4 Eylül 2024 Çarşamba

Manavgat'ta Bir Kaportacı

2011 yılında bir aracı almak istedim. Aracı göstermek için aracı olan tanıdığım sanayideki bir arkadaşa götürdü. 

Komşu kaportacıya, arabanın kaportasına bir bak dedi. Kapıları açıp kapattı. Arabaya, önden ve arkadan baktı. Şurada, burada boya var. Araba temiz, alabilirsiniz dedi.

Tavsiye üzerine arabayı aldım. O yıldan bugüne kullanıyorum arabayı.

Bir ara satışa çıkardım. Bir sanayici aradı. Araca baktı. Arka sağ çamurluk ile bagaj kapağının değişmiş olduğunu söyledi. Bu vesileyle aracımda iki parça değişen olduğunu öğrenmiş oldum. 

Nasıl kaportacı ise değişen parça olduğunu ya anlamadı ya da söylemedi. 

Sağ çamurluktan geçtim. Bagaj kapağı sert vurmayla kapanıyordu. Bunu da birkaç defa tekrar etmek gerekiyordu. Bunu da birkaç kaportacıya gösterdim. Uğraştılar, didindiler. Bu, bu kadar olur dediler.

Bagajın sert vurmakla kapanmasından dolayı çok mecbur kalmadıkça bagajı pek kullanmadım.

Araba arkadan darbe yiyince belli ki sahibi adam gibi yaptırmamış. Fazla masraf etmeden alelacele yaptırmış ve satışa koymuş. 

Bizim insanımızın çoğunun böyle olduğunu zamanla öğrendim. Bir ara arabanın camını değiştireceğim. Oto camcı, binici misin satıcı mısın dedi. Ne alaka dedim. Binici isen şu Kore malını takalım. Yok satıcı isen şu Çin malını takalım dedi. Arasında kalite ve fiyat farkı varmış. Şimdilik biniyorum ama satabilirim de. Yalnız satıcıyım diye adi malı takmak doğru olmaz. Sattığım da binici olacak. Kore malını tak dedim.

Döneyim tekrar bagaj kapağına. 

Manavgat sahilindeyim. Eşyaları koyduktan sonra bagajı kapattım. Kapanmadı. Üç, dört, beş defa örtmeye çalıştım. Nafile. Engelleyen bir şey var mı diye baktım. Valizin tutacağı sıkışmış. Kurtardım. Tekrar örtmeye çalıştım. Olmadı. Dikkatli bakınca, kilidi tutacak köprünün kırıldığını gördüm. Olacağı buydu. 13-14 senedir çarpa çarpa bu zamana kadar geldi. Sonunda tatilde iken benden bu kadar dedi.

Bagaj kapanmadan kaldığım otele kadar geldim. Sabaha kadar aküyü bitirmesin  diye bagajdaki lambayı söndürdüm.

Sabah olunca Manavgat sanayisine gideyim mi gitmeyeyim mi diye düşünmeye başladım. Ya Konya'ya kadar bagaj açık gelecektim ya da Manavgat'ta yaptırmalıydım. İyi de Manavgat'ta kimseyi tanımam. Tanıdık kaportacı da olmayınca nasıl gidecektim. Gerçi tanıdıkla pazarlık yapmazsın. Ne isterse onu verirsin. Tanımadığın ise ne isteyeceği belli olmaz. İnsafına artık. Hoş, darbeyi esas tanıdıklar vurur ama gel de bunu bana anlat. 

Oğlanın cesaret vermesiyle Manavgat sanayisine gittik. Gördüğüm ilk kaportacıya, bagaj kapanmıyor, bir bakar mısın dedim. Bakamam, işim var gördüğün gibi dedi. Kime gideyim dedim. Şu arka taraflarda var dedi. Sokak sokak kaportacı aradım. Sonunda bir tane buldum. Usta bir başka araçla uğraşıyordu. Bagaj kapanmıyor deyince, Ramazan, şu bagaj kapağına bir bak diye birine seslendi.

Girişte kapının önüne çömelmiş iki kişiden biri imiş. Adaş, şu bagaja bir bak dedim. Baktı. Kapatmak için birkaç deneme yaptı. Eline anahtarı alarak kırılmış ve yana yatmış dili iyice düzeltti. Sonra örttü. Kapak kapandı. Sonra tekrar açtı. Dili içince yukarıya doğru kaldırdı. Arabayı arka arkaya içeri getirin dedi. Ne yapacaksın dedim. Kaynak yapacağım dedi. Arkada tüp var dedim. Kaçak yoksa sorun olmaz dedi. Güzelce kaynattı. Kaynattığı yerin içine dışına su döktü. Sonra yavaşça kapattı. Kapandı. Tamam dedi. Birkaç defa da ben açıp örttüm. Yay gibi oldu. Kapatmak için sert vurmaya da gerek kalmadı. Bir sevindim bir sevindim. Nasıl sevinmem. Çünkü zor örtülmesinden dolayı arabanın en nefret ettiğim yeri bagajı açıp kapatmaktı. Bundan kurtuldum. Artık sert vurmayacağım.

Tanıdık yok diye korka korka geldiğim Manavgat sanayisindeymiş meğer benim usta. Ustanın hasıymış hem de. Yıllardır süren bagaj nefretimi sonlandırdı. Yaptığı şey de çok basitti aslında. Usta dediğin böyle olur. Arabanın dilinden anlayacak, nereyi nasıl yapacağını bilecek.

Şimdi geldi hesap işine. Eline düşmüştüm artık. Ne isterse vereceğim. Borcum ne kadar dedim. 100 lira dedi. Hiç beklemiyordum bu kadar isteyeceğini. Daha fazla ister diye düşünmüştüm. İkinci sevincim de el emeği oldu. Hem işim görüldü hem de istenen el emeği bir şey değildi. Boşu boşuna endişe etmişim yaban elde kaportacının fırsatçılık yapacağını düşünerek. Ön yargı imiş bendeki meğer. Bu ön yargımdan dolayı kendimden utandım.

Ustanın elinin yönet, işinin ehli olduğunu ve istediği el emeğinin çok makul olduğunu görünce, şu çamurluklara da bir el atıver dedim. İki tarafa da ikişer vida attı. Bagaj kapağı gibi pek iyi olmadı ama söylemiş oldum. Şunu anladım ki bir yeri yapmada eli yönet olanın diğer tarafta eli yönet olmayabiliyor. Tekrar borcumu sordum. 250 dedi. Ödemeyi yaparak teşekkür edip ayrıldım.

Hasılı tatilde bagaj sorununun çıkmasında varmış bir hayır. Çünkü Konya’nın derman olmadığı bagaj kapağı derdinin çözümü küçücük Manavgat’mış. 

Teşekkürler usta. Eline ve emeğine sağlık. 

Dalgalı Deniz

"Gitti ömrünün tamamı" kesimindenim. Çünkü nahiv bilir, yüzme bilmem. Bu yüzden deniz nedir bilmem. Çünkü gitmem. Gidersem de boyumu aşan sudan öteye geçmem ya da masmavi denizi uzaktan seyrederim.

Yüzme bilmeyince tatil kültürü de yok. İlla tatile gideceksem, kaplıcayı seçerim. Çünkü yüzme derdi yok. Kapanıyorsun 1+1 odaya. Dolduruyorsun sıcak suyu. Giriyorsun içine. Yandım Allah diyorsun. Bir 20 dakika yanıyorsun. Bu süre zarfında dünyanın en büyük çilesini çekiyorsun. Yanma ve bu çile karşılığında para ödüyorsun. Adına da tatil deniyor. 

Yazın ne yaptın diyene kaplıcaya gittim diyorsun. 

Ama kaplıcayı oğlan sevmiyor. Ya peşimize takılmıyor ya da suya girmeden odasına kapanıyor. Yüzü gülmüyor ve sıkılıyor. 

Oğlan arkadaşlarıyla denize giderse, biz de kaplıcaya gidelim dedim. Aksilik oldu, oğlan denize gidemedi. Bu yüzden kaplıcayı askıya aldım ve denize gitmeye karar verdim. Ben yüzme bilmesem de bari oğlan yüzsün istedim. 

Nereye gideyim derken dört günlüğüne Manavgat Uygulama Otelinden yer ayırttım. Yüzme bilmesem de otelden sahile bir on beş dakika yürüyerek yürüyüşümü yaparım dedim. 

Yer ayırttığım uygulama otelinde kahvaltı dahilmiş. Bu da benim işime geldi. Çünkü açık büfe oteller pek hoşuma gitmedi. Şundan da alayım bundan da derken aldığım tüm yemeklerden bir lezzet almadım. Üstelik acıkmadan yemek yiyorsun. 

Kahvaltıyı haydi otelde hallettik. Akşam yemeklerini nasıl halledecektim. Otelin kafeterya bölümünde ızgara türünden yemekler yapılıyormuş. İstediğimin siparişimi veriyorsun, Lokanta usulü önüne geliyor.

Otele gidip yerleştikten sonra akşam vakti sahile gittik. Otel ile sahil mesafesi dört km imiş. Haliyle her gün arabayla gittik sahile. Son gün ailem arabayla gitti, ben ise gidiş ve dönüşü yürüyerek yaptım. Bu vesileyle yürüyüş güzergahlarım arasına Manavgat'ı da dahil etmiş oldum.

Dört gün boyunca denizi çok öfkeli gördüm. Çünkü çok dalgalıydı. Buranın denizi hep mi böyle yoksa beni geldi diye mi dalgalı idi, bilemiyorum. Belki de deniz kim, sen kim dedi bana.

Güya boyumu aşmayacak kadar ilerleyip suya girmiş olacağım. Ama dalgalar pek ileriye gitmeme imkan vermedi. Çünkü arka arkaya gelen dalgalar önce boyumu aşıyor, sonra kenara doğru çarpıp yere vuruyor. Dengeyi kaybedince mide ne kadar alırsa artık tuzlu suyu istemeden içiyorsun. İyi boğulmadım diye seviniyorsun.

Hemen ayağa kalkıp daha yıkılmadım diyorsun. Daha da gelmez bu dalga diyorsun. Ama nerde. Beni yere çarpıp yıkan dalganın o kadar hoşuna gitmiş olmalı ki gitmesiyle gelmesi bir oluyor.

Sonra yavaş yavaş tecrübe kazanıyorsun. Uçsuz bucaksız denize bakıp ileriden dalgaların gelip gelmediğini anlayabiliyorsun.

Dalganın büyüğünün geldiğini anlamak için bir başka tecrübe daha edindim. O da kenardaki sular önce içe doğru çekiliyor. Sonra çekilen suya yeni sular eşlik etmek suretiyle topluca dalga olup sana saldırıya geçiyor. Bunu öğrenince sular çekilmeye başlar başlamaz biraz daha kenara geçiyorum.

Dalgaların ve dalgalı denizin bir faydası var. Yüzme bilmeyen benim gibileri korkutuyor ama içine çekmiyor. Bu korku sana yeter deyip kenara atıyor yani boğmuyor. Adeta dalga geçiyor. Yani kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyor.

Hasılı, içine girip dalgalara maruz kalmasam, dalgaların bu kadar etkili olduğuna inanmazdım. 

Siz bana benzemeyin. Ne yapıp ne edip yüzmeyi öğrenin derim.

3 Eylül 2024 Salı

Sudan Ucuz Olmayan Su

Yan tarafta gördüğünüz liste bir uygulama otelinin kafeteryasında ki fiyat listesi. Listedeki fiyatlardan küçük ve büyük suyun fiyatları dikkatimi çekti: 0,5 Lt su 20 TL, 1,5 Lt'si ise 40 TL. 
Fiyatları nasıl buldunuz bilmiyorum ama bana fahişin fahişi geldi bu fiyatlar. Aynı suyun küçüğünü marketlerde 3,5 liraya, büyüğünü 10 liraya almak mümkün. Tamam, kafeteryada fiyatlar market fiyatlarıyla aynı olmasın ama bu kadar da fiyat uçurumu olmasın. 
Belediyelerin şebeke suyu fiyatları belediyeden belediyeye farklılık gösterse de herhalde hiçbir belediyenin 1 ton su bedeli 40 lira değildir. Diyelim ki tonu 40 lira olsun. Bir ton su ile epey bir ihtiyacımızı giderebiliriz. 1,5 litre ile susuzluğu gidermenin dışında hiçbir işimizi yapamayız. 
Hasılı 1,5 litre suyu 40 liraya satan uygulama otelinin kafeteryası devletin bir kurumu. Devletin kurumu böyle fahiş su satıyorsa, özel sektör kaça satmaz. 
Aynı uygulama otelinin salata fiyatlarına yer vereyim. 140 ila 170 arasında değişiyor fiyatlar. Yardımcı yemek dediğimiz salata fiyatları bu ise ana menü yemekleri ne kadar olur, varın siz düşünün. 
Ana menüye de yer vereyim. Gördüğünüz gibi 200 ila 350 arasında değişiyor fiyatlar. Küçük ve büyük şu ve salata fiyatlarını gördükten sonra ana yemekler çok ucuz geldi bana. 

2 Eylül 2024 Pazartesi

Üzmeye Değen İnsan Tipi *

Sorsalar, insanın en kötüsü kimdir diye bilirim bunun tek cevabı yoktur.

Kim, neden muzdarip ise ona göre cevap verir:

Kincisi, hasetçisi, içten pazarlıklısı, yüze gülüp arkadan vuranı, niyet okuyucusu, gıybet yapanı vb. hoş görülmeyen özellikler sayılabilir. 

Bunların içerisine laf taşıyanı da eklemek hatta en başa koymak lazım. Çünkü bana göre insanın en kötüsü laf taşıyan kimsedir. Bunlara gammaz yani ispiyoncu denir. Halk arasında koğucu da denir. Kısaca söz getirip götüren kimsedir. 

Bu tiplerin görevleri, "birinin bir kimse için ya da başkasının onun için söylediği kötü sözleri, aralarını açmak amacıyla kendilerine ulaştırmaktır”. 

İlla arayı açmak gibi bir niyetleri olmayabilir bazılarının. Çeneleri düşük olduğu için gördüklerini, duyduklarını aktarırlar.

Bunu yaparken iki kişinin arasını açabileceğini hiç hesaba katmazlar. Güya söyleneni aktarmakla o kişiye iyilik yaptığını bile sanırlar. 

Ağızlarında bakla ıslanmayan bu tipler laf taşımayı marifet bilirler. 

Asla güven vermezler. 

Bu özelliğini bilenler, bu tiplerin yanında ne söyleyeceği konusunda kelime ve cümlelerini seçer. 

Koğuculuğu; 

Ara açmak amacıyla kasten yapıyorlarsa bu tiplerden korkulur. 

Sonucunu düşünmeden laf getirip götürüyorlarsa ahmak insandırlar. Bunlardan da korkulur. 

İnsanların arasını açıp içten içe oh olsun, beter olun sevinci yaşıyorlarsa yine korkulur. 

Niye söyledin dendiğinde, ne var bunda, o zaman söylemeseydi şeklinde kendini savunmaya kalkarsa yine korkulur. 

Bu tiplerin, ara açıldıktan sonra tüh deyip pişmanlık duyması çoğu zaman sahtedir. 

Bu tiplerden dost olmaz. Olsa olsa düşman olur.

İnsanların en şedidi olan bu tiplerin en büyük faydası, duyulmasını istediğin bir şeyi bu tiplere duyurmaktır. Hoparlörden ve ajanslardan daha etkilidir bu tipler. Kısa zamanda en ücra yere kadar lafı ulaştırırlar.

Çevrenizde vardır böyleleri. Akıl sağlığınız için bu tiplerin yanında susmanız, onlara malzeme vermemeniz en akıllıca harekettir. Hatta susma orucuna niyetlenmeniz çok iyi olur. Şayet sizden başkasına götürecek bir malzeme bulamazlarsa, bu tiplerin en büyük üzüntü duydukları gündür. Çünkü malzeme bulamadıkları her an onları kahrı perişan eder. Onları üzmeye değmez mi?

*06.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

FETÖ ve İki Profil

Milli Görüş geleneğinden gelme idealist bir ilahiyatçıyı ortaokul ve liseden beri tanırım.

Aynı yurtta birlikte kaldık.

O zamanlar ikimiz de idealist bir genç idik. 

Düşüncemizin ve siyasi görüşümüzün iktidar olması ülkenin kurtuluş akçesi idi bizim için.

Daha o zamanlar oy hakkımız olmasa da savunduğumuz partinin % 10 barajını aşamaması bizi üzerdi.

Okuyan birisi idi aynı zamanda. O zamanlar Milli Gazete alır, köşe yazılarına varıncaya kadar okurduk, siyaseti de takip ederdik. Birlikte değerlendirmeler yapardık.  

Bir gün kartel medyasından bir gazete (zannedersem Milliyet) Milli Görüş Lideri'nin başına, beyaz namaz takkesi geçirilmiş bir fotoğrafını sekiz sütuna manşet yapmış. Fotoğrafın yanına da "Gerici yobazın hezeyanı" başlığını atmıştı. 

Bu hakaret zorumuza gitmiş, kendimize yapılmış bir hakaret görmüştük.

İkimiz birlikte bir hafta sonu yurtta elimize kağıt kalem aldık. Oturup hakaret eden gazeteye cevap yazdık. Şu anda ne yazdığımızı hatırlamıyorum ama belki de hakarete hakaret yapmıştık veya siz Hocamızı yanlış tanıyorsunuz. O öyle biri değil şeklinde bir şeyler yazmıştık. Ortaokul talebesi ne yazarsa artık. 

Yazdığımızı zarfın içine koyduk. Gönderen kısmına sanatçı Cevat Kurtuluş'un ismini, alıcı kısmına da gazetenin adresini yazıp Kayalıpark’ taki PTT'ye gelerek pul alıp görevliye vermiştik.

Gazeteden bize bir geri dönüş olmadı. Zaten olsa da gönderen kısmına adres yazmamıştık. 

Nasıl yazacaktık ayrıca. Mektubu yazıp PTT'ye atmaya girerken belki de ayaklarımız korkudan tir tir titriyordu. Ne de olsa çocuğuz daha.

Ben ilahiyatı bitirip öğretmenliği tercih ettim. O arkadaş ise benden bir alt devre olarak ilahiyatı bitirdikten sonra Diyanet'te ve MEB'de görev almadı. Belediyeye girdi.

Uzun yıllar değişik müdürlükler yaptı belediyede.

Bir zaman sonra belediye başkan yardımcısı oldu.

Belediyelerde her seçimden seçime başkan değişince her başkan istediği kişileri yardımcı ve daire başkanı seçer. Öncekileri istifaya zorlar, istifa etmezlerse kızağa alırlar. Bu arkadaş da başkan yardımcılığını bıraktıktan sonra yine bir üst görevde görev aldı.

Doğruluk ve dürüstlüğüne şüphe etmediğim, prensibinden ödün vermeyen, gelene ağam, gidene paşam demeyen, kimseye eyvallah etmeyen, dert sahibi samimi bir arkadaş idi.

Başkan yardımcılığı döneminde bir toplu konut projesinin başlangıcından sonuna kadar emeği olan bu arkadaşa, huzur hakkı olarak bir daire verilir, bu senin hakkın denir ama ben bunu kabul edemem, benim hakkım değil diyerek reddeder. Başkası olsa havada kapar, ikincisi yok mu der.

Gel zaman git zaman yine belediyede, personelden sorumlu önemli bir görevi deruhte ederken 15 Temmuz olur. Belediye başkanı önüne kabarık bir liste koyar. Bu ne diye sorar. Bunların Bank Asya hesabı var. Bunları atacağız der. Başkanım, bu işçilere zamanında maaşlarını vermek için bu bankadan hesabı taşeron şirket açtırdı. Bundan dolayı FETÖ bağlantısı gerekçesiyle atmak hakkaniyete sığmaz. Üstelik bu bankada hesaplarının olması terör örgütü üyesi oldukları anlamına gelmez der. Başkan, biliyorum. Yalnız tüm belediyeler atıyor. Biz kimseyi atmazsak, bize FETÖ ile mücadele etmiyor derler. Hepsini atmasak da üç beş tanesini atalım ki şüpheleri üzerimize çekmeyelim der. Hiç kusura bakmayın, ben FETÖ ile aslanlar gibi mücadele ediyorlar desinler diye bırakın üç beş kişiyi, bir kişiyi bile atmak için ne teklif ederim ne de imza atarım. Kimseye iftira atmam, kimsenin de ekmeğiyle oynamam diyerek belediye başkanına itirazını yapar.

Düşünebiliyor musunuz, FETÖ ile mücadele ediyor görünmek için üç beş kişiyi atmayı düşünen bir belediye başkanı var karşınızda. Güya şehrin en güvenilir anlamında şehrulemin deniyor kendisine. 

Şimdi kendimize şu soruyu soralım. Bu belediye başkanı türünün son örneği, nevi şahsına münhasır biri mi yoksa FETÖ ile mücadele ediyor görünmek için masumların canını yakan veya yakmaya çalışan başka belediye başkanları veya üst düzey görevliler de var mı? Temenni ederim ki bu belediye başkanı sahasında tek olsun. 

Bildiklerini ve şahit olduklarını anlatsa veya yazı konusu edinse inanın, dudağınız uçuklar. İnanmazsınız, o kadar da değil dersiniz. 

Bu arkadaş şimdi ne yapıyor derseniz, buralar bana göre değil deyip daha da faydalı olacağı çok genç yaşında emekliliğe ayrılır.

Şimdi münzeviye benzer bir hayat yaşıyor. Kendi kabuğuna çekilmiş. Birkaç defa çay içtik birlikte. Yaşadığı tam bir hayal kırıklığı. Çoğu kimsede olduğu gibi. 

Polise Yasak Yok mu?

Pazar günü Muhacir Pazarından geliyorum. Millet Bahçesinin sağıma alıp Ahmet Özcan Üst Geçidine doğru gidiyorum. 

Işıklara geldim. Bölünmüş yolun ilkini geçtim. Yayalara kırmızı yandığı için orta refüjde beklemeye koyuldum. 

Feridiye Karakolu tarafından gelen araçların geçmesini beklerken önümden bir polis arabası geçti. Sola Muhacir Pazarına doğru dönerken polis arabasını süren polisi, bir eli direksiyonda, diğer eli kulağında telefonla konuşuyor gördüm. Yanında da resmi üniformalı bir polis oturuyordu. Arka koltuklarda polisin olup olmadığına dikkat etmedim.

Göreve gidiyor olmalılar. Siren sesi yok, korna çalma yok, hızlı gitme yok. 

Araç süren polisin telefon konuşması dikkatimi çekti. Polistir, amiri aramış olabilir ya da 112'ye gelen bir ihbarı haber veriyor olabilirler. 

Yalnız araç hareket halinde iken vatandaşa telefonla konuşması yasak. Polis görürse veya kameraya yakalanırsa vatandaşa ceza yazılıyor.

Acaba polisler bu yasaktan muaflar mı? Bunu bilmiyorum. Muaf olsalar bile vatandaşa örnek olmaları gerekir ve hareket halinde iken telefonla konuşmamalıdırlar.

Eğer görev gereği telefona cevap vermesi gerekiyorsa, pekala konuşması için telefonu yanındaki mesai arkadaşına verebilir ya da kulaklık aracılığıyla konuşmasını yapabilir.

Önemli bir olay için illa kendisi cevap verecekse, aracı sağa çekip konuşmasını yapabilir. 

Görev gereği konuşma yapıyor olsa, yanındaki arkadaş bu konuşmaya cevap verebilir. Belli ki özel bir görüşme yapıyor.

Doğru mu bu polisin yaptığı? Doğru olduğunu kimse söyleyemez. Bir kural ve bir yasak varsa herkesi bağlamalıdır.

Millete telefonla konuştuğu için ceza yazan polisin bu tavrı, imamlar için söylenen, “Ele verir telkin, kendi yutar salkımı” sözüne çok benziyor. Yine “İmam osurursa cemaat sıçar” sözü de bu konuya uygun sözdür.

Hasılı polisin trafikte üstelik kavşakta gizleme gereği bile duymadan alenen telefonla konuşması bana garip geldi. Polisin kırmızıda geçtiğini, hız sınırına riayet etmediğini, güvenlik şerifin kullandığını, kaldırım üzerine araç koyduklarını görmüştüm de telefonla konuşanına ilk defa denk geldim. Telefon dışında diğer yaptıklarının bir makul izahı olabilir ama bence telefonla konuşmasının hiç makul izahı olamaz. Telefon vatandaşa risk ise, trafiği tehlikeye atıyorsa, aynı şeyler polisler için de geçerlidir.

İstifa ve Parti Değiştirme

Ülkemizde tek taraflı bir mekanizma olan istifa pek işlemez. İnsanımız bulunduğu yerde çakılı kalmak ister. Yerinde kalmak için gerekirse kırk kapıyı çalar. Olmadı görevden alınmayı bekler.

İstifa pek işlemez desem de  nadiren de olsa parti değiştirmelerde işliyor. Kişi bir partiden milletvekili veya belediye başkanı seçiliyor. Sonra bir bakmışsın, seçildiği partiden, önce istifa ediyor sonra bir başka partiye yani seçilmediği partiye geçerek vekillik veya belediye başkanlığına devam ediyor.

Bu şekil istifa ve parti değiştirme, iktidar ve kökleşmiş, kaç defa seçime girmiş, seçmen nezdinde az veya çok bir karşılığı olan partilerde pek olmuyor. Genelde yeni kurulmuş, partileşme sürecini tamamlayamamış, aldığı tepki oylarla az veya çok vekil veya belediye başkanı kazanmış partilerde oluyor. 

Güçlü partiler bu tür vekil veya belediye başkanlarını markaja almak suretiyle kendi partilerinin vekil veya belediye başkan sayısını artırma yoluna gidiyor. El altından, bizim partiye geçersen, sana şöyle destek veririz, güzel hizmet edersin, eli-kolu bağlı oturmazsın, il veya ilçenin şu sorununu çözmede yardımcı oluruz. Önümüzdeki seçimde de vekil veya belediye başkan adaylığı sözü veriyoruz. Yeter ki geç gibi şeyler söyleniyor olmalı. Vaatleri gören vekil bir sonraki dönemi daha garantilemek ister. Üstelik seçildiği partinin öbür seçime kalıp kalmayacağı, kalırsa da varlık gösterip gösteremeyeceği belli değil. Uygun bir ortamını bulup istifa ediyor, ardından parti değiştiriyor. 

İstifa edip parti değiştirenlerin çoğu X partisinden aday adayı olup listeye giremeyen veya belediye başkanı gösterilmeyenlerden oluşuyor. Bunlar X partisinden yüz bulamayınca, Y partisi ile dirsek temasına geçiyor. Beni aday gösterirseniz, partinize gelirim şartı koşuyor. Küçük partiler zaten aday bulmakta zorlanınca bu tip bulunmaz Hint kumaşlarını havada kapıyor ve partilerinden aday gösteriyor. Haliyle parti aidiyeti oluşmuyor. Aidiyet oluşmayınca da bu tipleri partilerin de tutmak mümkün olmuyor.

Bu şekil parti değiştirmeye istifa denir mi, tartışılır. Bana göre bu tür istifa sadece parti değiştirmek için tercih ediliyor. Bulunduğu statü veya başkanlıktan ayrılmıyor. Yani imkan yönünden bir kayıp yaşanmıyor. 

Halbuki esas istifa, bulunduğu makam, mevki, statü ve imkanlardan vazgeçmektir. 

Kişi seçildiği parti ile anlaşamayabilir. Prensiplerine uymayan bir partide durmaktansa istifa etmesi anlaşılabilir. Yalnız bu durumda vekilliğine veya belediye başkanlığına bağımsız devam etmesi etik olandır.

Böyle yapmayıp istifa edip başka partiye geçmek, kendisini seçen seçmene saygısızlıktır. Çünkü seçmen A partisinden dolayı değil, B partisinden dolayı o kimseye oy vermiştir. Bu şekil istifayı tercih edecek olanların seçmenlerinin görüşünü bir şekilde almasında yarar görüyorum. Ben şu şu gerekçelerle Z partisine geçmek istiyorum. Ne dersiniz demeli? Bunu temayül ile mi yapar, seçmenin arasına girip karşılıklı görüşerek mi yapar, mevzuat uygunluğu varsa seçmeninin önüne sandık mı koyar, bilmiyorum.

Hasılı istifa ve parti değiştirmelerde memleket ve seçmen menfaatinden ziyade istifa edenin kendi menfaatini gözettiği su götürmez bir gerçek. Bu tiplerin de siyasetimize verebileceği bir şey yoktur.