1 Mayıs 2023 Pazartesi

Düşman Başına Tipler!

Etrafımda şu tiplere çokça rastlarım:

Yaşadığı çağı ve çağın gittiği tarafı okuyamaz. Zira kapasitesi el vermez.

Muhatabını tanıyamaz. Tanıyamadığı için insan psikolojisini bilemez. Bilse de tınmaz. Çünkü tüm dünyayı ve herkesi kendinden ibaret sanır.

Empati yapmaz. Çünkü kendine Müslümandır. 

Bir doğru kendisi ve zihniyeti vardır. 

Kendisini anlatmak yerine hayatı korku üzerine kuruludur. Kendi haklılığını başkası üzerinden korkutarak ifade eder. 

Özeleştiri yapmaz. Yaptıklarından dolayı aynaya bakmaz. Ne şekilde görünüyorum demez.

Eleştiriye gelmez. Zira o  yunmuş yıkanmıştır. 

Kurtarıcı peşinde koşar. Kurtarıcısına olan aşkından dolayı sevdiğinin hatalarını görmez. Görse de bunu ifade etmez.

Sevdiğinin çelişkisini görmez. Çünkü her yaptığında bir hikmet vardır.

Aklı daima sevdiğinin aklının altındadır ve sevdiğinin aklına bağlıdır. O ne tarafa çekerse aklı o tarafa gider.

Garanticidir. Kazanamayacağı ata oynamaz. 

Makam, mevki düşkünüdür. O koltukta oturmak için olmayan tüm prensiplerinden vazgeçer.

Güce yaslanır. Güçten beslenir. 

Gücünü güçten aldığı için sesi yüksek çıkar.

Tehlike anında yanında göremezsin. Sıvışır gider. Taşın altına elini koymaz. Sana yapacağı tek iyilik, Allah yardımcın olsun diye dua etmekten ibarettir.

Slogan ve hamasetle yaşar, ayakları yere basmaz. Hayal dünyasında yaşar.

Din satıcısıdır. O kadar bitek bir toprak ki sat sat bitmez. Bir biterse, bilir ki kendi de biter. Kırıp döktüklerinden dolayı değerleri ayağa düşermiş, hiç önemli değil. Çünkü pazarlamacının görevi elindekini satacak müşteri bulmaktır. Bunda da bir zorluk çekmez. Çünkü her daim alıcısı vardır.

Derviş görünümlüdür ama en iyi yaşamak için dünya konforundan da ödün vermez.

Ağzı ve üslubu bozuktur. Bir karşına alırsan ya da suyunu bulandırırsan, küfür ve hakareti basar. Ne anan kalır ne de avradın.

Aynıyla mukabele etsen, seviyesine düşmüş olursun. En iyisi kem söz sahibine aittir böylesi düşman başına deyip aldırmadan yoluna devam etmektir. Çünkü hayatta yenemeyeceğin tek kişi üslubu bozuk insandır.

Bereket, sayısı az olsa da bu tiplerden olmayanlar da var. İyi ki varlar. Değilse hayat çekilmez olur. 

Böyle Çay Ocakları da Var

Pazar günü Balık Hali'ne giderken karşı kaldırımda uzun süredir görmediğim bir yakınımı gördüm. Ayaküstü hoşbeşten sonra yürümeye başladık.

Yürüyüş yapıyormuş. Mevlana Kültür Merkezi civarından çıkıp Konya Lisesinin önüne gelmiş. Mezun olduğu okulu seyredip evinin yolunu tutmuş. 

“O zamanlar Gazi Lisesi idi buranın adı. Evim Ziya Barlas’ta idi. Oradan buraya yürüyerek gidip geldim okul boyunca her gün” dedi. Dediği mesafe nereden bakarsanız, 6-7 km’lik bir mesafe. Şimdiki nesil bir km’lik mesafeye ailesi servisle gönderiyor dedim.

Vaktin varsa bir çay ocağı bulup çay içelim dedim. Balıkçı Hali'nin etrafını dolaştık. Bir yer bulamadık. Şurada vardır, burada vardır derken Larende Caddesine çıktık. Hem yürüyor hem de sağlı sollu çay ocağına bakıyoruz.

Sonunda camında çayevi yazan bir çay ocağı gözümüze ilişti. Oraya doğru yöneldik.

Çayevleri tam bana göreydi. Çay içmek için kafe ve lüks yer aramam. Mecbur kalmadıkça girip çay içmem. Tercihim hep esnaf çay ocakları olur. Çünkü çayları hep tazedir. Fiyatları makuldür. İstemeden kolay kolay çay getirmezler. Bazıları bir şey ister misiniz diye sorar. İçmezsen de çay vermez. İçtiğimiz çay adedini yazmazlar. Kaç çay içtiğimizin hesabını biz tutarız.

Geçip oturduk. 

Oturur oturmaz, çaycı kapıdan iki çayla göründü. Getirip önümüze koydu.

Çay ocağında çay içilir ise de sahibinin çay getirmeden ne alırsınız demesini beklerdim. 

Öyle ya belki ıhlamur içeceğim belki su isteyeceğim belki kahve isteyeceğim belki çayın yanında su da isteyeceğim. 

Garibime gitse de çayımızı içtik. Yakınıma bir daha içelim mi dedim. "Gerek yok, çaylar iyi değil" dedi. 

Ağzımızı bozan çayın bozukluğu daha ağzımızdan geçmeden, aradan bir beş dakika geçmeden ve bir daha içer misiniz demeden ilk çayın garipliği gitmeden ikinci garipliği gördük. İki çay daha getirdi çaycı. 

Biz çay istemedik, çayın da iyi değilmiş demedik. İçimiz, bana düşmanlığın ne? Dünya kuruldu kurulalı dünya böyle eziyet görmedi dercesine önümüze konan çayı istemeden dudağımıza götürdük. 

İçtiğimiz boşları almaya gelince yakınım çaycıya çay parasını sordu ödemek için. Ondan önce davranarak parayı uzattım. Beş lira imiş çayın bardağı. 

Ardından bir beş dakika geçmeden ve yeni bir çay daha gelmeden kalktık. Mecbur kalıp biraz daha otursaydık, her beş dakikada bir çay geleceğine göre kaç çay içerdik, midemizin durumu ne olurdu, beheri beş liradan kaç lira hesap öderdik bilmiyorum.

Çıkınca, acaba bir sabahçı kahvesine mi girdik diye dönüp tekrar baktım. Çay evi yazıyordu. (TDK’ye göre çayevi şeklinde bitişik yazılmalıdır ama neyse. Tabelalarda Türkçe katliamı çoktur.)

Sabahçı kahvesi de ne diye bu adı ilk defa duyanınız olabilir. Şimdilerde kaldı mı bilmiyorum. Eskiden bazı bölgelerde sabaha kadar açık olan kahvehaneler olurdu. Yatacak yeri olmayan ya da bir mecburiyetten dolayı beklemesi gerekenler soluğu bu tür kahvehanelerde alırdı. Uyumasınlar diye her beş dakikada bir çay getirirmiş kahvehane sahipleri. Pahalı diye bir otele gitmeyenler sabaha kadar kaç otel parasını çaya verirlerdi, bunun da hesabını siz yapın.

Biz hesaptan anlamayız. Merak ettik bu çayevini. Bir de biz gidelim derseniz, buranın adresini seve seve veririm. Siz yeter ki kendinizi yakmak isteyin. Yalnız fazla merak iyi değildir.

Tercihli Oy Sistemi Niçin Düşünülmüyor?

Özal zamanı sanırım, 91 genel seçimleri olsa gerek. Tercihli oy pusulası vardı. Bir seçim bölgesinde kaç vekil çıkacaksa, partilerin üstte amblemi, alt tarafta iki katı vekil adayına yer verilmişti. Seçmen hangi partiye oy verecekse, listedeki adaylardan birine tercih mührünü bastı. O seçim bölgesinde en fazla oy alan kişiler seçmenin tercihiyle vekil seçilmişti. Bir de kontenjan adayı vardı ki o seçim bölgesinde en fazla toplam oy alan parti kontenjandan bir vekil çıkarmıştı. 

Bu tercihli oy sistemine göre listenin ilk sırasındaki adayla son sırada yer alan aday eşit şartlara sahipti. Listenin başındaki seçilemezken listenin orta veya sonundaki aday vekil seçilme ihtimali vardı. 

Bu tercihli oy sistemi bir defa uygulandı. Arkası gelmedi. 

Aslında bu tercihli oy sistemi devam etmeliydi. Çünkü bu sistemde aday tercih edildiği için liste daha bir önem kazanıyor ve bölgesinde sevilip sayılan kişi kendi bileğinin hakkıyla vekil seçilebiliyordu. Öyle zannediyorum, genel başkanların işine gelmedi ve bir daha uygulanmadı. Çünkü bizde hangi partide olursa olsun, aday adaylarını listeye almada ve liste sıralamasında genel başkanlar tek yetkili. Liderler istediği kişiye listesinde yer veriyor. Tercih ettikleri adayın vekil olup olamayacağını sıralamadaki yerinden de anlaşılabilir. Liderler bu inisiyatifi adaylara bırakmadı. Çünkü bu inisiyatifi vermek demek lider sultasının sallanması demekti. Değilse tepki çeken adaylara listenin başında nasıl yer verebilsinler.

Bir defa uygulanıp arkası gelmese de bu sistem liderlerin işine gelmese de Türkiye bu tercihli oy sistemini yeniden düşünüp aksayan yönleri giderdikten sonra siyasi hayatımıza yeniden kazandırmayı ve sürekli hale getirmelidir. 

Seçim sistemiyle ilgili bir yenilik daha yapmamız gerekiyor. Mevcut seçim sistemine göre ülke barajını aşamayan bir parti vekil çıkaramadığı gibi oyları da o bölgede en fazla oyu olan partiye gidiyor ve en fazla oy alan parti, kendisine verilmeyen oylarla vekil çıkarma imkanına kavuşuyor. Biz buna da demokrasi diyoruz.

Halkın tamamının verdiği oyun Meclise yansımaması demek olan bu sistem değiştirilmelidir. Hiçbir parti kendisine verilmeyen oyla bedavadan vekil çıkaramamalı. Halkın tamamının iradesi Meclise yansısın isteniyorsa, -ki öyle olmalıdır- seçim barajı, bir sınır olmadan tümden kaldırılmalıdır. Bu mümkün değilse, barajı aşamayan partinin oylarının hangi partiye gitmesi için baraj altı kalan partinin resmi tüzel kişiliğine sorulmalıdır. Hangi partiye diyorsa, oylar o partinin hanesine yazılmalıdır. Bu da mümkün değilse, baraj altı kalan parti kaç vekil çıkarıyorsa, Meclis o kadar eksik vekille açılmalı. Mesela 8 vekil kadar oy aldı. Mecliste 600 değil, 592 vekil olmalı. Bu da olmaz denirse, eksik vekiller için ilgili seçim bölgelerinde ara seçime benzer, kısmi bir seçim yapılmalıdır. İkinci seçimde en fazla oy alan partilerden vekil seçilmelidir. Anlatmak istediğim her parti aldığı oy oranına göre Mecliste o kadar vekil ile temsil edilsin.

Açık Lise Online Sınavları

Online sınavlarla pandemi ile birlikte tanıştık. Belli bir süre zorunluluktu diyelim. Pandemi geçmesine; maske ve mesafeler kalkmasına, artık bulaşı riski kalmamasına rağmen açık lise sınavları halen online yapılıyor.

Online sınavlarda kamera yok, gözetmen yok, yapılacak sınavın belirli bir saati yok. Sınava kayıtlı aday mı giriyor, başkası mı onun yerine yapıyor, burası muamma. Bilinen bir gerçek var ki birçoğunun sınavını birkaç kişi birden birlikte yapıyor ya da hangi dersten kim daha başarılı ise o sınava o kimse giriyor.

Öyle zannediyorum, açık lisede okuyan öğrencilerin çoğu bu sınav şekliyle yani sınava başkasının girmesiyle başarılı olup dersleri  geçiyor ve mezun oluyor.

Çalışmadan, online sınava bir başkası girerek yapılan bu sınav türüyle olsa gerek, açık liseye örgün eğitimden çok sayıda geçiş var. Eskiden de vardı bu geçişler. Özellikle üniversite hedefi olup kurs veya etüt merkezlerine giderek daha fazla ders çalışma imkanı bulmak isteyen 11 ve 12. sınıf öğrencileri arasında kısmi bir geçiş olurdu.

Son üç yılda açık lise öğrenci sayısının 205 bin 88 arttığı, 2020-2021 öğretim yılında açık lise öğrenci sayısının 1 milyon 566'ya ulaştığı göz önüne alınırsa, hedefi olsun veya olmasın, kolay yoldan lise mezunu olmak isteyenler için online sınavı olan açık lise çok cazip geliyor.

Pandemi kalkmasına ve online sınavlarda kopya ayyuka çıkmasına rağmen devletin hala online sistem sınavından vazgeçmemesi, çocuklar mezun olsun, istatistiklerde lise mezun sayısı artsın da nasıl artarsa artsın mantığı güttüğü anlaşılıyor. Zira akla da başka bir şey gelmiyor. 

Nasıl ki mülakatlar demek torpil olarak anlaşılıyor ve bu tepkiden dolayı devlet mülakatı kaldırmaya hazırlanırken online sınav demek kopya çekmek anlamına gelmesine rağmen devletin bu sınav türünü ihmal etmesi, kurum ve kurallarıyla oturmuş olması gereken bir devlete yakışmıyor. 

Bu sınav türü bir zamanlar ortaokul ve lise sınavlarını dışarıdan bitirmeye benziyor. Hakkıyla dışarıdan ortaokul ve lise bitiren öğrencileri istisna edersek, bu dışarıdan bitirmelerde büyük paraların döndüğü, sınava giren öğrencilere soruların verildiği, nicelerinin para karşılığında diploma aldığı bir gerçektir. 

Burada çocuklarımız varsın mezun olsun denebilir. Kimsenin lise ve üniversite bitirmesine sözümüz olmaz. Hatta lise ve üniversite mezunu ne kadar artarsa, okumuş insan gücüyle ancak mutlu oluruz. Yalnız bu mezuniyetler hak ederek olmalı. Bugün örgün eğitimde okuyan çocukların hakkını korumak ve haksız rekabeti teşvik etmemek lazım. Bu durumu bilen bir örgün eğitim öğrencisinin adalete güveni kalmaz. Hiçbir çocuğun adalete olan güvenini sarsmaya hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca hak etmeden kopya yoluyla lise bitiren kişilerin adalet duygusuna ne derece güvenilir. Yarın biz bu çocuklara adalet duygusunu nasıl aşılayacağız, onlardan her konuda adil olmalarını nasıl isteyeceğiz.

İnanın, okumasını doğru dürüst bilmeyen nicelerinin, sınavlarını başkaları yaparak mezun olduklarını biliyorum ve bu duruma üzülüyorum.

Ne olur, bu yanlıştan ve ihmalden bir an evvel vazgeçelim. Ülkeye daha fazla kötülük yapmayalım. Örgün eğitimde okuyan çocukların haklarını koruyalım. Kendi ellerimizle kopyayı meşrulaştırmayalım.

Göz Bebeğimiz Yerli ve Milli Üretim

Mili araba TOGG'un yapılıp sınırlı sayıda da olsa piyasaya sürülmesi, 

Teknofest etkinlik ve yarışmalarının yapılması, 

Her seviyeden öğrencilerin bu yarışmalara katılması, 

Savunma sanayii alanında son yıllardaki gelişmeler, 

Liseyi derece ile bitiren gençlerin eskiye oranla mühendislik bölümlerini tercih etmesi, 

Mühendis gençlerin savunma sanayii alanında istihdam edilmesi ve her mühendislikte okumakta olan gençlerin buralarda çalışırım umudunu taşıması, bu gençlerin boşta kalırım endişesi taşımaması,

Türkiye'nin övünç duyması gereken ve göğsünü kabartan olumlu gelişmelerdir. Çünkü Türkiye’nin gelişmesi mühendislik alanındaki gelişmelere ve bu alana başarılı gençlerin yönelmesiyle olacaktır.

Teknoloji alanındaki bu gelişmeler artarak devam etmelidir. Bu alanda üretim yapmak isteyen ciddi her türlü müteşebbis, düşüncesi ne olursa olsun, desteklenmeli, maddi ve manevi destek verilmelidir. Köstek olunmamalıdır. Birileri ön plana çıkarılıp diğerleri geri plana itilmemelidir. Köstek olmaya kalkan olursa, vatana ihanetle eş değer görülmelidir.

Teknoloji alanında yapılacak her türlü girişim ve yerli üretim teşvik edilmeli, bürokratik engeller konmamalı. Hatta bürokratik muameleler kolaylaştırılmalıdır.

Marka olmaya yüz tutmuş, kendisini ispatlamış firmalar göz bebeğimiz gibi korunup kollanmalı.

Ülke yöneten ve ülke yönetimine talip partiler bu tür firmaları ziyaret ederek yapılan çalışma ve hedefler hakkında brifing almalı. Firmalarla ilgili tüm kamuoyu bilecek şekilde destek açıklaması yapmalı.

Bazı firmaları geri plana itecek, bazılarını ön plana çıkaracak ve sahiplenecek söz ve eylemlerden siyasilerimiz kaçınmalıdır.

Hiçbir firma iktidarla, iktidar da firma ile kendini özdeşleştirmemeli.

Hiçbir firma kendini öz veya üvey evlat hissetmemeli.

Firmalar iktidar ve muhalefetin ne yanında yer almalı ne de karşısında olmalı. Kısaca siyaset yapmamalı. Siyasilere malzeme olmamalı. Her türlü tartışmalardan uzak kalmalı. Tamamen kendilerini işlerine vermeli, işlerini ibadet aşkı ile yapmalı.

Bu alanda çalışan hiçbir firma, bir iktidar değişiminde çalışmalarına çomak sokulacak endişesi taşımamalıdır. Aynı şekilde bir iktidar değişiminde ihya olacağım hayali görmemelidir. Bu mesele milli bir mesele kabul edilmelidir. Unutmayalım ki siyasiler bugün var, yarın yoklar. Ama firmalar bu ülke durdukça var olacaktır. 

Firmalarımıza bakış açımız bir annenin evladına gösterdiği sevgi gibi olmamalı. Biliyorsunuz, anneler çocuklarına olan sevgisini açık ederler hatta şımartırlar. Annesinin kendisini çok sevdiğini gören veya hisseden çocuk bunu zamanla kötüye kullanabilir. Firmalara bakış açımız bir babanın gösterdiği sevgi gibi olmalıdır. Biliyorsunuz, babalar da en az anneler kadar çocuklarını severler. Bu sevgilerini çocuk hissetse de babalar pek belli etmezler.

Annenin sevgisinden mesafeler aradan kalkarken babanın sevgisinde hep mesafe vardır. Anne-çocuk arasında zamanla bu sevgi senli benliye dönerken babaların sevgisi saygıya dayalı bir sevgi ya da korkuya dayalı bir sevgi üzerine devam eder. Anneler çocuğunun bir dediğini iki etmez, saçını süpürge ederken babalar zaman zaman hayır demeyi bilir. Bu aşırı sevgi sebebiyledir ki anneler zamanla çocuğuna söz dinletemez noktaya gelebiliyor ve bu durumu babasına söylemekle çocuğunu terbiye etmeye çalışabiliyor.

Hasılı geleceğimiz ve göz bebeğimiz firmalara bir anne sevgisiyle bakmaktan ziyade bir baba sevgisiyle bakmayı bilelim. Sonunda kazanan tüm aile, tüm ülke olur. Unutmayalım ki bu ülkenin geleceği mühendisliktedir, bu alana dair üretimdedir. 

Milliyetçilik Yarışı

Siyasilerin her seçim öncesi milli ve manevi değerlerin yanında bir de milliyetçilik damarları kabarır. Ezan, bayrak, terör, beka alır başını gider. Milliyetçilikte yarışırlar. Birbirlerini az milliyetçi veya terör destekçisi olarak lanse ederler. Sen yaptın iyiydi de ben yapınca mı kötü oluyor derler.

Konuşmalarını dinleyince bir vatan sevdalısı ile karşı karşıya olduğumuz zehabına kapılmamak mümkün değil. Bunca vatansever ve vatanını can siparane savunanlar arasında bu ülke emin ellerde ve batmaz diyorsun. Haliyle gözlerimiz yaşarıyor. Yalnız varan sevdalılığı ve vatana hizmet sözlerini yan yana koysak, bu ülke hizmete doyduğu gibi çözülmedik hiçbir sorunu kalmaz ve uçardı. 

Kimsenin iç halini bilmem, kimseyi de bir samimiyet testine tabi tutma gibi bir niyetim yok. Yalnız benim bildiğim ve istediğim milliyetçilik;

Sözde değil, özde olmalı.

Slogana dayalı, içi boş hamasetten ibaret olmamalı. 

Irk bazında ırkı yücelten kuru bir sevgi olmamalı. 

Kimin elinden ne geliyorsa, işini düzgün yapmalı. 

İşini aksatmamalı ve savsaklamamalı.

Devletin imkanlarını yetim malı ve emanet bilmeli, har vurup harman savurmamalı, kendine ve yandaşlarına peşkeş çekmemeli.

Ülkenin maddi ve manevi yönden kalkınmasını sağlamak amacıyla bir katma değer üreten bireyler olmalı. 

Teröre destek vermemeli. 

Teröre destek verenleri ve teröre imza atanları polisiye tedbirlerle sürdürmeyi marifet saymamalı. Kökten çözüm için her yolu denemeli. Terörün dış desteğini kesmek için iyi bir diplomasi yürütmeli. 

Terörü besleyen kaynakları kesecek tedbirler almalı. 

Akşam sabah bölünme korkusu yaşamamalı. Tabiat boşluk kabul etmez misali, terörü üreten etmenleri yok etmeli. 

Terörle mücadele ederken belli bir bölgeyi potansiyel terör destekçisi görmemeli. Teröristle vatandaşın arasına duvarlar örmeli. 

Söz konusu vatansa, gerisi teferruat deyip gerekirse kızılcık şerbeti içmeli, siyasi hayatına mal olsa dahi her yolu denemekten ödün vermemeli. 

Terör siyaseti yapmamalı. Algılarla değil, olgularla hareket etmeli. 

Birilerinin üzerine çamur atmamalı, onları üç beş oy uğruna günah keçisi ilan etmemeli. 

Ülkeyi sevme konusunda hiç kimse diğerinden bu ülkeyi daha fazla daha az seviyor değildir. Hiç kimse birilerini ötekileştirirken kendisini vatan sevdalısı göstermemeli.

Milliyetçilik dışlamak, suçlamak değil, birleştirici olmaktır. Birleştirici dil kullanmaktır. Birileri teröre destek konusunda suçlanacaksa, ilk taşı en masumumuz atmalı. Dün üzümü çifter çifter yiyenler, bugün rakiplerini üzümü çift yeme konusunda suçlamaya kalkmamalı. Bunları isnat ederken herkes önce aynaya bakmalı. Bu konuda kimse milleti keriz yerine koymamalı. 

Terör, terörist ve terör destekçileri lanetlenecekse her türlü terör lanetlenmeli, benim terör masum, senin terör amasum denmemeli. Zira terör terördür ve terörün dini, yakın ve uzak olanı ve masum olanı olamaz. 

Her eleştiri yapan FETÖ'cü ve FETÖ ağzıyla konuşuyor olmaz. 

Ülke yönetimine talip hiçbir parti terörist olmaz, terör destekçisi olmaz, olamaz, olmamalı. Kim yeltenirse karşısında milleti görmeli. 

Görevini bihakkın yerine getirmeye çalışan herkes bu ülkeyi seviyor, sevmeli ve sevmek zorundadır.

Esas milliyetçilik terörden her seçimde ekmek yiyen değil, terörü kökten çözme iradesi göstermektir.

Lütfen algı oluşturmaya yönelik terör siyasetini bırakıp sadede gelelim. Birbirimize milliyetçilik yarışı yapmayalım.

İsim Vermede Özen

Anne babanın bir görevi de çocuğuna güzel bir isim vermesidir. Ebeveyn, çocuğuna her ismi vermede hürdür. Buna kimsenin diyeceği de yoktur. Bu hak anne ve babanın olsa da isim konusunda düşüncelerimi serdetmek isterim:

İsim verilirken;

Kısa ve telaffuzu kolay isimler tercih edilmeli, uzun ve hitabı zor isimlerden kaçınılmalı.

Anlamı güzel olmalı,

Çok yaygın olmayan isimler tercih edilmeli. Çok farklı olacak diye uçuk kaçık ve garip isimlerden uzak durmalı. 

İsim verme hakkını anne ve babaya bırakmalı. Büyükbaba ve büyük anneler, anne ve babaya ait bu hakkı gasp yoluna gitmemeli.

Büyükbaba veya büyükanne kendi isimlerinin verilmesi konusunda beklentiye girmemeli. Çocukları vermek istese bile karşı çıkmalı. Çünkü isim, kişinin hayatı boyunca taşıyacağı alametifarikasıdır. Dededen veya ebeden toruna, miras yoluyla gelen aynı isim olmamalı. Gören de isim kıtlığı var sanır. Öyle isim seçilmeli ki bir yerde seslenildiği zaman hangimize sesleniyor diye üç beş kişi birden dönüp bakmamalı ya da bir mecliste ismi geçince hangisi denmemeli. Kimin kastedildiği açıklamaya gerek kalmadan anlaşılmalı. 

Dede ve babaannenin gönlü olsun diye büyüklerin isminin yanına bir isim daha ekleyerek ikinci isim vermekten anne babalar özellikle kaçınmalı. Çift isim konacaksa da iki isim birden söylenen, birbirine uyumlu isimleri tercih etmek gerek.

Şu bir gerçek ki çoğu çift isimlerin biri kullanılıyor, diğeri kullanılmıyor.

Kullanılmadığını televizyonlardaki yarışma programlarına katılan yarışmacılardan bazılarının çift isimli olduğunu telaffuz eden sunucunun hangi ismi tercih ediyorsun sorusuna, yarışmacının şunu dediğini hepimiz biliyoruz. İkisi birlikte kullanılmayacaksa, çocuk ikisinden birini tercih etmek durumunda kalıyorsa, hatta ismin bir tanesinden özellikle dede veya babaannesinin klasik ismini kullanmaktan nefret ediyorsa, bu iki ismi çocuğa niye yük ediyoruz, değil mi?

Hele kız çocuklarına çift isim vermekten kaçınmak gerek. Çünkü kızlar evlenince, bazıları kendi kızlık soyadını da ekletiyor. Kocasının soyadı ile birlikte dört isimli kocaman bir isim olup çıkıveriyor. Öyle isimler görüyoruz ki kişi adını soyadını telaffuz ederken arada nefes almak durumunda kalabiliyor. Hasılı çift ve uzun isim çocuğun hayatı boyunca taşıyacağı, üzerinde bir yüktür. Bu çocuğa yazık değil mi?

İsim verirken dikkat edeceğimiz bir diğer husus, yanlış yazmaya müsait veya tereddüt edilen isimlerden kaçınmak gerek. Mesela sonu b, c, d ve g ile biten isimleri vermemek gerek. Çünkü kelime sonundaki bu harfler Türkçemizde p, ç, t ve ğ’ye dönüşüyor. Sonu d mi yoksa t mi demeye gerek yok.

Bir diğer hassasiyet de çocuğa sevdiğimiz bir siyasinin, bir ünlünün veya şeyhin ismini de vermekten kaçınmak gerek. Belki çocuğumuz büyüyünce ad aldığı o kişinin görüşüne zıt biri olacak. Çocuk niye bu ismi taşımak zorunda kaldın, öyle değil mi?