27 Kasım 2022 Pazar

Mitinglere Veda Etme Zamanı Gelmedi mi? *

Mitingler özellikle siyasi partilerin vazgeçemediği seçmene ulaşma yollarından biri. Bu vesileyle siyasi partiler seçmenine ulaşır. Yaptıklarını, yapacaklarını, rakiplerine karşı eleştirilerini ve kendilerine karşı yapılan eleştirilere cevap verme imkanına kavuşurlar. Mitingler aynı zamanda siyasi partiler için bir gövde gösterisidir. Vatandaşın mitinge ilgi göstermesine göre rakiplerin gözünün korkutulması amaçlanır. Kalabalığa göre seçimi kimin kazanıp kazanamayacağı üzerine gündem oluşur. Bu yüzden mitingler önemlidir ve gereklidir. Seçmene ulaşmanın başka da yolu yoktur. Çünkü devlet televizyonlarında siyasi parti görüşlerine fazlaca yer verilmez. Partinin iktidar ve muhalefet olmasına göre ana haber bülteninde bir iki dakikalık konuşmasına yer verilir. Hepsi bu kadar.

Bir zamanlar çok ihtiyaç duyulan mitinglere şimdi ihtiyaç var mı? Bence ihtiyaç yok hele her ilde hiç ihtiyaç yok. Çünkü geçmişe oranla özel kanallar çıktı. Her partiyi tutan kanallar var. Bir liderin konuşmasını baştan sona canlı olarak veriyor. Herhangi bir lider bir TV kanalına çıkmak istese, istediği kadar o kanala röportaj verebiliyor. Yani bir parti hiç miting yapmadan pekala seçmenine oturduğu yerden rahatça ulaşıp propagandasını yapabiliyor. Amaç seçmene mesaj vermek ise TV kanalları veya YouTube aracılığıyla maksat hasıl oluyor. Buna rağmen niçin mitingler yapılmaya devam ediliyor? İnanın, çok anlamış değilim. Ne zararı var, bırakın yapsınlar diyebilirsiniz. Bu teknoloji imkanlarına rağmen bu eski yöntemi uygulayan uygulasın. Hiç umurumda değil. Yalnız ülkem adına üzülüyorum. Çünkü getirisinden fazla götürüsü var mitinglerin. En başta masraf ve maliyet demektir, zaman kaybıdır, milli servetin heba edilmesidir, mitingin yapıldığı şehirde sabahtan miting bitinceye kadar miting alanına giden ana arter ve tali yolların kapatılması demektir. Bu da trafiğin sıkışması, hayatın felç olması, toplu ulaşım araçlarının ve özel araçların güzergahının belli bir süre değişmesi ve trafik yoğunluğu demektir. Miting alanını dolduracağız diye ilçe ve çevre illerden seçmek taşımak demektir. Güvenliği sağlamak amacıyla ilin tüm polislerinin seferber edilmesi, çevre illerden polis ve bariyer takviyesi demektir. Seçmen ve polislerin başka il ve ilçelerden taşınması esnasında kaza riskinin olması demektir. Miting alanının parti ve Türk bayraklarıyla süslenmesi demektir. Kısaca her miting eziyet demektir. Yani normal halinde akan hayatın anormale dönüşmesi demektir.

Bu kadar eziyet ve masrafa rağmen mitinglerin o siyasi partiye katkısının olduğunu sanmıyorum. Çünkü ülkemizdeki seçmen dağılımına bakarsak, çoğu seçmen zaten kararını vermiştir. Partisi miting yapsa da yapmasa da oyunun rengi bellidir. Zaten mitinglere oyunun rengi belli olan kimseler gelir. Kararsız seçmenin çok geldiğini sanmıyorum. Eskiden ne söyleyecek acaba diyerek merakla alanlara koşulurdu. Çünkü diğer ilde ne dediğinden kimsenin haberi olmazdı. Şimdi zaten TV'ler aracılığıyla her ildeki her konuşma biliniyor. Mitingde de üç aşağı beş yukarı aynı şeyler tekrarlanıyor. Yani yeni şeyler söylenmiyor.

Mitinglerin seçmen üzerine etkisi konusunda geçmiş seçim dönemlerini hatırlarsak, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. MHP bir seçim döneminde hiç miting yapmadı. Buna rağmen aldığı oy oranı değişmedi. HDP'nin eş başkanı cezaevinde tutuklu olduğu halde cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu. Bu parti hiç miting yapmadığı halde yine aynı oyunu aldı.

Verdiğim örneklerle mitinglere günümüzde ihtiyaç kalmadığına dikkat çekmeye çalıştım. İlla yapılacaksa, sembolik birkaç ilde yapılabilir. Böylece gövde gösterisi yapılmış olur ama her il sevdasından vazgeçilmeli. İnanın, bu teknolojik çağda seçmene ulaşmanın yolu o kadar çok ki. Yeter ki istenilsin. Mesela siyasi partiler propaganda yapmak için TV kanalı kiralayabilir, YouTube kanalı açabilir, sosyal medyayı kullanabilir. Kim ya da hangi siyasi parti seçmene ulaşmak için hangi yolu seçerse seçsin, kabulümdür ama bana göre çağdışı kalmış mitinglerden vazgeçilmeli. 

*30. 11. 2022 günü Barbaros Ulu adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

26 Kasım 2022 Cumartesi

Osman Utkan *

Bugün size bir profilden bahsedeceğim: Osman Utkan. Nizip İHL'den öğrencim olan Nizip doğumlu Utkan, liseden sonra SÜ. İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümünü bitirir. Ardından EÜ. Radyo TV Sinema Anabilim Dalında yüksek lisans ve iletişim bilimlerin de doktorasını yapar. Halen aynı üniversitede öğretim üyesi olarak çalışmakta olan Utkan iyi bir şairdir ve gazetelerde köşe yazarlığı yapmaktadır. Yayımlanmış Yitik Şiirler isimli bir şiir kitabı ve Siyasal Halkla İlişkiler adında bir kitabı vardır. 

Bu profili ele almamda, 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle Osman'ın gönderdiği kutlama mesajının ardından,  aynı gün Kayseri Anahaber gazetesinde İlkokul Çilesi başlıklı gönderdiği yazıdır. Yazıyı dönüp dönüp okudum. Çok etkilendim. Merak edenler için yazının linki: https://www.kayserianahaber.com/-yeni-ilkokul-cilesi-_m5509.html?yazar=2507

Herkes gibi okul hayatı heyecanla başlamış Osman'ın. Müdürü eli sopalı görmüş. İlk teneffüste müdürün bir çocuğu iki kulağından tutup havaya kaldırdıktan sonra çocuğu daha yere indirmeden yüzüne şaplakladığına şahit olmuş. Tüm mesele müdürün dayakçılığı ile kalsa iyi. Öyle bir öğretmene düşmüş ki düşman başına. Varsın düşmanına da düşmesin böyleleri. Günübirlik dayak yemiş. Kendisinden büyük cetvelle ellerine vurmuş da vurmuş. Hızını alamayıp tokatlamış, kafasını tahtaya çarpmış, tek ayak üstünde durdurmuş. Okumaya geçmemesi üzerine bu işkenceler artmış. Tüm bunlar yetmezmiş gibi tembel sırasının en arkasına koymuş. Hızını alamayıp tembellerle arasına bir metrelik mesafe koydurarak geri zekalı muamelesine tabi tutmuş. 

Maruz kaldığı şiddete dayanamayan Osman çareyi okuldan kaçmakta bulmuş. Her gün okul saatinden evden çıkıp başka yerlerde beklemiş. Okul dağılınca eve gitmiş. Ailesi durumu öğrenince zorla okula götürmüş. Gelmediği günün dayağını da ilave etmiş öğretmen. Okula gitmemek için evin damına saklandığı da olmuş. 

Öğretmenin dayakla terbiye etme ve şiddetle okuma öğretme yöntemi, elleri daha doğru dürüst kalem tutmayı dahi beceremeyen Osman'a sökmez. Öğretmen de bu çocuğun yaşı okul çağına uygun mu, acaba bu çocuk hiperaktif mi dememiş, bu çocuk korkudan böyle yapıyor olabilir mi diye hiç kafa yormamış. İki yıl boyunca bu mini minnacık çocuğa tek bildiği şiddet yöntemini uygulayarak öğretmenliğe devam etmiş. Ne çare ki Osman okumaya geçememiş. Ne müdür ne başkası ne de ailesi bu çocuğun derdi nedir, bu çocuktan ne istiyorsun, bırak okuma bilmezse bilmesin dememiş. Çünkü geçmiş anlayışa göre bu çocuğun eti öğretmenin, kemiği ailenindi. Öğretmenin vurduğu yerde gül biterdi. Öğrettiği bir harf için 40 yıl kölesi olmaya değerdi. Zira dayak cennetten çıkma idi. 

Osman'ın kurtuluşu, bu geri zekalı(!) çocuğu öğretmenin sınıfta bırakması olmuş. Belki de öğretmenin Osman'a yaptığı en büyük iyilik bu. Sınıfta kalan Osman yeni öğretmeni sayesinde okumayı söker, ortaokul ve lisede bilgi yarışmalarına katılarak sınıf ve okulunu en güzel şekilde temsil eder. 

Yediği dayaklardan içine kapanan Osman, okuma merhalesinin diğer kademelerinde ne kadar efendi çocuk ne de sessiz iltifatlarına mazhar olmuş. Başkası ne bilsin ki Osman'ın yediği dayaklardan dolayı içine kapandığını, öğretmeni görünce ödünün koptuğunu. 

Aslında Osman'ın başından geçenler 90 öncesi neslin şu ya da bu şekilde çoğu öğrencinin başından geçmiş bir hikayedir. Bu nesle Anadolu'nun sahibi olmayan mazlum çocukları gözüyle bakıyorum. Osman'ın talihsizliği  bazı öğrenciler gibi pedagoji nedir bilmeyen, çocuk psikolojisi ve gelişiminden anlamayan bir öğretmene düşmesi. 

76 doğumlu 46 yaşındaki Osman, 1981 ve 1982 yıllarından bu yana 40 yıl geçmiş olmasına rağmen ilkokul 1 ve 2.sınıfta yaşadığı korku dolu sendrom ve yılları unutmamış ve bir 24 Kasım Öğretmenler Gününe denk getirerek yaşadığı bu travmayı anlatıyor. Nasıl unutsun? Yazarken yediği dayaklar, maruz kaldığı geri zekalı muamelesi bir film şeridi gibi gözünün önüne gelmiş, belki de ağlamıştır. Hayatı boyunca da bu travmayı yaşayacaktır. Bu yazısını sosyal medyada paylaşırken de "Yaşanan her şeye rağmen bütün öğretmenlerimizin günü kutlu olsun" deme nezaketini göstermeyi de ihmal etmemiş. 

Merak ettiğim, yaşadığı bu dramatik hayata rağmen Osman'ın okuduğunu, fakülte bitirip bugün üniversitede öğretim üyesi olduğunu ilk iki sene okutan öğretmeninin bilip bilmediği. Şayet biliyorsa, küçücük bu çocuğa çektirdiği işkencelerden dolayı pişman olup olmadığı, Osman'ı arayıp "Oğlum, sana yaşattıklarımdan dolayı özür dilerim, çok üzgünüm" deyip demediği. Gerçi bu kafa yapısındaki bir öğretmen gönül almaz, nedamet duymaz ve mahcup olmaz. Yanına gidip "Senin geri zekalı muamelesi yapıp her gün dövdüğü çocuk şimdi bir akademisyen. Üstelik şair ve yazar. Bu konuda ne düşünürsün" dense, "Dövmeseydim, okumazdı. Dövdüğüm için başarılı" deyip belki de kendine pay çıkarır. Allah insan psikolojisinden anlamayan, pedagoji bilmeyen bu tür öğretmenlerin elinden çocuklarımızı korusun. 

Son söz de Osman nezdinde cennetten çıkma denilen dayakla terbiye edilmeye çalışılmış, Anadolu'nun boynu bükük milyonlarına olsun. Yaşadığınız travma büyük. Unutulmaz bilirim. Geçmez ama yine de hepinize geçmiş olsun diyorum. Geçmiş bu tip dayakçı ve öğretmen demeye bin şahit lazım öğretmen müsveddelerine rağmen hayatın birçok alanında başarılı oldunuz. Allah başarılarınızı daim eylesin. Sabi yaştaki sizlere dayak atanlar, yaptıklarından utansın. 

*28. 11. 2022 günü Barbaros Ulu adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Temsil Makamı

Devlet memurluğuna atanmada genellikle 18 yaşını doldurma şartı aranır. Yöneticilik gibi daha fazla sorumluluk gerektiren görevlerde ise yaş şartı aranmasa da kıdem aranır. Buna da gereksinim vardır. Çünkü meslekte tecrübe kazanmak önemlidir. Seçme ve seçilme yaşı 18 olmasına rağmen cumhurbaşkanı olmada, üniversite mezunu olma şartının yanında 40 yaşını doldurmak da gerekir. Peygamberler de çoğunlukla bu yaşta peygamber olarak görevlendirilmişlerdir. 

İşe girmede erken yaş tercihi, yöneticilikte belli bir kıdem aranırken cumhurbaşkanlığında 40 yaşını doldurma şartı anayasaya konmuş. Akıl yaşta değil başta dense de Cumhurbaşkanı olmada 40 yaş şartının aranması çok isabetlidir. Çünkü 40 yaş olgunluk çağıdır.  Bu çağ hamasetten ve slogandan uzak, ağırbaşlılığın ön planda olduğu, kararların daha soğukkanlı olarak ele alındığı, olaylara çok yönlü bakıldığı ve tecrübenin konuştuğu çağdır.

Burada Fatih Sultan Mehmet için bir parantez açmak gerek. Zira bazılarınız bu örneği verebilir. 19 yaşında padişah olmuş, 21 yaşında da İstanbul'u fethetmiştir. Çok erken bir yaş. Ama kaç kişi bu yaşta bu sorumluluğu alabilir ve başarı gösterebilir? Yani Fatih özel bir durumdur. Bu konuda söyleyeceğim bir diğer husus, eski insanların 20'li yıllarda gösterdiği olgunluğu bu çağda 35-40'a çıkarmak gerek. 

Konumuza tekrar dönersek, bir il veya ilçede devleti birinci derece temsil etme görevini üstlenen vali, kaymakam, belediye başkanı vb. yönetici ve amirlerde de bazı şartlar olmalıdır. 

* Kırk yaşını doldurma, 

*Askerliğini yapma, 

*Evlilik gibi şartlar konmalı. Çocuk sahibi olma tercih sebebi olmalıdır. 

Evlenip çoluk çocuk sahibi olmamış, evine karşı sorumluluğunu üstlenmemiş, bekar hayatı yaşayan kişilere merkez ve taşrada birinci derece temsil makamında görev verilmemelidir. Kişi; vali, kaymakam, belediye başkanı vs. olmak istiyorsa özellikle evlilik, bekara göre tercih sebebi olmalıdır. Aynı şekilde erkeklerde askerliğini yapma da şart koşulmalıdır. Çünkü şimdilerde pek dillendirilmese de "Askerliğini yapmayan adam yerine konmaz" denir bizim kültürümüzde. 40 yaş şartı da önemsenmelidir. Çocuk sayılabilecek yaşta kişileri temsil makamına getirmek sorunlara sebebiyet verebilir. Çünkü buralar acemilerin acemiliğini atacağı, kırıp dökeceği, egolarını tatmin edeceği, maceradan maceraya koşulacak yerler değildir, çocuk avutma yeri hiç değildir, devleti temsil makamıdır. Devletin ise hata yapma lüksü yoktur. Buralarda görev verilecek kişiler hayatın diğer alanlarında ve mesleğinde iyice pişmesi gerekir. Ev hayatı olmalıdır. Evde kendisini bekleyen çoluk çocuğu olmalıdır. Yaşça olgunlaşmadan, mesleğinde tecrübe kazanmadan koca bir ilin veya ilçenin sorumluluğunu vermek telafisi zor yaraların açılmasına sebebiyet verir. Herkesten de 21 yaşındaki Fatih'in gösterdiği olgunluk beklenmemelidir. 

Bu durum adliyelerde görev yapan hakim ve savcılar için de geçerlidir. Daha doğru dürüst hayatın sorumluluğunu üstlenmemiş, muhakeme gücü iyice gelişmemiş ve alanıyla ilgili tecrübe kazanmamış kişileri okulu bitirir bitirmez adalet dağıtsın diye görev vermeyi çok doğru bulmuyorum.

25 Kasım 2022 Cuma

Maceraperest

—Oğlum, arkadaş ve dost isimlerinin yazılı olduğu ajandamı getirir misin? 

—Hayırdır baba, ne yapacaksın? 

—Lazım getir. Zira ben ne yapacağımı biliyorum. 

—Buyur ajandayı. 

—Sende dursun. Aç sayfaları. Oradaki isimleri oku. Üzerini çiz dediklerimi çiz. Hatta çarpı at. 

—Falan oğlu falan.

—Ama bu senin arkadaşlıktan da öte dostum dediğin biri. Bunu nasıl çizersin? Bir yanlışlık olmasın? 

—Bir zamanlar öyleydi. 

—Şimdi ne oldu böyle? 

—Canım öyle istiyor. Keyfimin kahyası mısın? At çarpıyı. 

—Niye?

—Öyle büyütülecek bir şey yok ama benim bir prensibim ve yol haritam var. Arkadaşlığı ben başlatırım, ben bitiririm. Onunla arkadaşlığı bitirmek istiyorum.

—Aklıma yatmadı ama sen bilirsin. Falan var listede.

—Ona da çarpı at.

—Şu?

—Ona da.

—Fazla kalmadı. Aşağı yukarı tüm yol arkadaşlarını çizdin. Şimdi ne yapayım? 

—Listeye şunları ekle.

—Bunlar mı yeni dostun? Eğer böyleyse bunlara ne kadar güvenebilirsin? Sonra bunlar yolda buldukların değil mi?

—Karışma işime. Sen anlamazsın. Sadece dediğimi yap.

*

—Evlat, şu ajandamı bir daha getir.

—Ne yapacaksın yine? Yoksa yeni ilaveler mi var?

—İlaveler daima olacak. Eski üzerine çarpı attıklarımı bir daha oku. 

—Şu?

—Ona ne zaman çarpı atmışız?

—9 yıl olmuş.

—Yeterli. Kaldır üzerindeki çarpıyı.

—Kaldırdım çarpıyı. Diğerlerinde kiminin 11 yıl, kiminin beş yıl olmuş çarpı atalı.

—Beş yıl dursun. Attığımız çarpı en azından 8-10 yıl dursun.

—Bu çarpıları niye kaldırıyoruz? Yoksa pişmanlık mı duydun?

—Ne pişmanlığı? Ben de asla pişmanlık olmaz. 

—Şimdi nereye gidiyorsun?

—Çarpısını kaldırdıklarımla görüşmeye.

—Ayaklarına mı gidiyorsun?

—Evet.

—Ne yapacaksın?

—Aradaki buzları eritmeye gidiyorum.

—Özür mü dileyeceksin?

—Ne özrü? Ne yaptım ki özür dileyeyim. Bir defa baban hata yapmaz. Yaparsa da kuldan özür dilemez.

—Anlamıyorum. Madem arayı bulacaksın, zamanında arayı niye bozdun? Sormazlar mı burada bir çelişki yok mu diye? Bu arada o arkadaşların mı değişti yoksa sen mi?

—Karşıyı bilemem ama ben asla değişmem. Dün ne idiysem, bugün de oyum.

—Tekrar soruyorum, madem bir değişme yok. Arkadaşlarının birer birer ayağına gideceksin. Yine her şey eskisi gibi olacaksa, bu işi yıllar yılı niye devam ettirdin? Onca gerginliğe değer miydi? Ya bunca yılın zararını nasıl telafi edeceksin?

—Olur gider evlat bunlar. Zarar da olur ziyan da. 

—O zaman niye?

—Niye niye diye sorup durma. Dedim ya yukarıda arkadaşlıkları ben başlatırım, ben bitiririm diye. O zaman öyle gerekti, şimdi böyle. Herkes bunu böyle bilecek. Bu arada sustun. İkna oldun değil mi?

—İkna olmadım. Tek kelimeyle pes diyorum. Zira maceraperestsiniz ve kumar oynuyorsunuz. Kumar da en tehlikeli oyundur.

Kapalı Zarfın Gizemi

—Baba, bu kapalı zarflarda ne var? Niye tutuyorsun bunları? 

—Her bir zarfta edindiğim arkadaş ve dostların isimleri var.

—Baya çok arkadaş edinmişsin. Ne yapacaksın bunları?

—Günü gelince defterlerini dürüyorum.

—Nasıl?

—Canım sıkıldığı zaman bu karışık zarflardan bir tane seçiyorum. Zarftan kim çıkarsa, onunla arayı bozuyorum. Bozmakla da kalmıyorum, o dostumu düşman belliyorum. Ona olan düşmanlığımı sürekli gündemde tutuyorum. Başkalarını da üzerlerine salıyorum. Eski dostum ne yapacağını şaşırıyor ve savunmada kalıyor. Onunla epey bir uğraştıktan sonra yeni bir tanesini seçiyorum. Ona da aynısını yapıyorum. Böyle böyle devam ediyorum.

—Niye bozuşuyorsun? Sana karşı bir kusur mu işlediler yoksa?

—Eh biraz kusurları oluyor.

—Birazcık kusurdan arkadaşlık sonlandırılır mı? İletişim kurarak gidermeye çalışsan. 

—Ben böyle istiyorum. 

—Üzülmüyor musun?

—Aksine zevk alıyorum.

—Neyin kafasını yaşıyorsun baba? Olur mu böyle şey? Böyle giderse arkadaşsız kalırsın. Zira hatasız dost arayan dostsuz kalır.

—Yerine yeni zarf koyuyorum tabi. Bunlar benim yeni dostlarım oluyor. Yani arkadaş bulmada zorlanmıyorum. Zira elimi sallasam ellisi birden sıraya giriyor.

—Yani eski dostlarının yerine yolda bulduklarınla yola devam ediyorsun.

—Aynen öyle.

—Eski dostlarınla bir daha görüşmüyor musun?

—Hemen değil. Yıllar yılları kovalıyor.

—Hemen yapsan?

—O kadar da değil. Biraz ağırdan almak gerek.

—Sonra?

—Düşman belleyip bir kenara koyduğum eski dostlarımla tekrar arkadaşlık kuruyorum.

—Onlar mı senin ayağına geliyor yoksa sen mi onların ayağına gidiyorsun?

—Yerine göre değişiyor. Bazen onlar bazen ben. Ama ağırlıklı olarak ben onların ayağına gidiyorum.

—Bu durum sana ağır gelmiyor mu?

—Niye ağır gelsin? Böyle daha renkli oluyor. Gerilimi severim. Değilse yaşayamam. Zira benim meşgalem bu. 

—Dostlarınla bozuşmaktan dolayı maddi ve manevi kayıp veya telafi edilemez zararlara uğramıyor musun?

—Zarar oluyor ama ben hiç zarar etmem. Ceremesini başkası çeker. Ben her halükârda kazanırım. Kazanamayacağım ata oynamam. 

—Hoş bir durum mu bu?

—Niye hoş olmasın? Onlar da benim gibi akıllarını kullansınlar, zarar görmesinler. Herkesi ben mi düşüneceğim?

—Kendine Müslümansın yani?

—Ne alaka? Ağzımdan ayet, hadis, dürüstlük eksik oluyor mu hiç?

—Kimseyle bozuşmadan yeni arkadaşlar edinip arkadaş sayını çoğaltsan nasıl olur?

—Olmaz oğlum öyle. 

—Niye?

—Ben macerayı, gerilimi, gündemde kalmayı pek severim. Biriyle bozuşup diğerine yanaşma şeklinde bir prensibim var. 

—Prensibim dediğin bu mu senin?

—Evet bu. Anlamadıysan söyleyeyim. Bu konuda parolam, arkadaşlığı ben başlatırım, ben bitiririm. 

—Tamam da çelişmiyor musun?

—Nerede burada çelişki?

—Hem bozuşup hem sonra bir araya gelme çelişki değil mi?

—Evlat, hayatın bir parçası bu. İnsan bugün küser, yarın barışır.

—Yani şimdi dün olmaz dediğini, asıp kestiğini, son sözü söylediğini değiştirmen çelişki olmuyor mu?

—Oğlum, uzatma artık. Benim için hayat dün dündür, bugün de bugündür. Kim ne derse desin. Millet bir şey diyecek diye kişiliğimden ödün mü vereyim.

23 Kasım 2022 Çarşamba

İftirasının İçinde Boğulmak

—Tehlikeli sularda yüzüyorsun. 

—Yüzme bilmiyorum ki tehlikesi olsun. Yüzmek için suya girmeyince tehlike de olmuyor. 

—Sulandırmayalım. Ciddiyim. 

—Ben de hiç olmadığı kadar. 

—Benden söylemesi. Dikkat et kendine. 

—Ne yapıyormuşum ki? 

—Yazılarında kişileri hedef gösteriyormuşsun. Kişiler hakkında yazıyormuşsun. 

—Zinhar iftiradır. Bir defa kişileri hedef almam. Kişilerle ilgili de yazmam. Zira kişilerle uğraşmak basit insanların işidir ve hiç işim olmaz. Yazılarımda yer ve şahıs olmaz. Kişilerin söylem ve yaptıklarını tenkit etme vardır. Tenkitler de ortaya söylenmiş sözlerdir. Yazılarımı okuyan kendinde bu özellikler yoksa hiç üzerine almayacak. Varsa, gocunacak. Çünkü ancak yarası olan gocunur. Zaten gocunulsun diye yazılıyor. Değilse, sayfa doldurmak ve çeşitlilik olsun diye değil. Bu şekil alınganlık gösterenlere de hayırdır, niye alındın yoksa bunlar sende var mı diye sormak gerekmez mi? Hasılı sözüm ortayadır. Sahibi alacak ve demek ki böyle bir görüntüm var diyecek. Bunlar ayıplı bir durum ise kendisine çeki düzen verecek. Çok hoşuna gidiyorsa, bu benim ben diyerek kendini açık edecek ve kendisiyle gurur duyacak. 

—Devlet aleyhine yazı yazdığın söyleniyor. 

—Bu da iftiradır. Ben bu devletin bayrağı altında yaşıyorum. İnsanın devleti aleyhine yazı yazması için aklını peynir ekmekle yemesi lazım. Bugün ev ve işyerlerimizde rahat edebiliyor, bir yerden bir yere güvenle gidebiliyorsak, yani kendimizi emniyette hissedebiliyorsak, devlet sayesindedir. Birçok imkanlar ve hizmetler ayağımıza geliyorsa, yine devletin sunduğu imkanlar sayesindedir. En kötü devlet devletsizlikten iyidir. Ayrıca devletin dili yoktur. Ondan kötülük sadır olmaz. Zira tüzel kişiliktir. Devlet adına suç işleyenler, üzerine aldığı emaneti bihakkın yerine getirmeyenler görevlerini yapmadıkları için eleştirilir. Hasılı kim ki devletin aleyhinde yazıyor derse, ancak iftira etmiş olur. İftira atan ancak kalbini diline yansıtır, karnından konuşmuş ve niyet okuyuculuğu yapmış olur. İyi niyetle de bağdaşmaz. Esas hedef gösterme budur. 

—Kurumların aleyhine yazmana ne demeli? 

—Devlet hakkında ne düşünüyorsam, kurumlar hakkında da aynısını düşünürüm. Kurumlar bizlere hizmet için vardır tıpkı devlet gibi. Bize hizmet için var olan kurumları kötülemek yediği kaba pislemek demektir. Kurumlar adına eleştiri varsa, o kurumları yöneten amir ve memurların işini savsaklaması dolayısıyladır. Görevini mevzuat çerçevesinde yöneten kişiler ancak takdir edilir, değilse tekdir edilir. 

—Hakkındaki isnatlara genel olarak ne dersin? 

—Tüm bu isnat ve iftiraların arkasında belli ki birileri benim yazılarıma bel bağlamış. Yazılarımı geriye dönük didik didik okuyarak bir umut bir şeyler bulmaya çalışıyor. Belli ki benimle ilgili bir kuyruk acısı var. İftirasının arkasında da bana duyduğu amansız kin ve intikam duygusu olmalı. Beni günah keçisi olarak seçmiş belli ki. Tüm bunları yaparken burnundan kıl aldırıp kendi ile yüzleşmiyor. Sonuç alırsa acısını ne kadar dindirir bilinmez ama belli ki sevinecek. Unutmasın ki niyet okuyuculuğu yapıyor, karnından konuşuyor. Efendi olmak istiyorsa bilsin ki bu yaptıkları efendiliğe yakışmıyor tıpkı dedikoduculuk yakışmadığı gibi. Bilsin ki iftira atanlar attıkları iftiraların içinde boğulurlar.

Gücünü Makamından Alan Tipler

Hemen hemen her konuyla ilgili birden fazla fıkralarımız mevcuttur. Çünkü fıkra kültürümüzün bir parçasıdır. Fıkralar, anlatılan konuya ayrı bir renk ve hava katar. Yeter ki yerinde, zamanında ve kıvamında anlatılsın. Güldürürken düşündürür. Çünkü her fıkra ve hikayeden alınacak kıssalar vardır. Aynı fıkra bazen farklı farklı konularda da anlatılabiliyor. 

Toplumda fıkra sevmeyenimiz yoktur. Yeter ki kişi düz kontak ve anlatılan her fıkrayı üzerine alınacak kadar alıngan biri olmasın. Düz kontak fıkra sevmez. Çünkü anlamaz. Anlamadığını da kabul etmez. Alıngan ise fıkranın mesajına odaklanacağı yerde paratoner gibi üzerine çeker. Gülüp geçeceği ve gülerken hisse alacağı yerde kırılganlaşır. 

Bu kısa açıklamanın ardından herhangi bir konudan bahsetmeden bir fıkra paylaşacağım. Fıkrayı, kulakları çınlasın, fakültede Orhan Çeker'den dinlemiştim. Orhan Hoca da derslerde yeri geldiği zaman konuyla ilgili fıkralara yer verirdi. 

"Keçinin biri dama çıkmış. Aşağıdan kendi halinde geçip gitmekte olan kurda çemkirmeye başlamış. Ağzına geleni söylüyormuş. Hakaretin bini bir para. Bağırıp çağırıyormuş. Sana şunu yaparım, bunu yaparım şeklinde tehditler savurmuş durmuş. 

Tüm bunları aşağıda dinleyen kurt sağına soluna bakmış. Sonra kafasını yukarıya kaldırmış. Elini ağzına götürerek sus işareti yapmış. Ama keçi bu. Laftan sözden anlar mı? Konuşmaya yine devam etmiş. Kurt damdaki keçiye; bak, milletin içinde yapma bunu demiş ama keçi yine saydırmaya devam etmiş. Kurt, biliyorum biliyorum, bu lafları sana söyleten senin keçiliğin değil, bulunduğun o makamdır. Bunları sana orası söyletiyor, bana da dinlemek düşüyor ama şu anda yapılacak bir şey yok. Sen oradan ininceye kadar sabredeceğiz sana." demiş.

Fıkradan ne mesaj aldınız, aldığınız bu mesajı nerede kullanırsınız bilmiyorum. Bildiğim, fıkra anlatıldıktan sonra vermek istediği mesaj şudur denmez. Çünkü arif olana tarif gerekmez, vermek istediği mesaj şudur denmez ise de hoşgörünüze sığınarak fıkrayı biraz irdelemek istiyorum. Fıkra, oturduğu makamın altında ezilen, makamının hakkını veremeyen, elindeki makamın verdiği yetkiyi hoyratça kullanan, kendini ispatlamaya çalışan, makam budalası, burnu havada, ben yaptım oldu diyen ve ne oldum delisi makam sahiplerini anlatıyor. Buradaki dam makamı, keçi de makam sahibini temsil ediyor. Aşağıdaki kurt da vatandaş ya da makam sahibinin memurudur. Kurda göre daha zayıf olan keçiyi, bu şekil davranmaya iten sebep, keçinin gücünü makamdan almasıdır. Oturduğu koltuğa hak etmeden birilerinin referansıyla gelen kimseler, egolarını altındaki memurları ezerek gösterirler. Tüm güçleri, oturdukları makamla sınırlıdır. Bunlar makama güç veren değil, gücünü makamından alan kişilerdir. Makamdan indikten sonra keçiliği gider, kuzuya dönerler ve yalnızlara mahkum olurlar. Kuzuya dönmemek için de makamda tutunmaya çalışırlar. Makamlarına işeseler dahi o koltuktan kalkmazlar.

Aslında makam yükseldikçe o makamda oturan kişiler, meyve veren ağaç misali, insanlara ve memurlarına daha yakın daha sevecen ve daha babacan olurlar. Kendilerine ulaşmak da kolaydır. Gücünü makamdan alan makam sahipleri ise meyve vermeyen ağaç gibidirler. Burunları havada ve tevazuudan eser yoktur. Kendilerine ulaşılması zordur. Kapısında bekletmekten zevk alırlar. Yardım etmedikleri gibi burunlarını her şeye sokarlar. Her şeyi en iyi ben bilirim havasında olurlar. İnsanlarla ve memurlarıyla kedinin fareyle oynadığı gibi oynarlar. Son dakika golü atmaktan, işleyişe çomak sokmaktan zevk alırlar. Kendilerinden başka herkes yatıyor, çalışmıyor. Yalnız kalmaktan pek korkarlar. Bu yüzden bir orada bir burada olurlar. Gittikleri yerde de ağır azam durmazlar. Huzuru başkalarının huzurunu bozmakta bulurlar. Her şeye maydanoz olmayı, kendilerinden altta olanlara parmak sallamayı pek severler. Çünkü onlara göre başkaları işlerini düzgün yapmıyor. Kendileri olmasa millet araziye uyar, o kurumu b.k götürür. Bu yüzden kendilerinin olması ve Allah vergisi zekaları sayesinde herkesi yola getirebiliyorlar. Akıl ve zekalarına aşık, kendilerini vazgeçilmez sanan bu tipler, düşman başına diyeceğim ama bazen burnunun ucunda bitebiliyorlar. Allah, kendisiyle ve çevresiyle barışık, gittiği yere huzur ve güven veren, vardığı yere pozitif enerji veren iyi makam sahibi kişilerle karşılaştırsın.