9 Kasım 2022 Çarşamba

Beşikten Mezara

Yeni öğretim yılında en büyük yenilik 3, 4 ve 5 yaşındaki çocukların ana sınıfına kazandırılması. Bakan bu konunun üzerinde çok durdu hala da durmaya devam ediyor: 5 çocuk olan yere ana sınıfı açtırdı ve öğretmen atadı. 5 sayısının altında olan yerlerdeki öğrencileri de taşıma kapsamına aldı. Taşınma imkanı yoksa gezici öğretmen planlamasına imkan verdi. Bu azminden dolayı Bakan büyük bir teşekkürü hak etti.

Ülkenin bunca sıkıntısı içerisinde Bakan, ana sınıfına niye bu kadar önem vermiş olabilir? Bakan biliyor ki çocuğun başarısı küçüklüğüne bağlı. Çocuğu ne kadar küçük yaşta okullu yapabilirsek, anne babaların elini rahatlattığı gibi küçük yaşta ana kuzusu çocukları anne ve babaların elinden alarak yeni neslin öğretmenlerin eseri olmasını istiyor. Ağaç yaş iken eğilir misali çocuklar eğitilirken anneler de çocuğuma kim bakacak endişesi taşımadığı için çalışma yolunu seçecek. Bu da ülkeye yeni katma değer demektir. Böylece çalışan kadın sayısında artış olacaktır.

Anlayacağınız Bakan'ın bu çalışması benim ufkunu açtı. Ahir ömrümde nöbet senin denir ve eğitim bakanlığı şahsıma tevdi ederse, Bakanın açtığı bu çığırda yürüyeceğime söz veriyorum hatta bir ilerisini düşünüyorum. Bu projemi bakan olmadan açıklamam uygun değil ama memleket sevdalısı olunca duramadım. Neler yapacağım?

Okullu yapmak için çocuğun üç yaşına gelmesini beklemeyeceğim. Çocuğun eğitimi anne karnında başlar ve 0-3 yaşında duyduğu, gördüğü her şeyi alır. Tüm kişiliği bu yaş diliminde aldığına göre şekillenir tespiti gereğince, anne hastanede doğum yapar yapmaz, ebe ve doktorlar çocuğu anneye vermeyecek. Orada hazır bekleyen ana sınıfı öğretmenlerine verecek. Onlar da çocuğu alıp yetiştirmek üzere sınıfına götürecek. Yani çocuğun eğitimi anne ve babaya bırakılmayacak kadar önemlidir. Sıfır yaşından itibaren iyi bir şekilde yetişen çocuk, iyi bir temel atılınca çok başarılı olacak ve yerlerde sürünen eğitimimiz doludizgin koşacak hatta uçacak. Anne baba çocuğunu görmek isterse okula gelip görebilecek. Çocuğum akşamları ve hafta sonları da okulda kalacak derse çocuk okulda anasınıfı öğretmeni nezaretinde kalacak. Çocuğunu emzirmek isteyen anne okula gelip çocuğunu emzirecek. Yok, ben gelemem diyen olursa, okul idaresi bir araç tahsis ederek emzirmek için çocuğu annesinin istediği yere götürüp geri getirecek. Anasını öğretmenleri üç vardiya çalışacak. Okulda hayat 24 saat devam edecek. Böylece annenin gözü arkada kalmayacak, işine odaklanacak ve iş verimi artacak. Bu da ülkeye katma değer demektir. Hasılı parolamız, siz yeter ki doğurun. Çocuğunuza biz bakalım ve çocuğunuz beşikten mezara ilim öğrensin olacak.

Büyük Laf Etmenin Zorluğu

Samsun 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapan Mehmet Okuyan’ın ismini duymayanınız yoktur. Kur’an’ı Kerim bilgisi herkesin malumu. Kur’an talebesi olarak adlandırır kendisini. Bundan dolayı kendisini sevenler çok olduğu kadar hadislere fazla yer vermemesinden dolayı sevmeyenleri de çoktur. İsteyen sever isteyen sevmez. Fakat sevmemenin ötesinde kendisinden nefret edenler de var. Bu nefret edenlerin kahir ekseriyeti de Okuyan’a karşı ön yargılı.

Kur’an-ı Kerim’e vukufiyetinden dolayı sevenleri tarafından Türkiye’nin her bir köşesinden davet alarak Kur’an üzerine zaman zaman konferanslar verir Okuyan. Konya’ya da kaç defa gelmiştir. Okuyan’ın her Konya’ya gelişi olay olmuştur. Çünkü konferansçının Okuyan olduğunu duyan her salon sahibi ya salonunu vermeye yanaşmıyor ya da salonunu vermişse de iptal etme yoluna gidiyor. Güç bela küçük-büyük bir salon bulunarak konferansını verip gitti bugüne kadar. Verdiği tüm konferanslarında da tutulan salon dopdolu oldu. Aslında Okuyan’ın konuşmasını istemeyenler tüm Konya’yı kapsamıyor. Karşı çıkan, sesleri çok çıkan küçük bir grup.

Yine böyle bir konferansında bir dinleyici Mehmet Okuyan’a “Salon konusunu” sordu. Okuyan hiç üzerinde durmadı. “Boş verin salonu. İşte bulduk bir salon. İşimize bakalım. Biz işimizi yapacağız, birileri de görevini. Unutmayalım ki herkes kalıbına göre iş yapar” dedi. Ardından “Size tavsiyem, sadece beni değil, herkesi dinleyin, her kitabı okuyun. Hatta şeytanın kitabı da olsa okuyun. Okuyun ki şeytanın ne menem bir şey olduğunu öğrenin, onunla mücadele edecekseniz görüşlerini bilin. Değilse nasıl mücadele edeceksiniz” şeklinde konuşmasına ilave etti.

Mehmet Okuyan’a karşı toplumun bir kesiminde büyük bir ön yargının olduğu kesin. Bu ön yargı sadece Okuyan konusunda değil hemen hemen her alanda var. “Ben şu kanalı asla izlemem, ben falanın yazısını asla okumam, falan partiye hiç oy vermem, falanla asla görüşmem…” gibi peşin hükümlerimiz var. Hangi kanalı izleyeceğini, kimin yazısını okuyacağını, hangi partiye oy vereceğini, kiminle görüşüp kiminle görüşmeyeceğini insanın kendisi karar verir. Bir tercih meselesidir. Saygı da duymak gerekir. Ama kesin ifadeler kullanmanın doğru olmadığı kanaatindeyim. Çünkü devir dönüyor, bir zaman geliyor ki bir bakmışsın, insanoğlu kesinkes ifadelerle yapmam diyerek kapattığı kapılardan girebiliyor. Doğrusu da girmesidir aslında. Burada doğru olmayan, kesinlik ifadelerle tüm kapıların kapatılmasıdır. Bu da çelişkiyi beraberinde getirdiğinden topluluk nezdinde kendisini zor duruma sokuyor. Çünkü yarının bize ne getireceğini ne tür şeylere ihtiyaç duyacağımızı, kimlerle oturup kalkacağımızı kimlerle iş tutacağımızı, kimlere muhtaç olacağımızı bugünden kestirmemiz mümkün değil. Zira hayat sürprizlerle dolu. Özellikle siyaset sahnemiz bu tür tenakuzlarla dolu. O yüzden büyük lokma yiyip büyük laf etmemek lazım. Rakiplerle seviyeli iletişim yolunu her daim açık tutmak gerek. Çünkü her büyük laf hareket alanımızı daraltır.

Beni Eleştirir misin?

—Babacığım, Allah vergisi olsa gerek, mükemmel bir yapım var. Sevip sayanım da çok. Yoktur da yine de ben sorayım. Var mı bende bir eksiklik ve yanlışlık?  

—Bu soruda ciddi misin evlat?

—Ciddi olmasam niye söyleyeyim? 

—Yani beni eleştir diyorsun?

—Evet.

—Hayret! Hiç beklemiyordum senden bunu? 

—Niye ki? 

—Hem Allah vergisi hem mükemmelim hem yoktur eksikliğim diyorsun. Diğer taraftan da var mı diyorsun? Sanırım laf olsun diye soruyorsun. Çünkü bu kafayla senden hata sadır olur mu? Sanırım sütten çıkmış ak kaşıksın ve bulunmaz Hint kumaşısın dememi bekliyorsun. 

—Öyle değil miyim?

—Bırak oğlum bu kafayı.

—Tamam, eleştir. 

—Bak sonra kızmak, alınmak ve darılmak yok.

—Yok baba.

—Söz mü?

—Söz.

—Hiç eğip bükmeden değil mi?

—Evet.

—O zaman günah benden gitti. 

—Lütfen!

Bir defa çok konuşuyorsun. Bu da saygınlığını yok ediyor. Az konuş ki gören ağır azam bilsin. Her şeye karışıyorsun. Bu, her şeye maydanoz olman demektir. Maydanozun kıymetini bil biraz evlat. Her şeyi en iyi kendinin yaptığına kendini inandırmışsın. Yok böyle bir dünya. Kendini vazgeçilmez sanıyorsun. Ben olmazsam tufan demeye getiriyorsun. Bil ki kimse vazgeçilmez değildir. Mezarlıklar kendini vazgeçilmez sananlarla dolu. En son söyleyeceğini en başta söylüyorsun, kırıp geçiriyor, kükrüyor, herkese meydan okuyorsun. Kırmızı çizgim budur diyorsun. Bunun sonucunda kaç Basra'yı birden harap ediyorsun. Yıllar geçtikten sonra bir bakmışsın 180 derece dönmüşsün. Geçmişin bu şekil u dönüşlerinle dolu. Dün ak dediklerine bugün kara dediklerin hakkında kitap yazılsa kaç ciltli kitap olur. Ne omurgan kaldı ne de duruşun. Herkese laf yetiştiriyorsun. Bu neyin kafası evlat böyle? İstişareyi bırakalı çok oldu zaten. Çünkü ben bilirim hem de en iyisi psikolojisine kapılmışsın. Sen böyle değildin. Ne ara böyle oldun. Yanında kimse kalmadı. Niye böyle oldu diyeceğine hep suçlu arıyorsun. Dün düşman bellediklerinle dost, dost bildiklerinle düşman olup çıkıveriyorsun. Gidenlerin yerine yenilerini koyarak yola devam edeceğini sanıyorsun. Bil ki yaptığın iş bir takım oyunudur. Takım oyunu da bugünden yarına oynanacak bir oyun değil, uzun zaman gerekir. Seni sevenler, hep yanındakilerden diyerek sana toz kondurmuyorlar ve senin bu olup bitenlerden haberinin olmadığını söylüyorlar. Tüm bunlara rağmen çok seviliyorsun. Sevenlerin etrafını sevgi duvarıyla örmüş durumdalar. Bence kafanı bu sevgi duvarından çıkarıp dışarıya bir bak. Kafanı da kumdan çıkar. Sevenlerinin yanında nefret derecesinde sevmeyenlerin de çok. Bence bunlara açıl. Beni niye sevmiyorlar diye bir güzel araştır. Bil ki yaşadığın hayat sana gösterildiği gibi toz pembe değil. Bu duvarı aşamadığın ve güvenilir insanlardan sağlıklı bilgi almadığın müddetçe eriyip gideceksin. Tüm bunların farkında olmalısın. Değilsen bu daha vahimdir. 

—Bu söylediklerine bakılırsa eksik yönlerim çok. Hiç beklemiyordum. Açıkçası beni övmeni bekliyordum.

—Övgüler geçmişte kaldı evlat. Bugün hala seviliyorsan geçmiş müktesebatın sayesindedir. Dikkat et, bu müktesebatı bitiriyorsun. Dost acı söyler misali baban olarak sana bunları söylüyorum. Sevenlerinin alkışlarından ziyade dostane eleştirilerde bulunanlara kulak ver. Sana gerçekleri söylemeyenlerden uzak dur. Zira onlar iyi gün dostudur. Tercihin kara gün dostu olsun.

—Aslında birçok şeyin farkındayım. Zaten hırçınlığım da bundan. Bu aşamada nereden başlayabilirim?

—Önce bir güzel tatil yap. Burada kafanı dinlendir. Dinlenirken de kendinle, yaptıklarınla ve yapamadıklarınla yüzleş. Çünkü her tatil her dinlenme ve her uyku her yüzleşme yeni bir başlangıçtır. Sonra hatalarını telafiye başla. Hatalarının hepsini telafi edemesen de telafi edebileceğin iradesini göster önce. Arkası gelecektir.

8 Kasım 2022 Salı

Bir Yabancı Gözüyle Biz *

Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi* ismini ilk defa duydum. Tarih-i İslam isimli eserinin 535-536.sayfalarında bir yabancının Türklerle ilgili gözlemlerine yer vermiş. Sosyal medyada okuduğum bu gözlemi sizlerle paylaşmak istedim:

“Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce manasıyla çok din aranmamalıdır.

Türklerde namaz günlük vazifelerdendir. Kendiliğinden anlaşılır ki, bu vazife elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi yerine getirilir. 

Eskiden beri alışılmış bir adet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun namaz kılınır. 

Bir şahıs az nazik bir hikâye anlatır: 

O sırada müezzin ezan okumaya başlar. 

Hikâye anlatan hikâyeyi keser, namazını kılar, sonra hikâyesine kaldığı yerden devam eder.

Bir tacir yalan söyler, aldatır sonra namaz kılar sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder.

Bir paşa vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. 

Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder. Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alâkası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez hiç kimse bundan arlanmaz. Herkes kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur…” (Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi; Tarih-i İslam, s. 535-536)

Bir yabancı gözüyle Türkler böyle imiş. Siz nasıl buldunuz bilmiyorum ama bana ilginç geldi ve yabancı nokta atış yapmış. Bu gözlemden adet ve alışkanlık haline getirilen namazın asıl amacına ulaşmadığını, Türk ve Müslümanların namaza önem verdikleri kadar ahlaki yöne önem vermediğini anlatmak istediğini anlıyorum. Hoş, Türklerin dışındaki diğer Müslümanların da bizden farklı olmadığını düşünüyorum. Yabancının bu gözlemine katılır veya katılmayız ama bir gerçek var ki dışarıdan bize bakan bizi böyle görüyor. Farz edelim ki böyle değiliz ama unutmayalım ki anlatamadığımız doğru, doğru değildir. Her ne kadar tüm yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın hesabını Allah'a verecek olsak da insanlar nezdinde karşı tarafın anladığı kadarız. Demek ki böyle bir algı var. Bu algıyı değiştirmek de bizim elimizdedir. 

Gözleme eleştirim, Türkler böyle denerek bir genelleme yapılmış kısmınadır. Bu genellemeyi yanlış buluyorum. Çünkü her Türk ve her Müslüman bu şekil değil. Kıldığı namazın hakkını vermekle beraber işini düzgün yapan insanımız da vardır. Ama bu şekil olanların sayısının az olduğunu söyleyebilirim.

*“Filibe doğumlu olan Ahmed Hilmi bu nedenle Filibeli Ahmed Hilmi olarak anılmıştır. Babasının görevi (şehbender/konsolos)nedeni ile de Şehbenderzade olarak anılır. İlk eğitimini Filibe'nin müftüsünden alan Ahmed Hilmi, daha sonra ailesiyle birlikte İzmir'e taşınmıştır. Eğitimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladıktan sonra Duyunu Umumiye’de çalışmaya başlamış, Beyrut'a atanmıştır. Siyasi bir mesele nedeniyle Beyrut'tan Mısır'a kaçmış, 1901'de tekrar İstanbul'a dönmüş fakat Fizan'a sürülmüştür. Tasavvufa olan ilgisi büyümüş, özellikle Vahdet-i Vücut düşüncesine inanmaya başlamıştır. Tasavvufi yönü fikirlerini büyük oranda etkilemiştir. Ekim 1914'te zehirlenerek ölmüştür. Zehirlenmesinin nedeni bilinememektedir. Masonlukla ve Siyonizm’le mücadele eden ilk kişilerdendir. Dolayısıyla ısrarla karşı çıktığı ve düşmanı olmuş masonlarca zehirlendiği söylenmiştir. Ancak masonlarca zehirlendiği iddiaları ölümünden bir süre sonra ortaya atılmıştır. Gerçek ölüm nedeni bakır zehirlenmesidir”. (Wikipedi)

*11/11/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

7 Kasım 2022 Pazartesi

Banka Promosyonları *

Bankalar nicedir çalışanların maaşlarını kendi bankaları aracılığıyla vermek için kurumlarla genellikle üç yıllık maaş anlaşması yaparak karşılığında da her bir çalışana peşin ya da taksitle ödeme yapıyordu. Buna da promosyon anlaşması deniyor. Bu tür anlaşmalarda çoğu bankalar peşin ödemeye pek yanaşmaz hatta angarya olarak gördükleri için maaş anlaşmasına da pek sıcak bakmazlardı. 

Bugünlerde bankalar çalışanların maaşlarını kendi bankaları aracılığıyla vermek için kesenin ağzını açtı. Yüksek rakamlar havada uçuşuyor. Üstelik defaten veriyor. Verilen rakamlar haberlere bile konu oluyor. Anlaşmasını daha önce yapan kurumlar ilgili bankalarıyla görüşerek güncelleme istiyor, bazısı da sözleşmeyi iptal yoluna gidiyor bazı kurumlar da tüm personeli dahil etmek suretiyle promosyon anlaşması yaparak dağıtılan pastadan daha yüksek pay almak istiyor. 

Önceki yıllara oranla bankaların yüksek promosyon teklif etmesi, bankaların daha çok kazanıyor olduğu anlamına geliyor. Bu yüzden uçuk kaçık rakamlara imza atılıyor. Değilse niye yüksek meblağları telaffuz etsinler.

Kurumlar bankalarla maaş anlaşması yaparken bir taraftan da promosyon caiz mi sorusu soruluyor. Bu konuda birbirinden farklı fetvalar veriliyor: 

"Ne helaldir ne haram. Şüpheden ari değildir. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek olanların, aldıkları promosyonu kendisine ve aile efradına harcamaması, bunun yerine bir ihtiyaç sahibine vermesi uygun olur." (Diyanet İşleri Başkanlığı) 

Bir başkası, kişinin çalıştığı iş yerinin kendisine ait bir bankası varsa, bu bankanın verdiği promosyonu caiz görürken başka bankalardan alınan promosyonu ise caiz görmemektedir. Bu fetvaya göre alınan promosyonun caizliği; her kurum, kuruluş veya özel sektörün kendisine ait bankasının olması. 

Bunun dışında promosyona caiz diyenler olduğu gibi caiz değil diyenler de var. Ne alın ne almayın deriz diyenler de var. 

Burada promosyonun helal veya haram olduğunu, bu fetvanın uygun olup olmadığını söylemeyeceğim. Zira kendimi bu konuda yeterli görmem. Yalnız bu ve faiz konusunda verilen fetvaların birbiriyle uyumlu, makul ve anlaşılabilir olması gerektiğini düşünenlerdenim. Örnek vermek gerekirse, parasını 3-6-9-12 aylık vadeyle bankalara yatıranlara devletin verdiği kur garantili TL'ye, hibe fetvası verilirken nedense maaş anlaşması yapması sonucu, banka tarafından verilen para hediye veya hibe olarak değerlendirilmiyor. Halbuki kur garantili TL'de mudiler paralarını faize yatırıyor. Sürenin sonunda, alınan bu faiz döviz kurunun altında kalıyorsa, kurdan kaynaklanan farkı hazine ödüyor. İşte bu ilave farka hibe denirken bankaların verdiği promosyona aynı şekilde hibe gözüyle bakılmıyor. 

Bir diğer husus, "Temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek olanların, promosyonu kendisine ve ailesine harcamaması gerektiği" kısmına gelince, temel ihtiyaçtan kastedilen nedir? Bildiğim kadarıyla fıkıh kitaplarında örnek verilen haceti asliyenin kapsamı günümüzde daha genişlemiştir. Dün lüks olarak görülüp temel ihtiyaç olarak görülmeyen birçok şey bugün temel ihtiyaçtır. Kişiden kişiye bu ihtiyaçlar da değişebilmektedir. Diyanet, oldu olacak, günümüz temel ihtiyaçlarını da bu fetvada belirlerse  daha iyi olacak.

Bir diğer husus, promosyon hakkında fetva verilirken, fetva kurulu, etkili ve yetkili kurum ve kuruluşların belirlediği açlık, yoksulluk ve fakirlik sınırını dikkate alsa daha iyi olacak. Mesela, geliri açlık ve yoksulluk sınırının üstünde olanların promosyon almasının caiz olmadığı, altında alanların ise promosyonu alabileceği şeklinde bir fetva daha makul görülebilirdi.

Sonuç olarak fetvalar dinin kendisi olmayıp, dini bir görüş olsa da aynı konuda farklı fetvalar vatandaşın kafasını karıştırmaktadır. Bu yüzden promosyon konusunun yetkili organlarca masaya yatırılması, bu konunun çok yönlü ele alınması aciliyet ve elzemlik arz ediyor. 

*09/11/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Tolstoy'dan Dersler *

1. Öyle horozlar vardır ki öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.

2. Hayat ne gideni geri getirir ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.

3. Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin.

4. İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir.

5. Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder ama hiç kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez. Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.

6. Varlığı bir şey kazandırmayan insanların, yokluğu hiçbir şey kaybettirmez.

7. Ne diye şeytana kızarsın? Bir iyilik yap da o sana kızsın.

8. Bil ki yaşadıklarınla değil, yaşattıklarınla anılırsın. Unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.

9. Bir insanı bulunduğu mevki ile değil, göz koyduğu mevki ile ölçmek gerekir.

10. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır.

11. Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.

12. İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır.

13. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür.

14. İnsanların çoğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.

15. Kimse, kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir. Bilmelisin ki küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin.

16. Birine çamur atmadan önce iyi düşün ve sakın unutma! Önce senin ellerin kirlenecek.

17. Başkalarının hayatından ders alın. İnsan, bütün hataları kendisi yapacak kadar uzun yaşamıyor.

*12/11/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

6 Kasım 2022 Pazar

Aksi Oğlan

—Baba, sana ihtiyacım var. Konuşmamız lazım. 

—Hayırdır evlat. 

—De haydi ne derdin varsa. 

—Telefonda olmaz. 

—O zaman atla gel.

*

—Hoş geldin evlat. 

—Sağ olasın baba. 

—Moralin bozuk gibi. 

—Öyle baba. 

—Söyle moralini bozan şeyi.

—Nereden başlasam bilmem ki? Şu kadarını söyleyeyim. Sana kırgınım. 

—Ben ne yaptım evlat?

—Hani ben işe başlarken yaptığın nasihatler vardı ya. 

—Eee? 

—Dediklerini harfiyen uyguladım.

—Yapma. Vah başıma gelene. 

—Sen dedin. Ben yaptım. Maalesef kırdım döktüm. Tamiri de mümkün değil.

—Ay oğlum, ben sana onları yapmayasın diye söylemiştim. 

—Nasıl yani? Bunları yap ki ben de seninle gurur duyayım dememiş miydin? 

—Kendini bilmezmiş gibi konuşma ve günah keçisi arama. 

—Sana göre ben nasıl biriyim?  

—Aksisin evlat. Bugüne kadar ne dediysem hep tersini yaptın. Bundan hareketle tersini söyleyeyim ki doğrusunu yapasın diye düşünmüştüm. Zira nazarımda Nasrettin Hoca'nın oğlu gibisin. 

—Hoca'nın oğlu nasılmış ki? 

—Aksi mi aksi imiş. Hoca ne söylerse hep tersini yaparmış. Hoca bu durumdan muzdarip ama evlat bu. Atsa atılmaz, satsa satılmaz. 

—Ne yapmış ki?

—Bir gün Hoca oğlunu yanına alıp un öğütmeye değirmene gitmiş. Unu öğütüp dönerlerken üzerinde un çuvalıyla eşek önde, oğlu arkada, Hoca ise epey geride kalmış. Yaşlılık başa bela ne de olsa. 

—Sonra ne olmuş? 

—Hoca bir bakmış ki eşeğin üzerine yükledikleri un çuvalı düştü düşecek. Eşek ise tam dere kenarında ilerliyor. Ne yapayım ne edeyim? Koşsam eşeğe yetişemem. Oğluma çuvalı düzelt desem, aksi oğlan, dediğinin tersini yapar. Sonunda buldum diye sevinir Hoca. En iyisi tersini söyleyeyim, oğlan doğrusunu yapsın der ve seslenir: Oğlum, çuval dereye yuvarlanacak. Kakala gitsin dereye der. Tüm bu sözleri duyan çocuğu, başını babasına doğru çevirir ve babacığım, ilk defa dediğini yapacağım der ve çuvalı dereye itekler. 

—Hoca bu duruma ne demiş? 

—Ne diyecek? Oturup kara kara düşünmüştür. Bin bir emek sarf ederek değirmene gittiğine, bir evlat yüzünden tüm emeğinin boşa gittiğine herhalde hayıflanmıştır. Başka da elinden ne gelir. Karşısında kendi sulbünden evladı var. Yukarıda dedim ya atsa atılmaz, satsa satılmaz.

—Ben de öyle miyim? 

—Yaptıklarına bakılırsa, ha sen ha Hoca’nın oğlu. Şıp demiş burnundan düşmüşsün. Bundan dolayı hiç şaşırmadım biliyor musun? Zira ben malımı bilirim.