9 Ocak 2023 Pazartesi

Araba ve Ben (2)

Ehliyet alınır da araba alınmaz mı? Üzerinden bir iki yıl geçtikten sonra bütçeme uygun bir araba almaya kalktım. Hangi araba kaç lira bilmem. Bildiğim, ayağımı yerden kesecek bir araba alırsam bütün dertlerimin biteceği yönündeydi.

Araba al diyenlerin yanında "Bir mutfak gideri kadar masrafın olur" diyenlere de kulak asmadım. Zira içişleri bakanının baskı ve talimatı aile saadeti için daha önemliydi.

Araba alım satım işinden anlayan Saadettin isimli arkadaş, ne kadar paran var? Mehmet'in arabası emsallerine göre pahalı ama üçüncü eli sen olacaksın. Arabanın her yeri orijinal dedi. Tamam, alalım. Ben arabadan ve piyasasından anlamam. Sen, sana şu yarar de, alalım dedim. Bana, düşün taşın. Yarın pahalı almışsın deme dedi. Der miyim, demez miyim bilmem ama konuşma özgürlüğüme sekte vuramazsın dedim.

Arabayı alacağız ama araba Karapınar'da imiş. Mehmet Bey 2000 lira istiyormuş araca. Bu para o zamanın meşhur yabancı parası Mark'ın 6660 Mark'ına tekabül ediyordu. Bunu da ayarladım. 

Birlikte gidip aracı alıp geldik. 

Gören hayırlı olsun demeden kaça aldığımı sordu. Bir Allah'ın kulu da piyasası bu civarda demedi. Sanki aralarında anlaşmışçasına çok pahalı almışsın dedi. Ama araba temiz dediysem de kimse oralı olmadı. Bunu duyan ben durur muyum? Aradan 25 yıl geçse de Saadettin'i gördükçe o arabayı bana çok pahalıya aldırdın deyip deyip onu kızdırdım. Kaç defa sana bir daha araba alırsam tehdidi savurdu bana ama olsun. 

Aldığım araç 88 model eski kasa Şahin'di. Size göre tüh, ala ala bunu mu aldın ise de benim için önemliydi. Hem ilk göz ağrım idi hem de ayaklarımı yerden kesmişti. 

Arabayı almıştım, ayaklarımı yerden kesecekti ama bir sorunum vardı. Bu arabayı kim sürecekti? Çünkü ben ehliyeti alalı iki yıl oldu. Zaten yarım yamalak öğrenmiştim. Binmeye binmeye onu da unuttum. Varsa da cesaretim yoktu. 

Fazlı isimli arkadaşa, gel beni biraz çalıştırıver dedim. Sağ olsun, topraklı yolda bana biraz gösterdi. Arka arkaya gitmeyi öğretmek için çok uğraştı. Öğrenirsin bizim oğlan ama zor diyerek şoförlüğüme yeşil ışık yakmadı.

İlçeden Konya’ya geleceğim. İyi de bu arabayı kim sürecekti? Kayınpederi çağırdık. O geldi sağ olsun ama şoför mahalline oturmadı. Sen süreceksin dedi.

Bindim arabaya. Yetmiş beş km’lik yolu üçüncü vitese atmadan arabayı bağırta bağırta Konya’ya getirdim. Üçüncü vitese atmak zordu benim için. Duracağım yere epey mesafe varken arabayı boşa almayı kayınpederden öğrendim. Hala bugün bile niye boşa aldırdı, anlamadım ama bilgi bilgidir.

Gün geldi, görev yerim Adıyaman Kahta’ya gideceğim. Bu araba gidecek ama nasıl? Kayın birader ben sizi bırakır gelirim dedi. Gitmeden bir arkadaş vasıtasıyla arabanın genel bir bakımını yaptırmak için Hüsamettin (idi galiba ustanın adı) ustaya götürdük. Arabaya biner binmez arabanın şu şu, bu bu, değişecek. Şunlar için de arabayı kaldırınca karar vereceğim dedi. Arabanın bir güzel bakımını yaptı. Ustanın yanından ayrılırken lastikler paflaşmış, bunları değiştir dedi. Tamam usta deyip ayrıldık.

Adıyaman’a kayın birader götürdü bizi. Piknikte bana biraz sürüş öğretti kayınım. Sonra kenarda köşede, trafiğin yoğun olmadığı tenha yerlerde yavaş yavaş sürmeye çalıştım.

Lastiklerini değiştirin diye kaç lastikçiye gitmişsem, Allah’tan kork, bu lastikler yepyeni. Değişir mi hiç diyerek her lastikçi lastiğin dişlerine baktı.

Yaz tatili gelip çattı. Konya’ya döneceğim. Bu sefer bana kim şoförlük yapacaktı? Ya Konya’dan birini çağıracaktım ya da iş başa düştü deyip kendim sürecektim. Erkenden çıkarsam, trafik yoğunluğu olmadan otobana atarım kendimi dedim. Pozantı yolu kalabalıktır. Orada mola verir, Konya’dan birini çağırırım dedim.

Dediğim gibi erkenden çıktım yola. Otobana girdim. Yollar bomboştu. Çünkü 2001 krizi öncesi idi. Yaprak kıpırdamıyordu. Bu da bana yaradı. Yolun tüm şeritleri benimdi. Sürdükçe cesaretim geldi. Pozantı’ya geldikten sonra da durmadan basıp Konya’ya geldim. Geldim ama gelin onu bana sorun. Ne ecel terleri dökmüşümdür. İşte böyle böyle araba sürmeyi öğrendim.

Araba ve Ben (1)

Fazla merak iyi olmasa da yerinde ve zamanında merak insanın bilgisine bilgi katarak kişinin bilgi dağarcığı da bu şekilde neşvünema bulur. Hasılı merak iyidir ve öğrenmenin başıdır.

Merakı yazarken acaba bende ne tür bir merak var diye düşündüm. Herhangi bir alana dair içimde şu alana senin merakın var hissi uyanmadı. Demek ki meraksız biriyim. Bu demektir ki öğrenmede gözüm yok.

Araba konusunda da çoğu kimsede bir merak olmasına rağmen hiç merakım olmadı. Şu kimsenin aldığı araç hangi marka, kaç model diye hiç ilgi duymadım. O yüzden araba ve ben birbirimize iki yabancıyız.

Arabaya yabancı olsam da bir araba al, ayağını yerden kessin diyen eksik olmadı etrafımda. Böyle diyenlere de pek kulak vermedim. Üstelik benim gibi evini güç bela geçirirken biri için araba almak hayaldi. 

Araba almam hayal olsa da araba sürmeyi bilmesem de bir ehliyet alayım. Kenarda dursun dedim. Nasılsa kolaydı ehliyet almak. Bastırıyorsun parayı, gönderiyorsun fotoğrafı. Adresine geliyordu ehliyet. 

Devlet benim ehliyet alacağımı duymuş olmalı ki sürücü kurslarına sıkı bir denetim getirdi. Ben de bunu müracaat yaptıktan sonra öğrendim. Teori kursuna katılma zorunluluğu getirilmiş. Sınavlarda da yardım edilmeyecekmiş. Benim için önemli değildi. Girdim olmadı. Zaten kullanacak da değildim. 

Bir hafta sonum var, iyi bir dinleneyim derken kursa katılım zorunlu olduğundan hafta sonu soluğu sürücü kursunda aldım. İlk yardım, motor ve trafik dersi alıyorum durmadan. Milli eğitim müdürü de her gün yoklama almaya geliyor. 

Ders esnasında kim var, kim yok dercesine başımı çevirip arkaya baktım. Son sınıfta dersine girdiğim öğrencimle göz göze geldim. Hemen kendime çekidüzen verdim. Macera için geldiğim bu kursu ciddiye almalıydım. Öğrencim sınavı geçer de kalırsam, olmayan karizmamı okulda çizdirme durumum söz konusuydu. 

Kursiyerler için verilen kitapçığı, çıkmış sorulara varıncaya kadar okudum. İlk yardım ve trafik neyse de motor bana göre değildi. Bujidir, diferansiyeldir, şasedir...okuyorum ama ne olduğunu bilmediğim, görsem mertek sandığım bu parçaları ve işlevlerini ne işe yarayacaksa okudum. Bununla beraber her derste de kursun sahibi Arif Bey'in, arkadaşlar, aman çalışın, yardım yok, sınav çok ciddi sözlerini de ezberledim. 

Sınav günü geldi. Yapıyoruz sessizce. Kendimden emin bir şekilde erkenden yapıp bitirdim. Kağıdı vermek için kalktığımda, soruların cevapları geldi. Görevli sırayla okumaya başladı. Bir söylediğini de ikinci kez tekrarlamayacaktı. O değilden yerime çöktüm. Bakalım nasıl yapmışım dercesine kontrol ettim. İlk yardımdan ilk sorunun cevabı dışında tüm seçeneklerim cevap anahtarı idi. İlk sorunun cevabı yanlış dedim. Görevli, bana gelen böyle dedi. Yaptığım hiçbir seçeneği değiştirmeden kağıdımı verip çıktım. 

Sonuçlar açıklanınca ilk yardımdan 100, trafikten 98, motordan da 90 ila 94 arası bir puan aldım. Bileğimin hakkıyla aldığım bu teori sınav puanına sevindim elbet. Beni buna iten öğrencim Ömer’den başkası değildi.

Sıra geldi direksiyon sınavına. Arabam ve beni eğitim pistine götürecek kimse olmadığı için sürücü kursu sahibi Arif Bey'in arabasına bindim. Sınavda bize puan verecek hocalar da bizim arabada idi. 

Yolda giderken Arif Hocam, arabanın direksiyonu hangisiydi dedim. O da ne çabuk unuttun hocam diyerek vites kutusunu gösterdi.

Piste varmıştık ki daha hocalar görmeden, kimse araca binmeden polis, bir aracın üstünde gelene imzayı attırıp gönderiyor. Beni gören polis, adımı sorup gel imzanı at, git dedi. Tam imza için yeltenmiştim ki aynı araçta gelen hocalar, daha araba sürmeyi bilmeyenler var, ne imzası attırıyorsun memur bey deyince herkes dura kaldı. Ama gelene imza attırdım dedi polis. Hocaların yüzüne baktım. Sizin derdiniz benimle dedim. Binin süreyim, ver Arif hocam şu aracı dedim. Öyle deyince yanıma bindiler. Bereket Arif hocanın emektar Broadway'ına (lütfen, yazıldığı gibi okuyun. Kulakları çınlasın Arif hocam, Brodvey demezdi, Broadway şeklinde benim gibi yazıldığı gibi okurdu.) bu pistte birkaç sürüş yapmıştım. Yanımda hocalar olduğu halde pisti turlayıp geldim. Tamam mı dedim. Tamam dediler ve bir trafik canavarı olmadığıma kanaat getirdiler. Mübarekler, şakasından sorduğum direksiyon hangisiydi soruma işkillenmişlerdi. Neyse düz kontak dediklerinin örneği bu iki hocamdı.

Uzatmayayım diyeceğim ama gördüğünüz gibi bir ehliyet yazım sayfayı doldurdu. Anlayacağınız B sınıfı ehliyete böyle sahip oldum. Şimdi sıra geldi araba almaya.

Nasıl Ölmek İsteriz?

Sorduğum gereksiz bir soru olsa da sormuş bulundum. Zira nasıl ki hangi anne babadan ne zaman ve hangi renkte doğacağımıza dair tercih hakkımız yoksa ölürken de şöyle öleyim gibi bize verilmiş bir tercih hakkımız yok. Allah herkese hayırlı uzun ömür ve hayırlı ölüm nasip etsin.

Tercih hakkımız olmasa da ölümün kapımı şöyle çalmasını isterdim. Hiç yatağa bağlı kalmadan ayakta ölmek. Ani ölümden bahsetmiyorum. Yine kendi ihtiyaçlarımı güç bela karşılayacak şekilde birkaç gün yatağa bağlı kaldıktan sonra ölmek, herhalde ölümlerin en güzeli olsa gerek. Bu birkaç gün içinde ziyaretime gelen olursa, eşin ve dostumla helalleşmiş olurum. Baş ucumda beni dinleyen olursa tecrübelerimi paylaşırım. Sonra alın bu dünya sizin olsun. Zira Abbas yolcu deyip çekip giderim.

Kimi nasıl bir akıbet ve ölümün beklediğini, hangi tür ölümün kişi için hayır olduğunu bilmesek de kimsenin istemeyeceği ölüm türü, herhalde başkasına muhtaç olacak şekilde aylar ve yıllarca yatağa bağlı kalarak yaşayıp ardından ölmek olsa gerek. Çünkü böyle bir ölümde kendi ihtiyacını kendin karşılayamıyor, kalkıp dolaşamıyor ve bir başkasının bakımına muhtaç oluyorsun. Bu durum hem hasta için hem de bakan/lar için zor olsa gerek. Bu durumda bakan da bakılan da ölümü temenni eder ama ölümün pimi Allah'ın elinde. O ne zaman derse, o zaman olur. Ne bir saniye gecikir ne de öne alınır. Ama şu var ki bu duruma düşeceğini yatağa mahkum olduktan sonra gören biri öyle zannediyorum, keşke aniden ölseydim diyerek ani ölümü temenni eder. 

Her ne kadar bizleri nasıl bir ölümün beklediğini bilmesek de yatağa fazla bağlı kalmadan ölebilir miyiz? Tecrübelerime dayanarak bu konuda görüşümü yazmak istiyorum. Etrafımda yatağa bağlı ne kadar tanıdığım varsa hepsinin genel özelliği vücutlarını fazla çalıştırmaması. Çoğu erken emekli olmuş ya da oğlan kıza karıştım artık. Geçmişte çok çalıştım. Bundan sonra onlar bana baksın deyip köşesine çekilen, abdest ve namaz dışında herhangi bir iş yapmayan kimseler bunlar. Sabah akşam köşesinde oturur. Öğün kaçırmadan yemeğini yer. Her yemekten sonra vücuda çöken ağırlık nedeniyle uzanıp yatar. Bunlar mesaisi ve yapacak bir işi olmadığı için ne yediğinden zevk alır ne de içtiğinden. Buna rağmen vücut çalışmış ve yediğini eritmiş gibi açlık hissi çekerler. Halbuki çektikleri his açlıktan ziyade öyle hissetmeleri. Vücut yorulup yediğini eritmeyince eğer şeker gibi bir hastalıkları yoksa hepsinin genel özelliği kilo almaları ve göbeklerinin çıkması. Yaşadıkları bu hal onlara üşengeçlik ve tembellik olarak geri döner. Az bir yeri yürümeyi dahi gözleri kesmez. Öyle ya bu yaşta yürümemeliydiler. Kendilerini böyle ikna ederler. 

Emeklilik ve yaşlılığımda hiçbir iş yapmayacağım deyip köşesine çekilen bu tipler, aslında farkına varmadan kendilerine ve vücutlarına en büyük kötülüğü yapanlardır. Çünkü hareketsiz ve yorulmayan vücut içten içe çöker, koflaştır ve hantallaşır. Vücudun zekatı olan yürümeyi ve hareket etmeyi uzun süre ihmal eden bu rahatlarına düşkün kimseler oturdukları yerde şuram ağrır, buram ağrır, diyerek kendilerini dinler dururlar. Yok yere kendilerini ilaca verirler. Sanırlar ki dermanları ilaç. Çoğunun önünde bir poşet ilaçları olur. Halbuki çoğunun ilaçlık bir şeyleri yok. Sorun hareketsiz vücut. Hepsi için söylemiyorum ama erken yaşta köşesine çekilen, yeme, içme dışında elini sıcak sudan soğuk suya değdirmemek rahatına düşkün bu kimseleri bekleyen en büyük tehlike, ahir ömürlerini yatağa bağlı olarak geçirmeleridir. Çünkü işlemeye işlemeye vücut işlevini yitirmeye, haliyle zayıflamaya başlar ve tehlikelere karşı koruma özelliği olan vücudun bağımlılık sistemi görevini yapmamaya başlar. En ufak bir tehlikede de yatağa mahkum eder.

Bir de geçmişte çalışmış, emekli olduktan sonra da çalışmaya devam eden ve yaşına uygun işler yapan, gezip dolaşan ve yürüyüş yapan kişiler vardır ki bu tipler kolay kolay yatağa bağlı kalıp ölmezler. Tabir yerindeyse Allah yarı yatakta yarı ayakta iken onların canını alıyor. Bu tipler, işleyen demir ışıldar misali vücudunun hakkını vermişlerdir ve kimseye muhtaç olmadan gitmişlerdir.

Benim bu konudaki gözlemlerim bu yönde. Katılır veya katılmazsınız. Sizlerin aksi yönde yani tezimi çürütecek örnekleriniz olabilir. Bu örneklerin genele teşmil edilemeyeceğini söyleyebilirim. Siz siz olun, şu kadar vakit çalıştım, dinleneceğim deyip köşenize çekilmeyin. Yaşınıza uygun amatör bir meşgale bulun, bu yaşımda işe yarıyorum deyip iç huzuru yaşayın. Çünkü hangi yaş grubunda olursak olalım, miskinlik bize yakışmaz. 

Bir İllüzyon Hali midir Yaşadığım?

Bugün size dilimize Fransızcadan geçmiş, Türkçesi yanılsama olan illüzyon kelimesi hakkında bilgi vereceğim: 

Yanılsama ve gözbağı şeklinde iki anlama geliyormuş illüzyon. 

Ad olarak yanılsama: "Görünüşün gerçek sanılmasına yol açan algı ya da duyu yanılması." demektir. "Mesela, su içindeki küçük balığın büyükmüş gibi görünmesi."

Ruh biliminde terim olarak kullanıldığında, "Var olan nesneyi veya canlıyı yanlış, farklı ya da değişik olarak algılama." demektir. 

Gözbağı (mecazen), "Düşünmeyi ve duyuları yanıltan şey.", bileşik ad olarak, "El çabukluğu ve becerileriyle, gerçekte olmayan bir şeyi oluyormuş gibi gösterme sanatı." demekmiş. 

Kısaca illüzyon veya yanılsama, "Duyu yanılsaması ve yanılsama olarak bilinir. Gerçek bir nesnenin duyular üzerindeki izlenimlerinin yanlış değerlendirilmesi" demektir. 

Bu konuyu ele almamın sebebi, acaba bu yanılsama halini mi yaşıyorum sorusunu kendi kendime sormamdandır. Gerçekten olmayan bazı şeyleri gerçek mi sanıyorum? Görme organım gözlerimde, işitme organlarım kulaklarımda, koklama organım burnumda, tat alma organım dilimde ve dokunma organım derimde bir sorun mu var? Bu organlarım işlevini yitirdi de benim mi haberim yok?

Bildiğim kadarıyla gözümde bir sorun yok. Üstelik 2.75 miyop olarak kullandığım gözlük numaram, 1.5'a düşerek bu yaşımda daha iyi görmeye başlamışım. Akranlarımın ve yaşça benden küçük olanların okumak için yakın gözlüğü kullandığı bir devirde, ben hala gözlük takmadan çıplak gözle okuyabiliyorum. Kulaklarım işlevini bilfiil yerine getiriyor. Üstelik sese duyarlıyım. Yediğim ve içtiğimden zevk aldığıma göre dilimde bir sorun yok. Dokunandan veya bir yere dokunmakla haberdar olduğuma, o şeyin soğuk ve sıcak olduğunu bildiğime göre derimde de bir sorun yok. Koku alma duyumu nispeten kaybettim. Her kokuyu alamadığımı itiraf ediyorum.  

Beş duyu organımdan burun dışında dört duyu organım işlevlerini fazlasıyla yerine getirdiğine göre acaba gördüğümü, duyduğumu yanlış değerlendiriyor, yanlış bir algıya kapılıyor olabilir miyim? Olan bir şeyi olmamış, olmamış bir şeyi olmuş gibi değerlendirme durumum olabilir mi? Kısaca gözlem, değerlendirme, analiz tespit ve anlayışımda bir sorun olabilir mi? Okuduğumu yanlış anlıyor, gördüğümü farklı görüyor ve farklı hissediyor olabilir miyim? Kısaca her yönüyle bir yanılsama hali mi benim yaşadığım? 

Beni tüm bu soruları sormaya ve kendimden şüphelenmeye iten, aynı duygu ve düşünceleri paylaştığım ve aynı iklimden beslendiğim kişilere yabancılaşmam. Acaba ben mi yabancılaştım, onlar mı? Onlar çoğunluk olduğuna, onların sesleri gür çıktığına ve kendilerinden emin konuştuklarına göre acaba bir başına olan ben yozlaşmış olabilir miyim? Zira sözüm yabancılaşmış, fikirlerim yabancılaşmış, yazılarım yabancılaşmış... Üstelik aynı duyarlılıkta da değilim. Bu durum bir alanda değil; siyasi, sosyal, kültürel, dinen ve ahlaken de böyle. Neden-sonuç, sebep-sonuç ilişkilerine bakışımız da öyle. Onlar Hanya’dalar, bense Konya’dayım. Onlar Mersine doğru yol alırken ben tersine gidiyorum. Çoğunluk yanılamayacağına göre öyle zannediyorum, benim hayata bakışımda, olayları değerlendirişimde ve her şeyi algılayışımda bir sorun var. Nasıl böyle oldum, inanın ben de bilmiyor ve anlamıyorum. Yediğim, içtiğimde midir, okuduklarımdan mıdır, bilmiyorum. Bir özeleştiri yapıp kendime geleceğime, koku almayan burnumun dikine gidiyorum ve hepsine ilaveten aynı dili de konuşmadığımızı iddia ediyorum. Kendimi Ashabı Kehf gibi görmem ama yaşadığım şoka bakılırsa, tıpkı onlar gibi uzun yıllar uykuda kalıp, mahallem aya giderken acaba ben yaya kalmış olabilir miyim? Bir başına olmam, bundan mıdır?An itibariyle Yedi Uyurların yaşadığı şoku yaşıyorum zira.  Hasılı yaşadığım bu illüzyon halinden kurtulmam ve tez elden kalabalıkların içine karışmam gerek. Allah aklıma, duyularıma, anlayışıma, istikametime vs. mukayyet versin.

Yandığımın Resmi

Pazar pazar, pazartesi sendromunu yaşarken önüme bir alışveriş listesi kondu. Listenin başında beyaz ve renkli deterjan vardı. Sonrasını okumadım. Bu dert önceki derdimi unutturdu. Vara cumartesi, pazar da çalışsaydım. Pazartesi sendromu da nedir ki dedim. 

Bir düşüncedir aldı beni. Alsam ne kadardır, hangi markette indirim vardır, düşün dur. Komşudan istesek, ekmek ve yumurta değil ki bu. 

Hemen aklıma, biraz kirli giyinemez miyiz, giydiğimizi çıkarıp sonra giyemez miyiz dedim. Pazar pazar soğuk esprileri sevmem dedi ev. Espri yapan kimdi halbuki. Hiç olmadığı kadar ciddiydim üstelik. Bu devirde, bu zamanda alışveriş yapmak büyük cesaret isterdi çünkü.

Daha ben bunları hazmetmeye çalışırken arka arkaya şunlar da lazım denmez mi? Mübarek vur dediysem, öldür demedim ki... (bulaşık deterjanı, un, yumurta, peynir, irmik vs.)

Markete gitmeden, market daha bana vurmadan içimi bir düşüncedir aldı. Ya bu yazımı birileri okursa. Ondan sonra al başına belayı. Çünkü her şeyden nem kapan, niyet okuyan, her şeyi kendine ve bir yere çeken bir güruh türedi bugünlerde. Hemen "Sen hayat pahalılığından dert yanıyorsun. Sen git bu alacaklarını Almanya'dan al bakalım, kaç lira tutacak? 80'den önceki kuyrukları unutmadık daha. Bunu sana hatırlatırım. Tüm bunları ve dış güçleri de ihmal etme..." diyecekler. O yüzden bu yazdıklarımı unutun.

Komşudan isteyemeyeceğime göre içinizde bana, daha önce fazlaca aldığı renkli ve beyaz deterjanı aldığı fiyattan verecek var mı? Veremem diyeniniz olursa, fiyatlar makule ininceye kadar bana birkaç çay bardağı borç verecek olanınız var mı? Bunu da veremem derseniz, çamaşırları size getirsem de sizde yıkansa olmaz mı? Şöyle on, on beş kişi çıksa her birinize bir defa getiririm.

Sözün özü, bilin ki çarem sizsiniz. Eğer siz de çare olmazsanız, yandığımın resmidir. Allah ne beni ne sizi başkasına, eşe-dosta, özellikle namerde muhtaç etmesin, başkasının eline baktırmasın. Altından kalkamayacağımız dert vermesin. Kendi yağımızla kavrulmayı nasip etsin. 09.01.2022

8 Ocak 2023 Pazar

Dedikodu ve Laf Taşımanın Neresindeyiz?

Dedikodu, gıybet ve laf taşımak bu toplumun kanayan yarasıdır. Bu konuyu incelemeden önce birbirinin yerine kullanan bu kelimelerin anlamlarını hatırlatmak isterim.

Dedikodu: Konusu çekiştirme veya kınama olan konuşma, kılükal.

Gıybet: Çekiştirme, yerme, kötüleme, kov.

Laf taşımak: Dedikodu ederek laf getirip götürmek.

Tanımlarda görüleceği üzere dedikodu ile gıybet birbiri ile eş anlamlı iken laf taşımanın bu tanımlara ilaveten yapılan dedikoduyu başkasına götürme ve başkasından getirme yönü var.

Birbirinden farklı ve benzer yönleri olsa da tanımlardan da anlaşılacağı üzere bu üç kavramın olumlu tarafı yok. İki kişinin bir araya geldiği ve laflama esnasında sözün dönüp dolaşıp ortak tanıdığımız kimselere gelmesi ve onlardaki olumsuzlukların konuşulmaması kaçınılmazdır. Pek azımızın kaçınıp çoğumuzun ucundan kenarından girdiği, üçüncü şahıslar hakkındaki olumsuz konuşmanın ne örfümüzde ne değerlerimizde ne de dinimizde yeri vardır. Bu konuda dinimiz, "Bazınız bazınız hakkında gıybet yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? Tiksindiniz değil mi?" demek suretiyle gıybet ve dedikodu yapmayı, ölmüş kardeşinin etini yemeye benzeterek bu kötü eylemden kaçınmamızı emretmektedir.

Ayetin bu benzetmesini ve dedikodunun hoş bir şey olmadığını bilmeyenimiz yok. Buna rağmen ölmüş kardeşimizin etini tiksinmeden yemeye devam ediyoruz. Hatta konuşurken "Dedikodu yapıp günaha giriyoruz ama" deyip üçüncü şahıs aleyhinde hız kesmeden konuşmaya devam ediyoruz. Maalesef bu konuda sınavı alnının akıyla geçen sayımız bir elin parmaklarını geçmez. Çekinmeden ve kaçınmadan yaptığımız bu dedikodudan, konuşan da dinleyen de konuşana destek veren de büyük vebal altındadır. Bu konuda hepimiz günah işliyoruz ama en büyük vebal de imam hatip okullarında veya ilahiyat okuyarak bu işin dini tedrisatını yapmışlar arasından dedikodu yapanlar varsa, bunların yaptığıdır. Çünkü dini eğitim almayanlara göre bunlar kitabi bilgiye sahiplerdir. Yine kendisini dindar ve mütedeyyin kabul edip dinin gereklerini yerine getirdiğini düşünen kimselerin yaptığı dedikodudur. Hele ilaveten sünnetin gereği sakal koyduğunu ve dinin bir farizası deyip başını örten kimseler arasından dedikodu yapanların olmasıdır. Çünkü sakal da başörtüsü de bir simgedir, bir duruşu sergiler. Hasılı dini eğitim yapmış, sakal ve başörtüsü gibi dinin simgesini kullanan ve özellikle beş vakit namazına riayet eden kimselerin bu konuda daha hassas olması, bir ortamda dedikoduya girmediği gibi girenleri uyarma gibi bir görevleri vardır.

Dedikodu ve gıybet yapanların ölmüş kardeşinin etini yeme benzemesinden geçtim. Arkasından konuştukları arkadaş, akraba ve kimselerle karşılaştıkları zaman onların yüzüne nasıl bakabildikleridir, nasıl bir şey olmamış gibi davranabilmeleridir. Bunun için herhalde çok geniş bir mideye sahip olmaları gerekir. Çünkü Allah'tan korkmuyorlarsa, kuldan utanmaları lazım.

Bir an için kaçınamadığımız dedikodu ve gıybetten geçtim. Diyelim ki yanımızda olmayan bir tanıdığımızın aleyhinde konuştuk. Bu konuşma niçin burada kalmıyor da bir başkasına bu lafı taşıyoruz? Çünkü laf taşımanın günahı dedikodu ve gıybete göre daha büyüktür. Çünkü dedikodu ve gıybette sadece günah varken laf taşımada ilaveten iki kişi veya kişilerin arasının bozulmasını en azından kırılmalarını murat etme söz konusudur. Bize düşen, laf taşıyanlara fırsat vermemek gerek. Çünkü bize laf getiren, bizden de bir başkasına götürür. Bu tipler, bu işi meslek haline getirenler en tehlikeli tiptir. Allah bu  kimseleri, meslek edindikleri bu hastalıktan kurtarsın ve bunların şerrinden bizleri muhafaza eylesin. 

Son söz olarak dedikodu, gıybet ve laf taşımanın içinde olmayalım. Hiç kaçınamıyorsak, kendimizi böyle bir ortamda bulmuşsak, en azından konuştuğumuz, katkıda bulunduğumuz ya da dinlediğimiz dedikodu o mahalde kalsın. Tüm konuşulanlar bir kulaktan girsin, diğerinden çıksın. Yapmamamız gereken şey ise getirmek ve götürmekten ibaret olan laf taşımaktır.

İzmarit Sorunu

Bir bağımlılık olan sigaranın; kişinin kendisine, cebine, aile bütçesine, çevresine, sağlığına, hava kirliliğine verdiği sayısız zararının yanında rastgele atılan izmaritleri de çevre kirliliğine  sebebiyet veriyor. Her ülkenin ortak bir derdidir bu nahoş görüntü. Buna rağmen bu soruna bir çözüm üretilmedi. Nihayet İspanyol hükümeti yeni çevre düzenlemesi çerçevesinde "İzmaritleri temizlemek için yapılan harcamaların sigara şirketleri tarafından karşılanmasına karar verdi". Alınan bu karar uygulanır mı, sonuç alınır mı, sokak ve caddeler sigara izmaritlerinden temizlenir mi, sigara şirketleri böyle bir vergiye yanaşır mı, bunu zaman gösterecek. Bu karar uygulamaya geçerse, öyle zannediyorum, sigara şirketleri ödeyecekleri bu vergiyi ceplerinden ödemeyecek, karlarının bir kısmından feragat etmeyecek, tiryakilerin üzerine yansıtacak ve bırakamadıkları bu bağımlılıktan dolayı tiryakiler sigaraya daha fazla para ödemek zorunda kalacak. 

Sigara üzerinden alınacak bu temizlik vergisi, alanında ilk olması bakımından önemli. Bu örnekten hareketle bundan sonra başka çözüm yollarına ülkelerin imza atacağını düşünüyorum. Başka ülkeleri bilmem ama ülkemizde insan trafiğinin çok yoğun olduğu yerlerde izmaritten geçilmiyor. Çiçek ve saksıların içine varıncaya kadar izmarit görebiliriz. Arabasında içip içip kül tablasını yolun ortasına boşaltan araç sahipleri de eksik değil. Hareket halindeyken sigarasını söndürmeden aracından rastgele atan sürücülerimizin sayısı da küçümsenemez. Hatta bazıları kurumuş otlara gelmek suretiyle yangınlara sebebiyet verebiliyor. Kısaca kendisi başlı başına sorun olan sigaranın izmariti de önümüzde bir sorun olarak duruyor. İzmaritleri önlemeye yönelik ne yapılabilir? Bu soruya cevap arayacağım. 

İspanya'da olduğu gibi sigaraya temizlik vergisinin konması bizim ülkemiz için çözüm olacağını sanmıyorum. Hatta tiryakiler bunun vergisi benden çıkıyor nasılsa deyip yerlere daha fazla izmarit atabilirler. Bir diğer husus bizim ülkemizde bir üründen alınan bir vergi ile yetinilmiyor. Çoğu ürünlerde verginin vergisi var. Sigarada da öyle. Yeni bir vergi sigara fiyatlarını daha da artırır. Zaten şu anda bile pahalı olduğu için çoğu tiryaki tütüne ve kaçak sigaraya yöneldi. Bir diğer husus zaten bizim ülkemizde çevre ve temizlik vergisi adı altında belediyelerin mükelleflere yansıttığı bir vergi var. Bu yüzden bu alanda yeniden vergiye ihtiyaç yok. Ayrıca bazı tiryakilerin attığı izmaritin vergisini atmayan tiryakiler niçin çeksin?  

İzmariti yere atanlara yüklü ceza kesme yolu izlenerek caydırıcı bir yöntem uygulanabilir. Bu önerim için kimin attığını bulmak iğneyle kuyu kazmak gibidir denebilir. Bu zorluk istenilirse aşılabilir. Bugün sigara izmaritinin bol olduğu çoğu cadde, sokak ve işyerlerinin önünde kamera ve mobeseler var. Pekala buraları günün belli saatlerinde izlemek suretiyle yere izmarit atan tespit edilip anında veya arkasından ceza yazılabilir. Kişinin eşkali tespit edilemediği takdirde izmariti kimin attığını bugünün teknolojisiyle bulmak kolay. Çoğu zaman adi vakaların failin bulmak için polis zanlıyı izmaritlerden bulabilmektedir. Bu yöntemle tüm izmaritleri analiz etmeye gerek yok. Bu yöntemle birkaç tiryakiye ceza verilir, bunu da basın ve yayın yolu ile umuma duyurulursa, diğer tiryakilerin kendisine çekidüzen vermesi sağlanabilir. Çünkü bu karar insanımıza emsal olur.

Bu konuda şu yöntem de uygulanabilir. Kapalı yerlerde sigara içmeye bir esneklik getirilebilir. Her mekanda sigara içenler için ayrı bir mekan şartı getirilebilir. Bir işletmeye gelen tiryaki de sigarasını belirlenen kapalı mekanda içer ve konan kül tabelasına izmaritini söndürür. 

Tüm bu önerilerin yanında birileri, içmesinler hatta sigarayı çok pahalı satsınlar hatta yasaklansın diyebilir. Parası ne olursa olsun tiryakiyi bundan vazgeçirmek zor. Hiç bulamazsa eskilerin beddua niteliğinde dediği gibi "eşek b.ku içsin" örneğinde olduğu gibi tiryakiler gerekirse bu yola başvurur. O yüzden sigarayı pahalıya satmak ve yasaklamak hiç çözüm değil. Hele yasaklamak sigara ve tütün lobisini karşına alman demektir. Bununla da herhangi bir devletin başa çıkması mümkün değil.  

Sonuç olarak izmaritlerin çevreye verdiği çirkin görüntüden kurtulmak lazım. Tüm yol ve yöntemlerin yanında temizlik bir kültürdür. Maalesef sadece izmarit konusunda değil, yerlere çöp atma konusunda sicilimiz pek iyi değil. Caydırıcı tedbirlerin yanında uzun soluklu da olsa halkı bu alanda yani temizlik kültürünü verme konusunda bilinçlendirmek ve eğitmek gerek. Sadece izmarit değil, yerlere hiçbir şey atmamayı bir kültür haline getirmemiz lazım. Gittiği yeri temiz gören, inanın, kolay kolay be izmarit atar ne de başka bir şey.