1 Kasım 2021 Pazartesi

Yeşil Sermayenin Hazin Sonu *

Yimpaş, İttifak, Kombassan doksanlı yılların kar ve zarar ortaklığına dayalı çok ortaklı öncü holdinglerdendi. Bu holdinglerin piyasadan iyi para çektiğini gören niceleri, üç beş kişi bir araya gelerek aynı usulle çalışan holdingler kurdular. Kısa zamanda holding sayısı sadece Konya bölgesinde 50 sayısına ulaştı. O günün basınının ve devlete hakim olan güçlerin yeşil sermaye adını verdiği bu holdingler kısa zamanda adından söz ettirdi. Arka arkaya sermaye artırımlarına gidildi. Holdinglerin en büyük sermayedarları da ağırlığı Avrupalı gurbetçiler olmak üzere Anadolu'nun mütedeyyin insanları oldu. Daha işin başında döviz ve altın bazında yüzde 20-30 kar verilmesi ve ortakların hep kar etmesi sebebiyle bu holdinglere paralar su gibi aktı. Kendi holdinglerine para çekmek için bilmem ne ile mücadele edeceğiz denerek din bolca kullanıldı. Holdingler, gelen parayı yatırıma dönüştürmeden yeni giriş yapan sıcak parayı ortaklarına kar payı olarak dağıttı ve bir saadet zinciri oluşturdu.

Holdinglerin kısa zamanda büyümesi, gücüne güç katması, Türkiye sermayesini elinde bulunduranları ve sermayeye yön verenleri korkuttu. Doğru ve yanlış bilgilerle holdinglerin üzerine gidildi. Battı-batıyor derken bu holdinglere sermaye girişi yani sıcak para kesildi. Sermayedarlar paralarını çekmek istedi. Yeni para girişi olmayınca adını zikrettiğim üç holdingin dışındakiler battı. Bu üçü de parasını isteyen ortaklarına para vermedi/veremedi ya da sınırlandırdı. Haliyle üyeler mağdur oldu. Öyle zannediyorum, hala parasını alamayan ortaklar var. Kar-zarar ortaklığına bağlı holdinglerin parlayan yıldızı da bu şekilde sönmüş oldu.

Çok ortaklı ve kar-zarara bağlı holdingler niçin bu akıbete uğradı ve kötü bir iz bıraktı?

*Holdingler, temellerini mevzuata uygun yani işlerini sağlam yapmadı. Gelen sıcak parayı yatırıma dönüştürmeden yüksek kar payı olarak dağıtma yoluna gitti. Kar-zarar hesabı yapmadan gördüğü işe atladı. Batak firmalara yüksek meblağlar ödedi, karlı yatırıma imza atmadı. Bünyesinde çalıştıracağı personel için bir kıstas koymadı. Holdingde parası olanın önerdiği kişiler işe alındı. Eleman alımında ahbap çavuş ilişkisine gidildi. Kalifiye eleman alma yoluna gidilmedi. Dün işe giren kişi ertesi günü en basitinden kasiyer koltuğuna oturtuldu.

*Holdinglerin temelleri sağlam olmamasına rağmen devlet sesini çıkarmadı. Siz biraz büyüyüp palazlanın, ben sizin kökünüzü kuruturum siyaseti güttü. Bu durum, öğrencisi kopya çektiği halde biraz daha yazsın, az sonra canını yakarım diyen öğretmenin durumuna benzer. Devlet holdingleri yasal zemine oturtmadı. Sıkı bir denetimden geçirmedi.

*Holdinglerin döviz ve altın bazında yüksek kar verdiğini gören insanımızın çoğunluğu, bu musluğun suyu nereden demeden gidip parasını bu holdinglere yatırdı. Yatırırken de kar etmeyi kafasına koyarak işin zarar kısmını unuttu. Holdingler para veremeyince de holding yetkililerine veryansın etti.

Hasılı, çok ortaklı ve kar zarar ortaklığına dayalı holdingler birçok mağduriyeti arkalarında bırakarak iflas etti. Parasını yatıranlar üzerine bir bardak soğuk su içmiş oldular. Holdingler belleklerde iyi bir imaj bırakmadı. Halkın kendilerine olan güvenini yok etti. Bildiğim kadarıyla ilk öncü holdinglerden Kombassan, İttifak ve Yimpaş’tan ilk ikisi holding faaliyetlerine hala devam ediyor. Yimpaş’ın son durumunu bilmiyorum. Kombassan sanırım genel merkezini İstanbul’a taşıdı. İttifak el değiştirmiş olabilir.

Kimsenin içini bilemem ama bugün kar ve zarar ortaklığına dayalı özelliği kalmasa da hala bu üçünün varlığına devam etmesi, bunların kuruluş aşamasındaki samimiyetlerini gösterir. Bunlara bakarak piyasaya giren diğer holdinglerin bugün esemesi okunmuyor. Bu üç holding keşke zamanında işi sıkı tutsaydı, çok açılmayıp ayaklarını yere sağlam bassaydı, ticaretin tüm kurallarını uygulayarak gıdım gıdım ilerleseydi, bu şekil bir ortaklık belki bugün Türkiye’ye güzel bir örnek olabilirdi. Ama olmadı.

Bu konuda yazılıp çizilecek ve söylenecek çok söz var ama sözü fazla uzatmadan son cümlelerimi de Haşim Bayram’a ayırmak istiyorum. Çünkü Kombassan denince Haşim Bayram, Haşim Bayram denince de Kombassan akla gelirdi. Hem kurucusu hem de onunla özdeşleşmişti. Öğretmen kökenli Bayram’ı Konya ve havalisinde tanımayan yok. Açtığı dershanede anlattığı kimya derslerini öğrencileri anlata anlata bitiremez. Ondan hep hayırla yad ederler. Ama kötü Kombassan tecrübesi ile Haşim Bayram karizmayı çizdirdi. Şimdi diyorum ki keşke Haşim Bayram ticarete atılacağına, öğretmen olarak kalıp öğrenci yetiştirmeye devam etseydi… Günahıyla sevabıyla Haşim Bayram vefat etti. Allah rahmet eylesin.

*03/11/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

31 Ekim 2021 Pazar

Kitabında Geri Adım Olmayanlar *

Hayatımızın bir parçası olan araçların her parçası önemli bir işlevi görmekle beraber manüel araçlar için söylüyorum, debriyaj, fren, gaz pedalı ve vites kutusu vazgeçilmezdir. Aracı hareket ettireceğimizde, hız yükselteceğimizde ve hız düşüreceğimizde debriyajdan destek alırız. Duracağımızda debriyajla birlikte freni kullanırız. Aracı çalıştırırken ve hızlanacağımızda gaz pedalına basarız. Araçlarda aynı şekilde 1.2.3.4.5. hatta 6.vitesler olur. 1.vitesle kalktıktan sonra yolun durumuna ve hız sınırına göre 2.3.4.5.6. vitese atarız. Vites yükseltirken de gaza yükleniriz. 

Araçlarda 5-6 vites olurken aynı zamanda geri vites de olur. Geri vites her zaman kullanılmasa da bir ihtiyaçtır. Park edileceği zaman, çıkmaz ve yanlış sokağa girildiğinde, yol kapalı olduğunda, gideceğin yeri geçip gittiğinde, eğer aracı döndürme imkanın yoksa gerisin geri gitmek için geri vites kullanılır. Araçlarda geri vitese atmak ve geri geri gitmek zor olsa da mecburiyetten kullanılır. Bir an için düşünelim. Araçlarda geri vites olmasaydı, dar yollarda gerisin geri gitme ve iki araç arasına park etme imkanı olmazdı. Bu açıdan bakıldığında, araçlarda geri vites bir nimet dense yeridir. Aynı şekilde düz yolda ilerlerken gideceğin menzil geride kalmışsa, uygun yoldan geriye dönmek için U dönüşü de yapmak bir gerekliliktir. 

İnsan da bir nevi araca benzer. Kendinden emin bir şekilde yoluna devam ederken gittiği yolun yanlış olduğunu öğrendiği zaman araç gibi geri geri gelmese de gittiği yoldan gerisin geriye dönerek u dönüşü yapar ve hatasını düzeltir. Bu geri dönmeyi ve u dönüşünü, insanın hata ve yanlışlarından vazgeçmesi olarak düşünebiliriz. Gerçekten hangi birimiz hata yapıp geri adım atmadı ki. Bakmayın siz bazılarının benim geçmişe dair hiç pişmanlığım olmadı dediğine. Bu mümkün değildir. Böyle diyen, kendi kendine öz eleştiri yapmayan ve yapmaktan kaçınan, aynı zamanda kendisini mükemmel sanan veya böyle göstermeye çalışan, burnundan kıl aldırmayan kibirli tip olsa gerek. Çünkü peygamberler bile hata yapmıştır. Ardından tövbe ederek nedamet duymuşlardır. Yaklaşması men edilmesine rağmen yasaklanan ağaçtan meyve yiyen Hz Adem ilk hatayı yapmıştır. Kendisine ne yaptın dendiğinde, Hz Adem’in bir takım gerekçelerin ardına sığınmadan ve hatasında ısrar etmeden girdiği yanlış yoldan vazgeçip tövbe etmesi, erdemli bir davranıştır. Bu hata Hz Adem'i küçültmediği gibi yüceltmiş ve hatasına rağmen peygamberlikle taltif edilmiştir. 

Durum bu iken yani yanlış yola girince araçlar nasıl ki geri vitese atılarak gerisin geri gidiyorsa, insan hata ve yanlış yaptığında yanlışından vazgeçiyorsa, peygamberler bile zelle adını verdiğimiz hatalar işleyebiliyor ve farkına vardığı zaman hatasından nedamet duyup geri dönebiliyorsa, tüm bunlar erdem kabul ediliyorsa, bazı insanlara ne oluyor ki bir marifetmiş gibi "Bizim geri vitesimiz yok" veya "Benim kitabımda geri adım yok" diyebiliyor? Bu nasıl bir psikoloji ve nasıl bir haleti ruhiye gerçekten? Özellikle dini hassasiyeti olan insanlara yakışıyor mu böyle demek? Anlamak istiyorum ama anlayamıyorum maalesef. Olsa olsa kibirdendir veya güç zehirlenmesi yaşıyor olmalılar. Bundan dolayı bu tipler özür bile dileyemezler. Sahi bu tipler hata yapıp hiç geri adım atmamışlar mıdır? Ne mümkün. İnsan olup da hata yapmayan mı olur? Belki de saymakla bitmez ve niceleri tükürdüklerini yaşamışlardır ama bilirler ki nasılsa karşılarında kral çıplak diyecek ve u dönüşü yaptığını söyleyecek kimse yoktur. 

Hatırlarsanız, FETÖ’nün ileri gelenlerinden ve yapılan okullara adı verilenlerden Abdullah AYMAZ, 17-25 Aralık hükümet darbe teşebbüsünden sonra 2014 yılında yaptığı bir açıklamada “Bizim geri dönüşümüz yok…” demişti. Şu anda firari olan bu zat, öyle zannediyorum, hala aynı görüştedir. Çünkü kibir ve güç zehirlenmesi böyle bir şey. Ki ben bu yapıyı, çok gözde olduğu bir zamanda test etmiş ve bu yapıdan birine, “Görüyorum ki sizin adamlar, tevazuu elden bırakmışlar ve aşırı bir kibre kapılmışlar. Ben nerede kibre yakalanmış birini görmüşsem, Allah onların burnunu sürtmüştür. Sizin de başınıza gelecek bu” demiştim ve o kişi de bana hak vermişti.

AYMAZ’ın geri vitesimiz yok sözünden bu yana 7 sene geçmiş. Görüyorum ki bu sözün ardından bu yapının başına neler geldiği düşünülmeden hala bu söze benzer sözlerin söylendiğini görüyorum. Bu da beni üzüyor gerçekten. Yolumuz düzgün olsun, ileriye doğru doludizgin gidelim gitmeye ama zaman zaman frene basıp yavaşlamayı hatta geri adım atmayı da ihmal etmeyelim. Çünkü kitabımda geri adım yok diyerek yolumuza devam eder, bir de çok uzun gitmişsek geri dönüşümüz bir o kadar zorlaşır aynı zamanda pirince giderken evdeki bulgurdan da olabiliriz. Unutmayalım ki şeytanı lanete götüren sebep de onun kibridir ve bu yol geri dönüşü olmayan tehlikeli bir yoldur.

Bir an için düşünelim. Hiç hata yapmıyoruz ve geri dönüşe hiç ihtiyacımız olmadı. Hiç hata yapmadığımızı yani geri dönüşümüzün olmadığını ve kitabımızda geri adım olmadığını bırakalım da bir başkası söylesin. Bunun bir anlamı olur. Ama kişinin kendisinin söylemesi, kişinin kendisini övmesinden başka bir şey değildir.

*06/11/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Fiyata Bu Limon

Bu devirde, bu günlerde evinde limonu olsa daha ne ister insan. Limon dediğin her şeye maydanoz olur. Çay, çorba, salata, balık, etli ekmek, lahmacun, turp, zeytin vs ne varsa hepsinin içine sıkabilirsin. Tavsiye etmem ama şapır şapır yiyenler bile var. Miden götürür, dişlerini de kamaşmıyorsa ye yiyebildiğin kadar. Karşındakinin yüzü buruşurmuş, dişleri gıcırdarmış, umurunda mı sanki. Üstelik her derde deva. Bazıları, gribe birebir. Kışın hastalanıp poşet poşet ilaç kullanacağına bir çuval limon ye. Hiç hastalanmazsın, der. 

Neyse, siz yiyin yiyebildiğiniz kadar ve yiyecek adına ne bulmuşsanız üzerine limon sıkın. Benim limonla hiç aram yok. O yüzden hiç aramam. Bir yemek ve çorbanın içine limon sıkacaksam da limon tadı gelmeyecek. Sadece sıkmış olmak için sıkıyorum. Bazılarının yediği gibi yiyemem. Sadece limonu değil, ekşi ve mayhoş olan hiçbir şeyi yiyemem. Kazara yemiş isem, dişlerim kamaştığı için uzun süre bir şey yiyemem. Ondan sonra dişleri normal işlevine döndürünceye kadar ne işkence çektiğimi bir ben bilirim bir Allah. 

Benim limonla aram olmasa da ama evimde limon eksik olmaz. Zira evde sadece ben yaşamıyorum.

Bir akşam eve geldim. Sofraya oturdum. Önüme yemek servis yapılmasını bekliyorum. İçeceğim de bir kase çorba. Ama tabak önüme gelinceye kadar burnumdan geldi. Neymiş de çorbaya sıkılacak limon kalmamış. Alaydınız pazardan dedim. Unutulmuş. Uzatmayayım. Çorbayı içtik ama ah bir limon olsaydı, limonsuz içilir miymiş sözleri tekrar edildi durdu.

Sabahı gücün ettim. İşe attım kendimi. Yolda gelirken aman oğlum, limonu unutma diye sıkı sıkıya tembih ettim kendi kendime. beşli market zincirinden olmayan bir marketin karşısına arabamı park ettim. Hemen manav reyonuna yöneldim. Pahalı ucu demeden limon alacaktım. Yoksa limon da limon teranesi dinleyecektim yeniden. Çekemezdim akşam akşam ikinci defa.

Market benim geleceğimi ve limon alacağımı bilmiş olmalı ki koca tereği limonla doldurmuş. Baktım altın sarısı gibi al beni diyor. Bir de fiyatına baktım. Sonra tekrar baktım. Şaşırdım doğrusu. Olamaz dedim. Bu pahalılıkta bu kadar ucuz bir meyve. Bir de hayat pahalı, her şey ateş pahası olmuş derler. Aha size ucuzluk. Hem de sudan ucuz. Bundan iyisi zaten can sağlığı. Kim verir bu devirde 1,99 kuruşa limonu. Dalından koparıp bile vermezler bu paraya. Üstelik 2 lira bile değil. Hem taze hem kelepir hem de sulu. Kesip suyunu sıkınca limon banyosu bile yapılabilir, şeklinde içten içe konuşuyorum. Bir taraftan da şaşkınlığım geçtikten sonra manav reyonundaki ücretsiz poşetlerden bir tanesini açarak limonları doldurmaya başladım. Koydum da koydum. Bu içimden geçenleri dışa vursaydım, hükümet karşıtları amma da yağcılık yapıyorsun diyecekler. Pahalı diyeceğim, hükümet taraftarları nankörlük yapma, eskiden limon da yoktu. Sen bir de Almanya’da limon kaç EURO? Ona bak diyecekler. En iyisi limonu ucuz da demeyeyim, pahalı da. İçimde kalsın hepsi. Üstelik kimseyi bu saatten sonra ikna etme gibi bir niyetim yok. Ben evime karşı sorumluyum, limon yüzünden evimin saadetinin ve ağzımın olmayan tadının bozulmasını da istemem.

Laf aramızda varsın muhalifler kızsın, limon ucuz. Burada bu fiyata olan limon kim bilir, Tarım Kredi Kooperatiflerinde ne kadardır? Ah oraya bir gidebilsem. Gidebilseydim belki de bir kilo alana bir kilo bedava yazmışlardı. Belki de 1,98 kuruştan satışa sunmuş olabilirlerdi. Ama TKK bana uzak maalesef efendim. Bahtıma yanayım.

Yahu bu limonun bu kadar ucuz olmasının sebebi, beşli marketler zincirine verilen kallavi cezalar olmasın. Cezayı gören esnaf, bu ceza oğlum sana söylüyorum, gelinim sen dinle sadedinde deyip fiyatları indirmiş olabilir mi? 

Neyse diğer ürünler için bir şey diyemiyorum ama limon ucuz. İhtiyacınız varsa alın. Alırken başkasına tedarik sıkıntısı vermeyecek şekilde ihtiyacınızı giderin. Yoksa... Benden söylemesi.

Burada bir söz de TÜİK'e söyleyeyim. Kasım ve Aralık ayı enflasyon rakamlarını açıklamadan önce alışveriş sepetine limonu eklemeyi unutma. Hatta diğer gıdayı çıkar sadece limonu koy. Ondan sonra rakamları açıkla. Bak bakalım ÜFE ve TÜFE ne çıkacak? Bu aylarda enflasyon eksi çıkmazsa gel yanıma. Bu önerim ciddiye alın. Merkez Bankasının yıl sonu enflasyon tahminine sizin de biraz katkınız olsun. Unutmayın bu ülke hepimizin. Haydi göreyim sizi.

28 Ekim 2021 Perşembe

Çocuklarımıza Bırakacağımız Miras

Kız çocuğu da aynı, erkek çocuğu da aynı dense de toplumumuzun bir kesiminde kız çocuklarına karşı aşırı bir korumacılık var. Onlar, kızımın başına bir şey gelir düşüncesiyle tedbir üzerine tedbir alırlar. Diğer bir kesim daha var ki saldım çayıra, Mevla’m kayıra dercesine kendi haline bırakır.

Toplum olarak orta yolu bulmak zorundayız. Zira aşırı korumacılık da yanlış, çocuğu kendi haline bırakmak da.  Şu var ki toplum olarak çocuklara ne şekilde davranacağımız, onları hayata nasıl ve ne şekil hazırlayacağımız konusunda kafamız net değil. Bu konuda ne yapılabilir diye çok kafa yorduğumuz da yok. Yaptığımız tek şey, ya kendi doğrularımızla hareket etmek ya büyüklerden gördüğümüzü uygulamak ya büyüklerin bize uyguladığını taklit etmek ya bildik polisiye tedbirlere başvurmak ya da baskı uygulamak. Bu durum sadece anne baba ve diğer aile bireyleri için geçerli değil, eğitim camiası için de aynı durum söz konusu. Hangi yolları denersek deneyelim, çoğu anne-baba ya da eğitimci, yıllar sonra "Çocuk yetiştirmede ve eğitmede istediğimiz başarıyı elde edemedik. Bir yerlerde hata yapıyoruz ama nerede" şeklinde serzenişte bulunur. Matematik formülü değil ki formülü girince istenilen sonucu bulalım. Çocuk da olsa, karşımızdaki insandır. 

Nasıl yaparsak yapalım, hangi yolları denersek deneyelim, çocuğumuz ister kız ister erkek olsun, hayatın her safhasında onları, her türlü zorluğa karşı hayatın içinden yetiştirmek zorundayız. Aşırı korumacılığın, tedbir üzerine tedbir almanın, baskı üzerine baskı kurmanın, yaşına uygun sorumluluk vermemenin, ben çektim, çocuğum çekmesin deyip her şeyine kol-kanat germenin, saçı süpürge etmenin çocuklardaki öz güveni yok ettiğini düşünüyorum. Kendisine güvenilmediğini hissettirdiğimiz, sen yapamazsın dediğimiz çocuklarımızın, bir türlü kendileri olamadıklarını, yaşları büyüse bile kendi işini ve sorumluluğunu yeterince üstlenemediğini görüyoruz. Haliyle sırtımızdan inmiyor. Maalesef çocuğumuzu bu noktaya getiren de bizleriz. Çünkü yaptıklarımızla ya da yapmamız gerekenleri yapmamakla öz güven aşılayamadığımız çocuğumuzun, büyüdüğü zaman bile öz güveni eksik kalıyor. Nicelerini bilirim ki bir işi tek başına yapamazlar, yalnız başına kalamazlar.

Öz güven ne zaman kazanılır? Ağaç yaşken eğilir misali, öz güven küçükken kazanılır, maalesef sonradan kazanılmıyor. O yüzden diyorum ki bir anne-babanın ve eğitimcinin, bilgi ve terbiyeden önce ilk yapmaları gereken çocuklara öz güven aşılamaktır. Küçük yaşta öz güven elde edenlerden korkmayacaksın. Çünkü onlar her işi yaparlar. Ne aç kalırlar ne de dertlerini anlatmaktan aciz. Ekmeğini taştan çıkarırlar, sorunlarını da çözerler. O yüzden çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras mal-mülk değil, öz güven olmalı.

Hangi Partiyi Tutuyorum?

Bir okuyucum, bir yazımın altına “Merhabalar, yazılarınızı uzun zamandır takip ediyorum ama siyasi görüşünüzü merak ediyorum. Hangi partilisiniz?” şeklinde bir yorum yazmış. Zaman zaman başka platformlarda böyle sorularla muhatap olduğum için bu konuda bir yazı yazmak vacip oldu artık. Okuyucum haklı. Çünkü bizde hangi partili olduğumuz merak edilir. Bu yazımda bu merakı gidermeye çalışacağım inşallah.

Sadece hangi partili olduğumuz mu merak edilir? Bunun dışında aynı zamanda hangi takımı tuttuğumuz, din ve dünya görüşümüz, sünni-alevi olup olmadığımız, dindar-mütedeyyin-İslamcılığımız veya laik sekulerliğimiz, Türk-Kürk-Afgan-Suriyeli olup olmadığımız, Atatürk’ü sevip sevmediğimiz merak edilir. Niye merak ederiz? Bir kişinin görüşünü öğreneceğiz ki aynı görüşte isek konuşurken muhabbetin dibine vuracağız. Farklı görüşte isek tartışma için kolları sıvayacağız. Bazen de kişiyi mimlemek, kara listeye almak ve mesafe koymak için tanımadığımız muhatabımıza yem bile atarız. Daha olmadı, kişi sosyal medya kullanıyorsa sayfasına girip paylaşımlarına bakarız ki kim olduğunu bilelim.

Neyse gelelim konumuza. Partili değilim, partici ise hiç. Bu demek değildir ki parti, siyasetle hiç işim yok. Türk milletinden olup da siyasete ilgi duymayan ve siyaset konuşmayan olmaz. Yediden yetmişe her birimiz siyasetin tam göbeğindeyiz. Çünkü bizde siyaset her şeydir. Seçmen, ülkenin kurtuluşunu siyasetten bekler. O yüzden bu ülkede sadece seçim zamanı değil, her gün her saat her yıl siyaset konuşulur. Toplum olarak çok politize olduk vesselam. Doğru mu bu yaptığımız? Profesyonel politika yapanlar her gün siyaset konuşabilir ama vatandaşın Allah’ın günü siyaset konuşmasını doğru bulmuyorum. İşimize ve gücümüze bakmamız lazım. Hoş, siyaset yoluyla bu ülke meselelerinin çözüleceği inancımı da her geçen yıl kaybediyorum.

İlk oyumu Özal zamanında “Eski siyasi yasaklıların yasaklılığı kalksın mı, kalkmasın mı” referandumunda kullandım. O günden 2019 mahalli seçimlerine gelinceye kadar dindar, mütedeyyin ve İslamcıların ağırlıklı olarak oy verdiği partilere oyumu verdim. 2011 yılından itibaren mütemadiyen oy verdiğim partimin yaptığı yanlışları içeriden biri olarak eleştirmekle beraber kötünün iyisi ve başka alternatifi yok diye oy vermeye devam ettim. 2019 mahalli seçimlerine gelince, kimsenin yanlışını düzelteceği yok, bunların emellerine alet olmayayım diyerek sandık görevlisi olmama rağmen sandık görevimi de iptal ettirerek görev almadım, oy vermeye de gitmedim. Sandığa gitmemekle pişmanlık duydum mu? Hayır. Aslında oy vermeme işini 3-5 yıl öncesinden başlatmam daha iyiydi ama bir umut devam ettim. Bundan sonra da şu anki halimle sandığa gitmeyi düşünmüyorum. Çünkü mevcut, umutları tüketiyor ve yok ediyor, iktidar adayları da umut vermiyor. Maalesef bu durumumuz 2000 öncesi siyasi tükenmişliği andırıyor. Bu umutsuzluk ve hayal kırıklığı sadece ben de değil, toplumun belli bir kesiminde var ve her geçen gün artıyor. Yapılan saha araştırmalarında, kararsızların oy oranının yüksekliği de bunu gösteriyor. Çünkü seçmenin kafası karışık. Bu kafası karışık olanların belli bir yüzdesi belki de sandığa gitmeyecek. Çünkü her gelenin bize hizmet diye sunduğu ve övündüğü, yalancı bahardan ve pansuman tedbirlerle günü kurtarmaktan, belli bir kesimi ihya ederken diğer kesimleri mağdur etmekten başka bir şey değil.

Özetle, halihazırda bir partim yok, partisizim. Türkiye’nin dertlerine çözüm bulacak bir siyasi parti göremiyorum. Sandığa gitmemek çözüm mü? Değil elbet. Çünkü oy versek de vermesek de bu ülkeyi birileri yönetecek ve biz bundan şu ya da bu şekilde etkileneceğiz. Ama birilerinin değirmenine de su taşımak istemiyorum. Şayet içime, şu siyasi parti sorunlara çözüm getirir şeklinde bir umut doğarsa gidip ona oyumu verebilirim. Oy vereceğim partinin de dinine, imanına, Allah-din-peygamber dediğine, namazına, niyazına ve dini söylemine bakmayacağım. Oy vereceğim parti, toplumsal barışı sağlayacak, kutuplaştırmayı en aza indirgeyecek, milleti mali yönden rahatlatacak, hizmetten başka ajandasında gizli planı olmayacak, cebini doldurmaya gelmeyecek, ideolojik davranmayacak, kadrolaşmayacak, adalet ve ehliyeti merkezine alacak, ülkeyi kendi emellerine alet etmeyecek, ülkeyi namerde muhtaç etmeyecek, ülkenin kaynaklarını ve geleceğini yok etmeyeceği gibi üzerine koyacak, çevresiyle kavgalı olmayacak, partide lider değil, ekibi ön planda olacak vs. şeklinde olmalıdır. 

Yöneticilerimiz Nezaket Kurallarının Neresinde? *

Protokol ve nezaket kuralları, resmi kurum ve kuruluşlarda olmazsa olmazdır. Riayet edilmediği takdirde affı yoktur. Çoğu zaman krizlere sebebiyet verir. En hafifiyle ayıp edilmiş ve pot kırılmış olur. Bu yüzden başta amir ve yöneticiler olmak üzere kurum çalışanları, bu konuda kurs ve seminerlerden geçirilir. Burada niyetim bu kurallardan bahsetmek değil. Sadece bir tanesinin üzerinde duracağım: "Olağanüstü durumlar hariç, sabah saat 9.00'dan önce akşam saat 21.00'dan sonra telefon edilmez" . Bu kuralı bilmeyen yönetici, amir ve memur yoktur. Ama ne kadar riayet ettiğimiz tartışılır. Çünkü bizde tüm kurallar çiğnenmek ya da bizim dışımızdakilerin uyması için vardır.

Telefonla ilintili olarak son yıllarda bir de WhatsApp, Bip gibi mesajlaşma hayatımıza girdi. Bugün telefonla konuşma yerine genellikle bu mesajlaşma yolları kullanılıyor. Her türlü bilgi, belge, video, resim, yönetmelik, talimat, duyuru, resmi yazı vs bu yol ile hızlı bir şekilde ulaştırılabiliyor. Mesajın birden fazla kişiye ulaşması istendiğinde, kişiler seçilerek veya grup kurularak tek tuşla grubumuza dahil ettiğimiz kişilere saniyeler içerisinde gönderebiliyoruz. Aynı zamanda gönderdiğimiz mesajın muhataplarımız tarafından okunup okumadığını da takip edebiliyoruz. Bu mesaj sistemini, telefonu olan herkes kullandığı gibi resmi kurumlar da kullanıyor. Hatta mesajlaşma resmi kurumlarda çok yaygın. Çalışanların eli, ayağı dense yeridir.

Bugün her kurum ve  her birim yöneticisinin alt birimleriyle iletişim kurmak, bilgi ve belge paylaşmak ve gereğinin yapılmasını istemek amacıyla ayrı ayrı Whatsapp/Bip grupları var. Grup kurma işi Ankara'dan illere, illerden ilçelere, belde ve köylere kadar uzanıyor. Olsun olmaya. Ki ihtiyaç. Bu teknoloji ve iletişim çağında bu imkandan faydalanmak lazım. 

Peki, WhatsApp ve Bip kuran ve bu grupları yöneten üst yöneticiler, yazımın başında değindiğim protokol ve nezaket kurallarına yani sabah 9.00'dan önce ve akşam 21.00'den sonra telefon edip başkasını rahatsız etmeme kuralına, Whatsapp ve Bip mesajlaşmalarında ne derece riayet ediyorlar? Gördüğüm kadarıyla riayet eden yok. Çünkü ne mesai biliyorlar ne tatil ne akşam biliyorlar ne sabah. Neredeyse 24 saat yağmur gibi mesaj gönderiyorlar. Ankara'daki illere, illerdekiler ilçelere, ilçelerdekiler köy ve beldelere gönderiyor durmadan. Kişilerin bir tane grubu olsa yine gam yemeyeceğim. Çünkü her bir çalışan ve yöneticinin dahil olduğu onlarca grubu var. Bu mesajları görünce gece 10-11 saatlerinde telefon açmak bana daha masum geldi. Telefonla en azından bir kişi rahatsız oluyor. Mesajla ise o kurumu ilgilendiren herkes rahatsız oluyor.

Mübarekler, mesainin suyu mu çıktı? Sizin ev hayatınız yok mu? Ailenize zaman ayırmaz mısınız? Uyku sorunu mu yaşıyorsunuz da ben uyuyamıyorum, bunları da uyutmayayım mı diyorsunuz ya da iş yapar gibi mi görüneceksiniz? Geceleri bu mesajların gereğini yapın diye gönderdikten sonra sahi gündüz ne iş yapacaksınız siz? Sonra gece gece bu mesajın gereğini kim, nasıl yerine getirecek? Çalışan mecbur mu telefonu yanında tutmaya ve bu mesajlara bakmaya?

Ah gönderilenler de çok önemli bir şey olsa… Çünkü aynı bilgi ve istek sabahında kurumun yazışma adresinden de geliyor. Tüm bu mesajlaşmalar hem bilgi kirliliğinden hem özel hayatı yok saymaktan hem de mesai mefhumunu yok etmekten başka bir şey değildir. Bunu yapan yani haberleşmenin, mesajlaşmanın cılkını çıkaran yöneticilerimiz, bu aşamadan sonra hiç protokol ve nezaket kurallarından ve mesai mefhumundan bahsetmesinler. Unutmayın ki gece çalışan, ha bire mesaj gönderen yönetici plansız bir yöneticidir. İş bitirmezler. Bal yapmaz arı gibidirler. Bunlar çalışanlarına sadece külfet verirler. Böyle plansızların altında çalışanlara da Allah ecir ve sabır versin. Yatıp zıbarın be! Tek kelimeyle insaf insaf insaf... 

*08/11/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2021 Salı

Ben Kimi mi Tutuyorum? *

Babamlar, 5 erkek 2 kız olmak üzere 7 kardeşler. Dedemin vefatından nice sonra dedemden kalan miras paylaşıldı. Yanlış hatırlamıyorsam kız-erkek ayırmadan her birine yedişer dönüm tarla düştü. Hangisine hangi dönümler düşeceği de kura ile belirlendi. Farklı mevkilerde iki de bağ vardı paylaşılacak. Yine kura ile bağın biri üç amcama, diğeri de amcamla babama düştü.

Kendilerine bağdan pay verilmeyen halalarım, amcama “Ağa, bize bağdan niye pay vermediniz yoksa kız diye bizi hesaba katmadınız mı” derler. Amcam bu durumu babamla paylaşır, ne yapalım diye sorar. Amcam ile babam, bizim de kardeşlerimize bir hayrımız olsun. Kendi hissemize düşen bağı iki kıza verelim derler.

Amcamla bu kararı birlikte alan babam, bu durumu bize anlattı. “Bağı kızlara verdik” dedi.

Bize düştükten sonra bu bağın üzümünü yemek bize nasip oldu mu, bu bağ bizde ne kadar kaldı hatırlamıyorum. 

Bildiğim, öğrenci idim o zamanlar. Gurbette okurdum. Ya yaz dönemi ya da hafta sonu tatili idi. Ziyaret için ailemin yanına geldim. 

Eve girdiğimde odanın ortasında babamı oturur gördüm. Sağ ayağını sıyırmış, baldırındaki çıban* adını verdiği yaraya merhem sürüyordu. Nasılsın diyerek eğilip elini öptüm. Bana hoş geldin dedi ama morali bozuktu. Ne oldu, hayırdır dedim. Halangille bozuştuk dedi. Ne hayır dedim. Şu bizim bağ vardı ya dedi. Evet dedim, halamgile vermiştiniz. İşte o bağın kenarında kayısı ağaçları vardı. Amcanla beraber o ağaçların kuruyan dallarını odun** yapalım, kışın sobada yakarız diye kesip geldik. Amcanla paylaştık. Halangil de bağın ağaçlarını niye kestiğimizi sorguladı. Buna kızdım dedi. Ben de bağı vermeden ve ağaçları kesmeden önce halamgile, biz bağın ağaçlarını keseceğiz dediniz mi dedim. Demedik dedi. Niye demediniz dedim. İyi de bağ bizimdi zaten. Tamam, bizimdi ama siz halamgile verdiniz. Artık o bağda hakkınız kalmadı. Bu durumda iyi yapmamışsınız, keşke böyle olmasaydı dedim. Benim bu konuşmam üzerine babamın morali iyice bozuldu. Sinirlenince kafasını sağa sola sallardı. İşte o sallamalardan bir tanesinden de ben nasiplendim ve bana şunu söyledi: “Sen kimi tutuyorsun?” Elbette seni tutacağım ama doğruya doğru diyeceksek, siz haksızsınız dedim ve baltayı taşa vurdum. 

Sahi, ben kimi tutuyorum***? Baba varken hala tutulur mu? İyi valla. Üstelik o bağ hala babam ve amcamın üzerinde olsaydı, o bağın üzümünü yer, bağını sormazdım. Bırakana rahmet derdim. Belki de paylaşınca bana da düşebilirdi. Bugün o bağın olduğu yerler parsel oldu ve değerlendi. Oraya bir güzel ev de yapılabilirdi. Aman, dünya malı değil mi? Hiç gözüm olmadı. Geldim gidiyorum. Babama böyle dediğim için de pişman değilim. Bugün olsa yine derim. 

*Avuç içi büyüklüğündeki yara, egzamaya benzeyen, kabuk bağlayan, durmadan kaşındıran, kaşıdıkça kanayan bir yara idi. Bildim bileli babamın baldırında yumru gibi duran bu yaraya, Meram Tıp Fakültesi o günün imkanlarıyla teşhis koyamamıştı. İbni Sina Hastanesine gitmiştik birlikte iki defa. İlkinde muayene oldu ve biyopsi yapıldı. Sonucu almak için ikinci gidişimizde hastalığının bir kanser çeşidi olan Bowen olduğunu öğrenmiştik. Muayene eden doktor, yatış verdi. Arkadaşlarla konuşup ameliyat kararı vereceğiz dedi. Doktorun, bu hastalığın şakası yok demesine rağmen hastalığı duyan bir akrabadan, aman bıçak vurdurma telefonunu alan babam, ameliyat olmaktan vazgeçti. Başka da tedavisi olmadığı için hastaneden çıkardık. İkna edelim, bu ameliyatı Konya'da yaptırırız dedik. Bir yıl sonra biraderim, Meram Tıp Fakültesine ameliyat için götürdüğünde, kalbinin ameliyata uygun olmadığı söylendi. Hasılı ameliyat olmadı. Rahmetlinin başka da bir hastalığı yoktu. Yalnız ayağındaki bu hastalığından çok çekti. Sonraları bu yara büyüdüğü gibi ayağı da kütük gibi şişti. 07.02.2007 tarihinde vefat ettiğinde defin raporu veren doktor, çoklu organ yetmezliği dese de vefatı Bowen'den oldu. Allah gani gani rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Ayağından dolayı çektiği sıkıntılar inşallah günahlarına kefaret olur.

**Rahmetli babam, gariban, fakir ve sosyal güvencesi olmayan biri idi. Sobada odun yapmak için kuruyan dalları kesmesi de bunu gösteriyor. Amcam, maaşlı biriydi. Babamın durumunu halalarım iyi biliyorlardı. Kurumuş dallar için ağalarını üzmeseler iyiymiş. Ağalarım, haklarından feragat ederek bize bağı verdi, varsın dallarını da kessinler deyip seslerini çıkarmasalar iyiymiş. Ama oluyor işte. 

*** Rahmetli babamla aramda geçen bu anekdot bana özeldi. Olayın üzerinden belki de otuz yıldan fazla zaman geçti. Zaman zaman amma muhalifsin diyen eşe dosta, kısaca bu anekdotu anlattım ama bugüne kadar yazı konusu edinmedim. Tarafgirliğin iyice arttığı, muhalif değilim, benim ki dostane bir eleştiri desem de küçücük bir eleştirinin dahi muhaliflik kabul edildiği günümüzde, bunu yazı konusu edinerek bilinsin istedim ki benim felsefem, dünya görüşüm doğruya doğru, yanlışa yanlıştır. Gördüğünüz gibi bu konuda babamı bile karşıma almışım. Beni bilen, bilmek isteyen böyle tanısın. Yeter bu kadar değil mi? Zira sözün fazlası ahmağa söylenir. Anlamak istemeyene davul zurna az zira. 

*12/01/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.