8 Temmuz 2024 Pazartesi

Nasıl Kötü Polis Oldum? (1)

Bir ara teşehhüt miktarı kadar ilçede çalıştım. Müdür değildim ama şubesi olarak görev yaptım.

Devir Covit-19 devriydi. Uzaktan öğretim yapıyordu öğretmenler.

Zamanın MEB Bakanı, 1 Şubatta köy okullarını yüz yüze eğitime açacağım dedi. Şehirdeki öğretmenler uzaktan, evinde yapacaktı bu işi. Köydekiler ise görev mahalline gidip okulu açacaktı. Şehirdeki, belki tatil bölgesinden, oturduğu yerden dersine girip ücretini alacaktı. Köydeki de herkes tatil yaparken okulunu açacak, öğrencilerini toplayacak ve dersini verecekti. Karşılığında da ücretini alacaktı.

Olmaz, olamaz dense de Bakan dediğini yaptı, köy okullarını 1 Şubatta açtı.

Uzaktan öğretimde derse girme zorunluluğu yoktu. Sınıfta kalma da yoktu. Yüz yüze eğitimde ise veli çocuğunu okula göndermek durumunda değildi. İsteğe bağlıydı. Ben çocuğumu göndermek istemiyorum dilekçesi yeterliydi. Ama köy öğretmeninin görev yerinde olması zorunluydu. 

Köy öğretmenleri 1 Şubatta görev yerlerinde oldu. Her şey tamam ve tıkırında derken, okulunda olması gereken bir müdür yetkili öğretmenin üç gün rapor aldığı telefonu geldi. 

Rapor almakla da kalmamış, öğrencilerin hiçbiri okula gelmek istemiyor. Tüm velilerin dilekçeleri var telefonu açmış. İyi de rapor İstanbul'dan alınmış. Öğretmenin görev yeri İç Anadolu'da. Bu öğretmen ne ara hasta hasta İstanbul'dan geldi de velilerden dilekçe aldı dedik. Acaba bu öğretmende bizim bilmediğimiz bir tayyi zaman, tayyi mekan hali mi vardı? 

Tanımıyorum öğretmeni. Çünkü bu göreve geleli daha 15 gün olmuş. Ne köyleri bilirim ne de öğretmenlerini. 

Köy okullarının yüz yüze eğitime açıldığının ilk akşamı, hava muhalefetinden dolayı ilçe hıfzıssıhha kurulu kararıyla ilçede okullarda yüz yüze eğitime iki gün ara verildi. 

İstanbul'dan rapor alan öğretmen diğer şube müdürünü arayarak "Okullar nasılsa tatil oldu. Kendime ek ders yazabilir miyim" demiş. Olmaz demiş. Öğretmen bilgi amaçlı mı sordu yoksa ek ders hesabı mı yaptı bilmiyorum. (Ek ders hesabı yapmadığını söyledi sonra konuştuğumda)

Okulun ilk günü rapor, veli dilekçeleri ve ek ders yazma muhabbeti bir araya gelince, bu öğretmen keyfi rapor almış olmalı. Güya Bakan'a tepki gösteriyor. Bu yaptığıyla bir soruşturmayı hak ediyor. Mebbis kaydına göre 8 yıllık bir öğretmen. Acemi olmaya acemi değil. Yine de rapor dönüşü kendisiyle bir konuşmak lazım dedim. 

Ağzımdan soruşturma nereden çıktıysa, milli eğitim müdürü soruşturma açıyoruz dedi. Hocam, dur, neyin ne olduğunu bir anlayalım. Belki vardır bir derdi. Konuşarak çözeriz bu konuyu dedim ise de tüm ısrarlarıma rağmen Milli Eğitim Müdürünü soruşturma açmaktan vazgeçiremedim. Sen konuşacaksan yine konuş. Ben soruşturma açıp bu öğretmene ceza vereceğim dedi. 

İnceleme ve soruşturma için muhakkik belirlendi, kaymakam onayı ile öğretmene inceleme başlatıldı. (Devam edecek) 

Kibrit Suyu Dökmeli

Daha önce duymamıştık kök maaşı,

Bir uğraş sonucu keşfedildi de

Öğrendik kök maaşı bu yaşta 

Halbuki maaş maaştı bizim için. 


Nicedir geliyor emeklinin köküne zam

Nasıl bir kök ki yüksek verilse de oran

Hep yerinde sayıyor emeklinin maaşı

Bu kök emeklinin köküne kibrit suyu dökecek. 


Kök değil mübarek, yutan eleman

Sen bunu say etkisiz bir eleman 

Çarpsan bile değişmiyor verilen

Bu kökün köküne kibrit suyu dökmeli. 


Halbuki zamlar geliyor koşar adım

Köke gelen zam ise gıdım gıdım

Her zamda emekli hayal kırıklığı yaşıyor

Bu kökün köküne kibrit suyu dökmeli. 


Bu kök oldukça emekli emekleyecek

Bir gün düze çıkarım diyemeyecek 

Gelin hep beraber ve devletcek

Bu kökün köküne kibrit suyu dökmeli. 


Çünkü yaşaması için bu kök

Bol su ister herkes gibi

Yeterince su verilmezse şayet

Bilin ki bu kök kuruyacak. 

7 Temmuz 2024 Pazar

Tatlı Su Çeşmeleri

Bir tatlı su çeşmesi bu görüntü.

Konya'nın her bir yerinde görmeye alışık olduğumuz, sebil görevi gören, belediyenin güzel hizmetlerindendir bu tatlı su çeşmeleri. 

Geçen hafta çekmiştim. 

Görüleceği üzere suyun aktığı yerler kupkuru.

Çünkü su akmıyor.

İki tanesine baktım böyle. Her ikisi de akmıyordu.

Sanırım baktığım çeşmeler bölgesinde bir arıza olmalı diye düşündüm. 

Cuma akşamı bir belediye çalışanına sordum, sular akmıyor mu diye.

Akmıyor abi dedi.

Sebep dedim.

Kaçak var. Kaçağın nerede olduğu tespit edilemedi. Koski uğraşıyor dedi.

Bu teknoloji çağında kaçağın tespit edilememesi garibime gitse de içime su serpti.

Çünkü sanmıştım ki susuzluk kapıda. Belediye de çözümü bazı zamanlarda bu şebekeyi kesmede buluyor diye aklıma gelmişti. Böyle olursa da hiç şaşırmam. Çünkü doğru dürüst yağış yüzü görmedik ve eski kışları yaşamıyoruz. 

Konu tatlı su çeşmelerinden açılınca, belediyeci de dertliymiş:

Abi, bu suları çok hoyratça kullanıyoruz. Araba yıkayanlara alıştık. Büyük otobüsleri yıkıyor bazıları. Uyardığım zaman bazıları mahcubiyet duysa da bazıları kaba davranıyor. Bazı su firmaları bu sudan doldurup satışa sunuyor dedi.

Üzüldüm bu anlattıklarına.

Halbuki sebil görevi gören, çoğu şehirde olmayan bu çeşmeler Konyalı için bir nimet.

Bu çeşmeler bir nevi vakıf medeniyetini temsil ediyor. İçme ve çay dışında kullanmamak lazım. 

Açıkçası yürüyüş yaparken iyice susamışsam, böyle bir çeşme bulursam, eğilir su içerim. İyice terlemişsem belki elimi yüzümü yıkarım. Başka da kullanmıyorum. Çayı iyi çıkar diye çay için su bile doldurmuyorum. İçme suyu olarak da bu çeşmelerden su doldurmuyorum. Suyumu şebeke suyundan içiyorum. 

Belki de Konya'ya özgü bu tatlı su çeşmelerini insanımızın gözü gibi koruması gerekir. Bu çeşmeleri amacı dışında kullanmamalı. Özellikle araba yıkayanlara caydırıcı cezalar verilmeli.

Yurdum İnsanı Bir Başka (1) *

Mahallede cuma namazını kıldıktan sonra hem yürüyüşümü yapayım hem de bir çay ocağında çayımı yudumlarken yazar çizerim dedim. 

Aziziye civarında her zaman oturduğum çay ocağına geldim. Her masanın etrafında ikişer, üçer kişi oturmuş, çay eşliğinde muhabbetlerini yapıyorlardı.

Bir kişi bir masada tek idi. Ne yapayım, müsaade isteyim yanıma oturayım mı diye düşündüm. Çünkü bir başına otururken bir başkası izin isteyip yanıma oturur, aynı masada iki yabancı gibi otururduk.

Cesaretimi toplayarak oturabilir miyim dedim. Buyur dedi. İki yabancı gibi oturmama müsaade etmedi. Çay içer misin dedi. Yok, sağ ol dedim. Az sonra bir daha dedi. İçerim az sonra dedim. Teşekkürler dedim. Fazla zaman geçmeden bir daha teklif etti. İçeyim dedim. İki çay söyledi içmeye başladık.

Şivesi pek Konya şivesine benzemiyordu. Bir an için Suriyeliye benzettim. Suriyeli misin dedim. Öyle ya bizde tanışma nerelisin demekle başlardı. Hayır, Vanlıyım dedi. Neresinden dedim. Çaldıran dedi. 

Çaldıran'da otobüsümüz mola verdi. Bir çay içimi kadar oturdum, sizin kapalı çarşıda. Çarşıyı da çok beğenmiştim. Çarşıya girmeden 8-9 yaşlarında bir çocuk, ayakkabını boyayım mı abi dedi. Kaça boyuyorsun dedim. Ne verirsen dedi. Bozuk paran var mı dedim. Bozdururum dedi. Yıl 2008-2009 olmalı. Cebimden bir on lira verdim. Çocuk, parayı almasıyla koşması bir oldu. Gelmedi değil mi dedi. Gelecek mi diye beklemeye koyuldum. Çocuk nice sonra elinde hep bir lira ile geldi. Parayı avcumun içine koydu. Belli ki bozdurmak için epey dolaşmış. Gelmesi hoşuma gitti çocuğun.  Aç avucunu dedim. Rastgele avucunun içine boşalttım. Herhalde 6-7 lira vermişimdir. Bu fazla abi dedi. Olsun, kat cebine dedim. Pasaja doğru yürüdüm. Ayakkabını boyamadım dedi. İstemez. Sen öğrenci olmalısın. Bu saatte niye ayakkabı boyuyorsun yoksa okula gitmiyor musun dedim. Gitmiyorum ama gideceğim dedi. Git mutlaka dedim. İçeri geçtim. Orada çayımı yudumlarken bir başkasına ayakkabımı boyattım. Çıkışta o çocuk yine bir kenarda bekliyordu. Beni görünce güler yüzüyle başını sallayarak selam verdi. Böyle bir anım var Çaldıran'la ilgili dedim. Muradiye, Erciş buraları gördüm. Doğu Beyazıt'a kadar gittim. Kalenize çıktım dedim. Bizim memleket iyidir, insanı da öyle ama ön yargı var bize karşı dedi. Nizip ve Kahta'da çalıştım. Severim sizin insanı. Tanımak lazım. Tanımayınca ve diyalog kurmayınca ön yargılar oluşuyor iki tarafta dedim. 

İkinci çaylarımız da geldi bu arada. Muhabbet koyulaştı. Ben bu anekdotumu anlatınca o da başladı anlatmaya. Çok haklısın dedi. Bir gün otobüse bindim. Memlekete gidiyorum. Yanıma gençten biri oturdu. Mengene'de otururmuş. İlk atamada öğretmen olarak tayini Çaldıran'ın bir köyüne çıkmış. Kafasını da doldurmuşlar. Gidiyor ama korkudan tir tir titriyor. Korkma, bizim insanımız sana sahip çıkar. Sen iyi olduktan sonra sana bir şey yapmadıkları gibi seni koruyup gözetirler dedim.

Gideceği köy bizim komşu köyü idi. Otobüsten indik. Köyüne kadar götürdüm. Bu genci koruyup gözetin diyerek muhtara teslim ettim dedi. 

Bu genç öğretmen bu köyde beş sene kaldı. Ara ara telefonla görüşürüz. Köylü yemesini, içmesini karşılamış, el üstünde tutmuş öğretmeni. Ben böyle bilmezdim buraları deyip çok memnun bir şekilde ayrıldı oradan. Biz hala görüşürüz dedi. 

Ardından bu ön yargı karşılıklı. Sadece Türklerde yok, biz Kürtlerde de var. Bir tane anlatayım dedi: Biz Konya'yı mesken edindiğimizde bize, Bozkırlılara dikkat edin. Onlar bizi sevmez. Size kötülük ederler demişlerdi. Bozkırlılardan korkardım.

Gel zaman git zaman Bozkır'dan bir iş aldım. Oranın boya işlerini yapacağız. Bize iş verene, çalışanlarım nerede kalacak dedim. İşte şurası diye bir yeri gösterdi. İşçilerime kalacakları yeri gösterdim. Biz burada kalmayız. Çünkü burası korumalı değil. Buranın insanı bizi görünce bize yapmadığını bırakmaz dediler. Bu endişeyi inşaat sahibine söyleyince, olur mu öyle şey. Kimse size bir şey yapmaz. Burnunuz bile kanamaz. İçiniz rahat olsun demiş.

Boya işi kaç gün sürdü. Gösterilen yerde kaldık. Başımıza bir şey gelmediği gibi zorunlu olmadığı halde sabah akşam yemeğimizi ve çayımızı da verdiler. Bize çok iyi davrandılar. Oranın işi bitince bize orada birkaç iş daha verdiler. Çok memnun ayrıldık dedi. Kafamızdaki Bozkırlılar Kürtleri sevmez ön yargısı da böylece yok oldu dedi. (Bu tanışma faslına diğer yazımda da devam edeceğim.) 

*24.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Yurdum İnsanı Bir Başka (2) *

Bu yazımda da çay ocağında tanıştığım Çaldıranlı olduğunu öğrendiğim insanımızla ilgili yazıya devam ediyorum.

1995 yılında ailecek taşınmışlar Konya'ya. Alçı, boya işleri yapıyormuş. İşi de iyi imiş. İlk geldiğinde Saraçoğlu tarafında oturmuş. Çocukların okulu dolayısıyla Şefik Can'a taşındım dedi. Cuma günleri çalışmıyor musun dedim. Cuma öğleden sonra çalışmam dedi.

Çaldıran’dan göçüp Konya’yı mesken edinmelerinin sebebini sormadım ama niçin taşındıkları sanırım şu anlattığında gizli idi:

1987-1992 yılları olsa gerek. Köyümüz İran sınıfındaki en son köy. Hayvancılık yapıyoruz. Koyunları yayılmaları için götürdük babamla beraber. İran sınırını biraz geçmişiz. Uzun boylu adı Cem olan komutan bizi yakaladı. Başkaları da vardı yakaladıkları arasında. Herkesi ikişer ikişer eşleştirdi. Beni de babamla. Elime bir sopa verdi komutan. Vur babana dedi. Ağlıyorum. Vurmam dedim. Babama vurur muydum? Şunu yaparım bak vurmasan, bunu yaparım tehditleri savurdu. Tir tir titriyorum. Babam, Kürtçe vur dedi birkaç defa. Sonunda komutan bize kötülük yapmasın diye babamın avucuna 8 defa vurdum. Ben vurdukça komutan gülüyordu. Benim vurmam bitince, babama şimdi de sen oğluna tokatla vuracaksın dedi. Babam da bana kaç defa tokat attı.

İran sınırını geçen köyün ne kadar insanı varsa hepsine aynı bize yaptırdığını yaptırdı komutan. Ardından bizi bıraktı.

Çocukluğumda yaşadığım bu olayı hiç üzerimden atamadım. Çok etkilendim. Aklıma geldikçe o anı yaşıyorum. Babamın bana, benim babama vurduğum, ağlayıp sızlamalarımız ve komutanın katıla katıla gülüşü gözümün önüne gelir zaman zaman.

Yaşadığım bu psikolojiyi atlatabilmem için babam üzerimde çok durdu. “Oğlum, İran sınırını geçmekle biz yanlış yaptık. Komutan ise haklı. Çünkü komutanın görevi bizi korumak ve sınırın güvenliğini sağlamak. Bizim iyiliğimize yaptı bunu” şeklinde defalarca söyledi. Adeta beni işledi. Babam olmasaydı, o psikolojiyi atlatamazdım. Büyüyünce şimdi ben burada değil, dağda olurdum dedi.

Sadece ben değil, nice çocuk aynı muamelenin benzerine maruz kaldı. Bir komşumuz vardı ki başına gelenlerden ötürü baktı ki çocuğu dağa çıkacak. Çocuğunu köyden ve o ortamdan uzaklaştırıp İstanbul’a okumaya gönderdi. Çocuğu orada 8 sene kaldı. Çocuğunu dağa çıkmaktan böyle kurtardı. Bizim oralarda ne hikayeler var daha dedi.

Bu anlattığından, dağa çıkan çoğu kişinin geçmişte yaşadığı bir travması vardır anlamı çıkar mı dedim. Öyle de denebilir dedi.

90’lı yıllar Türkiye’nin kanayan yarası ve kapalı kutu. Terör örgütünün azması ve büyümesi için her şey yapıldı. Faili meçhuller o dönemde ayyuka çıktı. Bu da bir kısım asker, polis ve memuru eliyle yapıldı. Türk-Kürt adeta birbirine düşman edildi. Birileri bundan çok ekmek yedi. Orada atılan her kurşun ve şehit cenazesinden birilerinin oyu bu tarafta arttı. O tarafta da terör örgütüyle bağını inkar etmeyenler oyu kendilerine tahvil etti. Güya Kürtlerin hakkını koruyorum iddiasında dedim.

Korumayla hiç alakası yok. Bunlar bize ve bu ülkeye zarardan başka bir şey vermemiştir dedi. 

*26.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Teşekkürler Milliler! *

Avrupa Futbol Şampiyonasında;

İlk rakibimiz Gürcistan'ı 3-1 yensek de ölüp ölüp dirildik. 

Portekiz karşısında varlık göstermedik. Maçı 3-0 kaybettik. 

90 dakikanın 70 dakikasını 10 kişi ile mücadele eden Çekya karşısında maçı 2-1 kazansak da öldük öldük dirildik. 

Nihayet Portekiz'in ardından puanlamada 2.sırada yer  alarak gruptan çıkma başarısı gösterebildik. Zor olsa da gruptan çıkmak önemliydi. 

Hollanda’yı 3-2 skorla geçen Avusturya ile eşleşince, grup maçlarındaki oyununa bakarak Milli Takımımıza hiç şans vermemiştim. Gruptan çıkmaya çıktık. Avusturya ile turnuvaya veda edeceğiz etmeye ama bari fark yiyerek veda etmeyelim endişesiyle ekranın karşısına geçmiş, maçı izlemeye koyulmuştum.

O da ne? Grup maçlarındaki bizi unutun, şimdi seyredin der gibiydi Millilerimiz. Dakika bir, gol bir oldu.

Bir makinenin, görevini tam yapan dişlileri gibiydi futbolcular. Bu maçta adeta destan yazdılar. Hollanda'ya kök söktüren Avusturya'yı adeta sahadan sildiler. Maçta tüm futbolcular yıldızlaştı. Tüm futbolcular sıfır hata ile oynadı.

Merih, attığı iki golle ve defansta karşıladığı toplarla maçı kotaran adam oldu.

Kalemizde Mert, çıkardığı yüzde yüz gollerle maça adını yazdırdı. 

Tüm maçlarda çizgisini ve eforunu bozmadan oynayan Ferdi, sıfır hata ile bu takımın bel kemiği olduğunu gösterdi. Futbolunu oynadı ve görevini tam yaptı. Efendiliğini de hiç bozmadı. 

Maçın favorisi gösterilen Avusturya’yı 2-1 yenerek Millilerimiz iyi bir futbol ve skorla çeyrek finale adını yazdırdı. Göğsümüzü kabarttı.

Sıradaki rakibimiz Hollanda’ya umutlandık. Hollanda’ya sahayı dar eden Avusturya’yı güzel bir oyunla yenmişsek, Hollanda’yı hayli hayli yenerdik. Hele takımda Merih varsa niye olmasın dedik.

Merih’in bozkurt işareti dolayısıyla UEFA tarafından iki maç men cezası alması hepimizi üzdü. Endişeye kapıldık. Öyle ya Avusturya maçının yıldızı Merih yoksa biz bu maçı nasıl alacaktık? Yerine Samet oynayacaktı.

Portekiz maçında kendi kalemize attığı gol dolayısıyla Samet Merih’in yerini dolduramaz endişesiyle ekranın karşısına geçtik.

Samet, hem attığı gol ile hem de defanstaki kritik kurtarışlarıyla, sakatlanıp maçtan çıkıncaya kadar mükemmel oyun oynadı. Bizi utandırdı.

Ayağımızda topu fazla tutamasak da çok sayıda pas hatası yapsak da Hollanda karşısında Millilerimiz ilk yarı iyi top oynadı ve ilk yarıyı 1-0 önde tamamladık.

İkinci yarının zor geçeceğini biliyorduk.

Nitekim Hollanda teknik direktörü maçı lehlerine çevirecek değişikliklerle ikinci yarıya başladı. Akın akın geldiler üzerimize. Tüm akınlar Mert Müldür’ün kanadından geldi. Montella bu kanada çözüm üretemedi. Tıpkı bizim maçı seyrettiğimiz gibi o da seyretti saha kenarında. Nihayet baskısı sonuç verdi. Hollanda maçı eşitledi.

Bu gol Hollanda’ya moral oldu. Maçın moral üstünlüğünü ele geçirdiler. Allah vere de bir on dakika ikinci gol yemesek dedim. Maalesef arkasından ikinci golü attılar.

Hollanda 2-1 galip olduktan sonra saha kenarında soğuk soğuk duran ve maçı okuyamayan Montella, nihayet değişikliklere gitti ama bu değişiklikler maçın sonucunu değiştiremedi. Yarı finale adımızı yazdıramadık ve 2-1 mağlup olarak turnuvadan elendik. Milletçe üzüldük.

Sonuç olarak Hollanda yenilmeyecek bir takım değildi. Maalesef yenildik. Maç 1-1 olduktan sonra maçı soğutamadık. Çabuk demoralize olduk. Panikledik. Top çeviremedik. Oyuncu değişikliklerini zamanında yapamadık. Halbuki beraberlikten sonra futbolcu değişikliği bile maçı soğutabilirdi.

Hasılı yarı final belki de final oynayabilecek kapasitesi olan Milli Takımımız, maçı zamanında okuyamayan teknik direktörün ve de acemiliğinin kurbanı oldu.

Bu vesileyle, bu yaz sıcaklarında  bu mutluluğu bize yaşatan ve milli gururumuzu okşatan Millilerimize sonsuz teşekkürler.

Avusturya ve Hollanda karşısında oynadığımız oyunla, Milli Takım geleceğimiz adına ümit verdi. Avrupa Futbol Şampiyonasında bu başarıyı gösteren bu Takımın, 2026 Dünya Kupasında daha da başarılı olacağına inanıyorum. Yeter ki bu turnuvada yaptığımız yanlışlardan ders çıkaralım. Teknik heyet tatil ve futbolcu değişikliğiyle maça zamanında müdahale edebilsin.

*08.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

5 Temmuz 2024 Cuma

2024, Boşuna Emekliler Yılı İlan Edilmemiş

Fi tarihinde ailecek yedik içtik. Ödeme için kasaya yöneldim. Oğlan da arkadan. Kasada sen, ben ödemesi yarışına girmiştik. 

İçimden oğlan ödesin geçse de maksat yarış değil mi? Olmayacak böyle. Baba olarak son noktayı koymalıydım. Satıcıya, baba mı öder, oğlan mı dedim. Satıcı baba öder deyip ödemeyi benden çekmişti. Oğlan da çekip gitmişti. Adama, alacağın olsun, senden hiç beklemiyordum demiştim. Bir daha da son noktayı böyle koyar mıyım? Zira içimde bir ukde olarak kalmıştı. 

Yıl 2024. Yine bir seferinde yine aynı oğlanla alışveriş yaptık. Yine aynı terane. Ödemeyi sen yapacaksın, ben yapacağım mücadelesi içine girdik. İkimiz de kartı uzattık. Satıcı hangimizden alacağını şaşırdı. Son bir hamle yaparak ödemeyi oğlandan çekmesini sağladım. 

Nasıl başardım bunu? Satıcıya, emekli mi öder yoksa çalışan mı dedim bu sefer. Maksat muziplik değil mi? Çalışan dedi. Hanginiz emekli demedi. Oğlandan çekti ödemeyi. 

Çıkışta, oğlum hakkını helal et. Ağzımdan emekli çıkıverdi. Boşu boşuna bir de yalan söylemiş oldum. Ne yapayım, çalıştığım halde herkes beni emekli biliyor. Bir daha yapar mıyım bilmem ama bu emekli görüntüsü hoşuma gitti dedim.

Nasıl hoşuma gitmesin. Hem benden para çıkmadı hem de yalanımı oğluma yapmış oldum. Üstelik emeklilik işe yaramıştı. Bir daha bu yalanı söylemem ama ödemeyi baba mı yapar evlat mı hiç demem. 

Yanımda oğlan yok bu sefer. Zira gittiğim bu alışverişte oğlanın işi olmaz. Bu zıkkıma da zam geldi. Bakalım kaç olmuştur deyip zamlı tarifeyi duymak üzere kendimi hazırladım ve içeri girdim. Bu arada zam geldikten sonra alışveriş benim işim. Bunu da antrparantez söyleyeyim.

Satıcıya, ne kadar oldu şu benim aldığım dedim. Aynı dedi. Bir sevinç bir sevinç. Şu kadar ver dedim. Ardından geçen ki alışverişte ikram yapmıştın. Yine indirim düşünür müsün dedim.

Ne yapacaksın indirimi. O kadar emekli maaşını ne yapıyorsun. Harca harca bitmez, keyfini çıkar dedi. Canın sağ olsun dedim. Kartı uzattım. Hesap makinesi ile hesapladı. 340 dedi. 320 çekerek yine aynı indirimi yaptı. Üzerine de bir çakmak koydu. Eyvallah deyip çıktım dükkandan.

Yeni zam gelmişken esnafın bu zammı eklemesi gerekirdi. Biz hep öyle gördük. Eklememiş. İndirim teklif ettiğimde de zamlı satmadığıma şükret. İndirimi içinde diyebilirdi. İşin içine emekli olarak keyfini çıkar demesi de emeklilik öncesi emeklilik nimetlerinden yararlanmak gibiydi benim için. Yalnız bilin ki bu sefer emekliyim demedim. 

Elimde poşet yolda giderken emeklilik ve indirim. Bir yazı konusu olur bu konuda dedim. Başladım yazmaya.

2024 emekliler yılı ilan edildiğinde çoğu, içi boş emeklilik yılı demişti. Halbuki gördüğünüz gibi esnafın yanında emeklinin ayrı bir yeri var. Ödeme için kah çalışanı tercih ediyor kah indirim yapıyor. Öyle ya emekli yılı olmasaydı, kim yapardı bunu.