. 

Bu yaptığınız da kulağınıza küpe olsun. 

Bundan sonra uslu uslu oturmayı bilin. 

Karışmayın bilmediğiniz işlere. 

Biz ne yapıyorsak en iyisini yaparız. Çünkü biliriz. Sizin adınıza düşünür, sizin adınıza yaparız. Çünkü biz her yolun olduğu gibi bu yolun da kitabını yazdık. 

3 Aralık 2024 Salı

Sigara ve MESEM

Sigara içiminde Türkiye'nin dünyada ilk sıralarda yer aldığını bilmeyenimiz yoktur. 
Sigara içenlerin çoğu, sağlık, maliyet ve başka gerekçelerle sigarayı bırakmaya çalışsa da sigaraya başlama yaşı bu ülkede gittikçe aşağıya doğru inmekte. 11 yaşındaki çocuklar bile sigara içmeye başlıyor. 
Diğer lise ve ortaokullarda okuyan, bir hedefi olan ve bu hedef doğrultusunda ilerleyen çocukların büyük çoğunluğunun sigara içtiğini sanmıyorum. Sanayi ve işyerlerinde çalışan, aynı zamanda MESEM (Mesleki Eğitim Merkezi) adı verilen okullarda haftada bir gün okula gelen lise öğrencilerinin kahir ekseriyeti maalesef sigara içiyor. Neredeyse içmeyen yok gibi. Kız öğrencisi de içiyor, erkek öğrencisi de. Başı örtülüsü de içiyor, başı açığı da 9.sınıf öğrencisi de son sınıf öğrencisi de. 
Son yıllarda her üründe olduğu gibi sigaralara da büyük zamlar geldi. Bu zammın altından kalkamayan büyüklerin çoğu tütün içmeye yönelirken bu MESEM öğrencileri içerisinde tütün içen neredeyse yok gibi. Hepsi kaliteli ve pahalı sigara içiyor. Nasılsa devlet destekli bir işte çalışıyorlar. Ailelerinden görmedikleri harçlığı devlet veriyor. Bu yüzden de sigaraya verdikleri para onlara dokunmuyor. 
Devlet desteğinden dolayı her geçen gün öğrencisi artan MESEM öğrencilerine yeni öğrenciler katıldıkça, öyle zannediyorum sigara ve tütün içiminde açık ara önde olacağız. Çünkü aşağıdan dip dalga geliyor. 
Anlamadığım, 18 yaşın altındaki bu çocuklar bu sigaraları market ve bakkallardan nasıl alabiliyor? Çünkü bildiğim kadarıyla 4207 sayılı Kanunun 194.maddesinde, "18 yaşın altındakilere sigara satanlara 6 aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” yazmaktadır. Kanunun bu maddesi hala yürürlükte iken bu çocuklar bu sigara paketlerini nasıl satın alabiliyor, bakkal ve market bunlara nasıl satış yapabiliyor?
Herhalde bu çocuklara sigarasını anne babaları almıyordur. Ayrıca bunu kaç anne baba yapar? Öyle zannediyorum, ceza kanununun bu ağır yaptırımına rağmen çocuklar rahatça sigara almaya gidiyor, esnaf da çekinmeden satış yapıyor. Yani kimsenin yasağı dinlediği yok. Çünkü kanunun ilgili maddesi uygulanmıyor. Bugüne kadar da 18 yaş altına sigara sattığı için yargılanan ve hapis cezası alan bir işletme duymadım. 
Merak ediyorum, kanun yapıcı, uygulamayacağı, takip ve denetimini yaptıramayacağı böyle cezayı kanuna niçin koyar? Yürütme niçin görevini yapmaz? Bu ülkenin en büyük sorunu da budur zaten. Çünkü her şeyin kanunu, yönetmeliği var, hepsine ceza müeyyide var. Fakat uygulanmıyor. O zaman ne anladık bu işten. Kanunlar laf olsun, dostlar alışverişte görsün diye mi çıkarılıyor? 
Elbette bu işler yasakla, cezayla sonuç alınacak şeyler değil. Yaşı uygun olsun veya olmasın, sigara içen, içmeyi kafaya koyan bir şekilde bu sigarayı alır ve içer. Yine de Kanunun ilgili maddesinin tavizsiz uygulanması gerektiğini düşünüyorum. Şayet uygulama imkanı yoksa bu konuda zaaf gösterilecekse, kanun koyucunun yapacağı, ilgili kanundaki uygulanmayan müeyyideyi kaldırmaktır. Çünkü devlet olmanın gereği, koyduğu kuralı uygulamaktan geçer. Ki devlet ciddiyeti bunu gerektirir. 

Yeni Bir Vekalet Savaşı mı?

2011 yılında başlayan Suriye iç savaşı sonucunda Suriye fiilen üçe bölünmüş durumda. 
Ülkenin bir tarafı ABD destekli YPG'nin kontrolünde. Şam ve civarı Rusya ve İran destekli Beşşar Esad yönetiminde. Bir kısmında ise Türkiye var. 
Üçe bölünmek suretiyle ülkenin istikrarsız hale getirilmesi yetmezmiş gibi HTŞ liderliğinde muhalif gruplar harekete geçti. Halep şehrini aldı. Bu örgüt sadece Halep ile yetineceğe de benzemiyor. Başka şehirleri de almak için ilerleyişini sürdürüyor. Şimdi ilerleyişini Hama'ya yöneltmiş durumda. 
İdlip, Halep, Tel Rifat vb. yerler HTŞ'nin elinde kalırsa Suriye fiilen dörde bölünmüş olacak. 
Görünen o ki Suriye'nin mevcut trajik durumu yeterli görülmemiş olmalı ki HTŞ'nin harekete geçmesiyle Suriye'de kartlar yeniden karılmaya başlandı. 
Suriye'de ne olup bittiğini anlamadan ülke olarak kutuplaşmak suretiyle Suriye üzerine yazıp çiziyoruz. 
Bir kısmımız bugün HTŞ'ye geçen şehirlere bir müddet sonra YPG'nin yerleşebileceği endişesini dile getiriyor. 
Bir kısmımız HTŞ'nin daha önce el-Nusra örgütünün isim değiştirmiş şekli olduğunu, bunun da el-Kaide demek anlamına geldiğini, HTŞ'nin tek gruptan değil, içinde birçok muhalif grubu barındırdığını, bunlara güvenilemeyeceğini söylüyor. 
Bir kısmımız HTŞ'nin arkasında ABD, İsrail ve Türkiye'nin olduğunu belirtiyor. 
Bir kısmımız HTŞ'nin Türkiye'ye yakın olduğunu dile getirerek Halep alındı, yani bizim oldu sevinç halini yaşıyor. 
Şu var ki HTŞ'nin harekete geçmesinde, Esad'ın zayıflığının, İran'ın geri durmasının, Rusya'nın Ukrayna’ya ağırlık vermesinin etkili olduğu görülüyor. Yani HTŞ veya HTŞ'ye destek verenlerin bu atmosferi gözettiği anlaşılıyor. 
HTŞ'nin hızlı ilerleyişi ne kadar sürer, nereleri alır, HTŞ aldığı yerlerde kalıcı olur mu? İçinde birçok yapıyı barındıran HTŞ, bu alınan yerlerde anlaşabilir mi? İleride birbirlerine girer mi? HTŞ'nin bu ilerleyişi Türkiye'nin lehine olur mu? Tüm bunları zaman gösterecek. 
Son günlerde Suriye'deki bu sıcak gelişmeler ümit ediyorum ki Türkiye'nin lehine olur temennisinde bulunuyorum. Yalnız HTŞ'nin bu hızlı ilerleyişini Suriye iç savaşının çıktığı ilk zamanlardaki IŞİD'in ilerleyişine benzetiyorum. Bu örgüt de hızlıca Suriye'nin birçok yerine sahip olmuş, hatta Irak-Şam İslam devletini kurmuş. Sonra IŞİD aldığı tüm yerleri ABD destekli YPG'ye bırakarak kayboldu. Endişem HTŞ'nin aldığı yerleri YPG'ye bırakacağı yönde. 
Hasılı Suriye’de yeniden karılan bu kartla neyin hedeflediğini zaman gösterecek. Şu var ki Suriye’de 2011 yılından bu yana Suriye’nin içindeki değişik örgütler, ABD adına bir vekalet savaşı verdiyse, bu son kartla da yine aynı amaca hizmet edildiğini düşünüyorum. İnşallah bu endişem yersiz çıkar. Sonuç olarak Halep’i aldık sevinci bir hayalden ibaret kalacağa benziyor. Boşu boşuna hayal kurmayalım. 

1 Aralık 2024 Pazar

Fulbolda Yapı Varmış Meğer

Türkiye Süper Liginde yapı var diyenler oluşturdukları algı ile nasıl yapı olduklarını ve yapının kim olduğunu GS-Eyüpspor ile göstermiş oldular.

Günler öncesinden başlamışlardı. Neymiş de Eyüpspor başkanı GS'li, teknik direktörleri Arda da GS'li. Bu maçta yatacaklar. Bak sana Eyüpspor'un kaç futbolcusu GS maçında oynamamak için kart cezalısı oldu. İşte GS böyle şampiyon oluyor. Bu ve benzeri sözleri söylediler de söylediler.

Bu kadar yazılıp çizilenden, Türkiye Futbol Federasyonu da etkilenmiş olmalı ki perşembe akşamı deplasmanda maç yapmasına rağmen GS'nin, pazar günü oynayacağı maçı pazartesiye alınması yönündeki teklifini Federasyon reddetti. Halbuki aynı durumdaki FB'nin ve BJK'nin maçları pazartesi oynanıyor.

Bu psikoloji bu atmosfer bu baskı altında GS-Eyüpspor maçı oynandı. Eyüpspor Avrupa maçından yorgun argın gelmiş, zorlu bir rakibe karşı mücadele etmiş GS'yi evinde salladı. Bir puan alma başarısı göstererek şampiyonluğun en büyük adayı GS'ye iki puan kaybettirdi. GS kendi sahasında kaybettiği bu iki puanla belki de şampiyonluğu ezeli rakibi FB'ye kaptıracak.

Arda, takımı ve Eyüpspor başkanı, oynadıkları oyunla, biz GS'li olabiliriz, bir önceki maçta sarı kart cezalısı olabiliriz, takım olarak eksikliğimiz olabilir, biz GS'nin şampiyon olmasını gönlümüzden geçirsek de biz ayrı bir takımız, diyerek cümle aleme göstermiş oldular. 

Görünen o ki yapı var diyenler, bu yapı GS'yi koruyor diyenler, Eyüpspor'un başkanı ve teknik direktörü GS'li diyenler başarılı oldu. 

Bence futbolumuzda GS'yi koruyan bir yapı var diyenlerin kendilerinin yapı oldukları ortaya çıktı. Ki bu yapı Samsunspor maçında da çok yaygara kopardı. Başkanları GS’li diye bas bas bağırdı. Samsunspor maçında sonuç alamadılar ama Eyüpspor maçında sonuca gittiler. 

Artık bu maçtan sonra kimse futbolumuzda GS lehine bir yapı var demesin. Çünkü elleriyle hedef gösterenlerin kendisi yapının ta kendisi. Bu maç bile futbolun sahada oynanan oyundan ibaret olmadığını göstermiş oldu. 

Bu vesileyle Eyüpspor'u, başkanını ve teknik direktörünü tebrik ederim. Onurlarıyla çıkıp oynadılar ve tuttukları takımın yorgunluğundan faydalanarak şampiyonluk yolunda GS'ye büyük bir darbe vurdular.

Maçı izlemedim ama öyle zannediyorum GS de oynamamanın, maça asılmamanın, belki de nasılsa Arda bizim çocuğumuz diye düşünüp maça iyi hazırlanmamanın bir güzel özeleştirisini yapacaktır.

Buradan, bir yapı yokken iftira atanlara, Arda GS’nin eski futbolcusu, maçı verir diyenlere bir sözüm olsun. Bu ülkede az, biraz futbol ile ilgilenen ne kadar insanımız varsa kendi şehirlerinin takımları dışında dört büyüklerden birini tutar. Kimi FB’li kimi GS’li, kimi BJK’li kimi de TS’li. Anadolu takımlarında profesyonel top oynayan her oyuncunun en büyük hayali bu dört takımın birinde oynamaktır. Çoğu da bu emeline ulaşmıştır. Bu dört takımda oynayan futbolcuların başka Anadolu takımını çalıştırması kadar doğal bir şey olamaz. Maçı yöneten hakemlerin de gönlünde bir takım yatar.

Hasılı Anadolu takımını çalıştıran dört büyüklerin eski futbolcusunun oynadığı takımı tuttuğunu söylemesinde, hakemlerin hangi takımı tuttuğunun bilinmesinde bir sakınca yok. Burada sakınca, tuttuğu takımı koruyup kollamasında sakınca olur. Ki bir takımı tuttuğunu söyleyen hakem ve teknik direktör maç yönetiminde ve futbol oynatmada daha titiz olur. Kendini bilen, kendisine saygısı olan bunu yapar. Nitekim Arda bunu yaptı, Sivasspor’u çalıştıran teknik direktör Bülent de bunu yaptı. Ki olması gereken budur. 

Sebebi Nüzul ve Kader

Şimdiler bu tartışma olmasa da geçmişte Kur'an mahluk mudur, değil midir tartışması yapılmış. İş tartışma boyutunu da geçmiş, gücü kim ele geçirmişse, öbür görüşe hayatı zindan etmiş.

Kısaca Kur'an mahluk demek, Kur'an yaratılmış, yani ezeli değil, hadistir, sonradan yaratılmıştır demektir. Mahluk değil diyenler ise Kur'an ezeli ebedi de vardı, yaratılmadı demektir. 

Niyetim eski tartışmaları gündeme getirmek değil. Ki yeri ve zamanı da değil. Üstelik sonuç alacak bir tartışma da değil. 

Konuyu geçmişten günümüze tartışma konusu olan kadere daha doğrusu kader anlayışına getireceğim. Çünkü mahluktur/değildir tartışması bence kaderle ilgili olsa gerek. 

Kadere şimdilerde farklı anlamlar verilse de kader eskiden, "Allah'ın olup bitecekleri önceden yazması, zamanı gelince kaza olarak ortaya çıkması" şeklinde tarifi yapılırdı. 

Emeviler, öldürmek istediklerini, "Ben öldürmek istemiyorum ama senin kaderin benim elimle öldürülmek imiş. Yapacak bir şey yok. Ben masumum" anlamında anekdotlar anlatılır. Hatta bu yüzden Kaderiye mezhebinin ortaya çıktığı bir vakıa. 

Lise 1.sınıfta akait dersimize giren Rahmetli Zekai Kaplan kaderi bize şöyle açıklamıştı: "Bir sinemayı bir filmi gözünüzün önüne getirin. O filmdeki aktörler senaristin yazdığını oynar. Kendi iradeleri yok. Bizim senaristimiz de Allah'tır. Bizler de filmdeki oyuncular gibiyiz, olup bitenlere müdahalemiz yok" demişti. O günden bugüne yıllar geçti. İnşallah aklımda kalanları yanlış ifade etmiş olmam. 

Günümüzde bu anlayış değişse de alın yazın böyle imiş. Kaderin önüne geçilmez denir. 

Şimdilerde kader için ölçüdür. Allah evreni yaratırken her şeyi bir ölçüye göre yarattı. Kaderden kasıt ölçüdür. Kaderi iki şekilde anlamak lazım. İlki irademiz dışında gelişen kaderimiz. Bunlar, cinsiyetimiz, boy-pos, rengimiz, milliyet, ne zaman doğacağımız, anne ve babamızın kim olacağı. Bu tür kaderden sorumluluğumuz yok. İkincisi ise "Yapıp ettiklerimiz kaderimizdir. Çünkü herkes için yapıp ettikleri vardır" deniyor. Bu tür kader kişinin kendi özgür iradesiyle yapıp ettikleridir ve bundan sorumludur insan. 

Zekai Kaplan Hocamın örneklendirerek anlattığı kader, eskinin kader anlayışı olup başlı başına sorundur. Bu durumda insan yapıp ettiklerinden sorumlu olmamalı. 

Son güncel kader anlayışını kendime daha uygun buluyorum. 

Şimdi tekrar yazımın başında belirttiğim Kur'an mahluktur, değildir konusuna dönersem, aklıma sebebi nüzul geliyor. Malumunuz sebebi nüzul, Kur'an ayet ve sürelerinin bir sebebe binaen nazil olduğudur. Kur'an'da her ayetin sebebi nüzulünü bilemesek de çoğu ayetlerin sebebi nüzulü var. Bedir, Uhut, Hendek savaşlarından bahseden ayetler var. Müşriklerin ileri gelenlerinin kastedildiği ayetler var. Bir olay olduğunda, ardından o olayı açıklığa kavuşturan ayetlerin geldiği bir gerçek. 

Şimdi burada biraz beyin jimnastiği yapalım. Kur'an ezel ve ebette var idi ise sebebe binaen gelen ayetleri nasıl anlayacağız? Ki Kur'an yeryüzü semasına indirilmeden Levhi Mahfuz'da idi deniyor ayette. Kadir gecesinden itibaren peyderpey indirilmeye başlandı diye biliyoruz. 

Bu durumda kaderi nasıl anlamalıyız? Şayet Kur'an ezelden beri Levhi Mahfuz'da ise sonradan yaratılmamış demektir. O zaman sebebi nüzule binaen inen ayetlerden, olmuş olacak olanların daha önceden belirlediği anlamı çıkar ki bu durumda eskilerin kader tanım ve anlayışı daha doğru gibi görünüyor. Yani Mekke ve Medine döneminde olup bitenler daha önceden yazılmış, zamanı gelince ortaya çıkıyor anlamı ortaya çıkıyor. Bu durumda kadere müdahale yoktur, biz sadece oyuncuyuz, senaryosu daha önceden yazılmış anlamı çıkar. 

Siz bu konuda ne düşünürsünüz bilmem. Kur'an mahluktur, değildir tartışmasına da girmem. Yalnız son yıllardaki kader anlayışını daha makul gören biri olarak Kur'an ayetleri bir sebebe binaen geldiğine göre Kur'an mahluk anlayışı bana daha isabetli geliyor. 

Burada Allah olacakları daha önceden bildiği için daha önceden kayıt altına almış, bir müdahale söz konusu değil diyenlerimiz çıkar. Buna da eyvallah.

Bu konuda farklı fikri olan varsa, bunu bize serdederse bundan memnuniyet duyacağımı şimdiden belirtmek isterim. 

Bilinçaltının Dışa Vurumu

Fi tarihinde ilçede bir lisede çalışırken rotasyonla il merkezinin dışı bir mahalledeki bir ilköğretim okulunda göreve başladım.

İlköğretimde göreve başlamamın ilk bir ayında ilköğretim müfettişleri denetime geldi.

Kalabalık bir müfettiş ordusu boş buldukları yere oturdu.

Önce bir tanışma faslı yapıldı. Daha doğrusu onlar soruyor. Biz cevap veriyoruz. Biz derken müdür yardımcısı ile ben. Yer yokluğundan aynı odayı paylaşıyoruz. 

“Biz buraya daha önce de geldik. Seni tanımıyoruz. Buraya nereden geldin” dediler bana.

Buraya geleli üç hafta oldu. Ben şu ilçeden geldim dedim.

“Biz o ilçeye de gittik. Seni orada da görmedik. Hangi okuldaydın” dediler.

Anadolu lisesindeydim deyince, müfettişlerin grup başkanı, "Anadolu lisesinden gelmiş olabilirsin ama burası da okul. Bu okul da önemli ve iş yükü fazla. Burayı küçümsememek lazım" dedi. Dedi ama niye dedi, pek bir şey anlamadım. Çünkü bu okul önemli değil diye bir şey söylemedim. Asla da küçümsemedim. Zira okul okuldur. 

Peki, grup başkanı niye böyle söylemiş olabilir. İçini okuyamam ana aklıma şu geliyor. O zamanlar ilköğretim müfettişleri liseleri denetleyemiyordu. Liselere Bakanlık müfettişleri bakıyordu. Sanırım kendince bir komplekse girmiş olmalı. 

Sebep her ne ise Anadolu lisesinden geldim diyene böyle cevap verilmez. Hele müfettiş asla. Böyle cevap verirse bunun adı dam başında saksağan, vur beline kazmayı demek olur. Bilinçaltında gizlediğini dışarı vurmuş olur.

Öğleye doğru etli ekmek ikram etmeyi düşünüyoruz. Saat kaç gibi hazır olsun dedim. Şu saat uygun dediler. Ona göre planlama yapmaya çalışırken az önceki grup başkanı, ben etli ekmek yemem dedi. Size ne olsun, peynirli börek olsun mu dedim. Yörenin yiyip içeceği ne olursa olur. Bu yörede patates çok ekilir. Sobanın fırınında közlenmiş patates olsun dedi.

Almıştım başa belayı. 

Hizmetliyi çağırdım. Mahallede patates bulabilir miyiz dedim. Buluruz dedi. Haydi sana zahmet, kime, hangi eve nazın geçiyorsa, biraz patates iste, sonra evde közle getir dedim. Sağ olsun halletti.

Grup başkanına, "Misafir ev sahibinin kuzusudur" atasözünü söylemenin tam zamanıydı ama nasıl söylersin. Anadolu lisesinden geldim deyince verdiği cevabı göz önüne getirdiğimde, ben kuzu muyum der miydi, derdi. Hoş, buna da razıydım. Daha ne yumurtlardı kim bilir. 

Bu grup başkanı gibi eski müfettişlerin devri ve modası geçti. Bunlar denetim için gittikleri yer de yer, içerdi. Hepsi için söylemese de böyle bir imajları vardı. 

Şimdiki müfettişlere gelince, modası geçmiş müfettişlerden eser yok. İyi ki yok. Çünkü itibarlarını zedeleyen bir davranıştı.

Konu madem garip cevaplardan açıldı. Kısaca iki anekdota daha değineyim.

Sanırım, 2015 genel seçimleri sonrasıydı. Sonuçlar tek başına hükümet kurmaya yetmiyordu. Böyle bir atmosferde, şimdilerde öz evlat muamelesi gören bir okul türünün müdürleri ile bir okulda toplantı yapılıyordu. Toplantıda il temsilcileri ve ilçe müdürleri de vardı. Birkaç okul müdürü, yeniden katsayı gelir endişesiyle okullarımızdan nakil giden gidene. Kaçış başladı. Bu gidişi nasıl durdurabiliriz şeklinde bir endişelerini dile getirdiler. Başta il temsilcisi olmak üzere öğrenci ve veliyi ikna yolunu önerirken, o ana kadar sessizce konuşmaları dinleyen bir ilçenin milli eğitim müdürü öyle bir cevap verdi ki son noktayı koydu. Üzerine kimse söz söyleyemedi. “Arkadaşlar, biz bu topraklarda Müslüman doğduk, Müslüman olarak öleceğiz” dedi. Öyle ya bu cevabın üzerine kim söz söyleyebilirdi. İşin garibi böyle bir cevheri kullandılar kullandılar. O kadar kelle aldırdılar. Ardından koltuğu altından çekiverdiler. Şimdilerde araştırmacı. İnsanlara iyilik de yaramıyor.

Ömer Dinçer, yanlış hatırlamıyorsam, MEB’deki 34 genel müdürlüğün sayısını sanırım 18’e indirmişti. Birine dedim ki Bakan genel müdürlük sayısını yarı yarıya düşürmüş.

O birinin verdiği cevap ise “Kadrolaşacaklar” oldu. Bu cevabı da garipsedim doğrusu. Çünkü bu da bir bilinçaltında gizlenenlerin dışa vurumudur. Hemen kendisine, Sayın hocam, 18 genel müdürlüğün sayısını 34’e çıkarsa, verdiğin cevabın bir mantığı olur. Kadrolaşacaklar dersin. Ama adam indirmiş. Çoğunun genel müdürlük koltuğu gitti dedim. Cevap vermedi.

Alın size, üç ayrı ortamda üç ayrı cevap. İstediğiniz cevabı kullanabilirsiniz. Bu iyiliğimi de unutmayın. 

Gar-Kampüs Arası Yürüyüşüm

2020, 2021 ve 2022 yılları günlük ve rutin yürüdüğüm yıllar. 

Yürüyüş demişsem, tempolu ve km'si fazla yürüyüşler.

İşe gidiyormuş gibi çıkıyordum evden. 

Her gün farklı güzergah olacak şekilde uzun yürüyerek terimi atıp geldim. 

Bazen güzergah belirlemeden çıktım evden bazen de güzergah belirleyerek. 

Aklımda SÜ Kampüsüne gitmek de vardı. Ha bugün ha yarın derken takvimler 01.12.2022 Perşembe gününü gösterdiğinde ver elini SÜ Yerleşkesi diyerek Konya Gar'ından çıkmıştım yola. 

Bir 40 dakika yürüdükten sonra Adakale Caddesinde bulunan bir tanıdığımın işyerinde giderek bir çay içimi kadar lafladım. İki bardak çay içtikten sonra İstanbul Caddesine çıkarak yürüyüşüme devam ettim. Yolun sağında bulunan yaya yolunu takip ederek Buzlukbaşı durağı civarındaki bir caminin WC'sinde lavabo ihtiyacımı gidermek için durdum. Yerleşkenin içindeki SÜ Selçuklu Tıp Fakültesi binasına varınca yürüyüşümü sonlandırdım. 

Yürüyüş bittikten sonra elimde taşıdığım hırkayı giyerek tramvaya bindim. Zafer'e kadar tramvayla geldim. Zafer'den de eve yine yürüdüm. 

Bu yürüyüşümü sosyal medyada paylaşmışım. Seneyi devriyesinde karşıma çıkınca, o günü tekrar gözümün önüne getirdim. İstedim ki bu Gar-Yerleşke yürüyüş maceram blogumda yer alsın ve bu hatıramı taçlandırayım. 

Çıkmadan önce Haritalara bakmıştım. Gar ile Yerleşke arası 19 km gösteriyordu. 

Telefonumdaki adımsayara göre yürüyüşüm, 3.36 saat sürmüş. 15 km yapmışım. 26301 adım atmışım. 1181 kalori yakmışım. Vay be... 

Şimdilerde kısa mesafeleri temposuz yürüyorum. Bahsettiğim yıllardaki yürüyüş tempomdan çok uzağım. Günlük 8 bin-12 bin arası yürüsem de hamlaştığımı düşünüyorum. Bugün yürümeye kalksam, aynı sürede bu kadar yolu tepemem. Ayrıca bu kadar km yapmayı da gözüm kesmez. O zamanlar bir km'yi dokuz dakikada alıyordum. Bugün herhalde km'yi 12 dakikada kat edebilirim.

Ah gençlik, vah gençlik!