-İlk göz ağrım oğlumun gözüyle ben-
20 Temmuz 2021 Salı
Bana Ondan Bahset Deseler...
18 Temmuz 2021 Pazar
Koltuk Bana Pahalıya Patladı
Bir vadi dolusu altını olsa ikinci vadiyi isteyen insanoğluna ilaveten bir koltuk sevdam olduğunu sağır sultan bile bilir. İlgi alanıma girsin veya girmesin boşalan her koltuğa karşın içim kıpır kıpır olur, üzerine bir de gelin güvey olurum.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Bendeki bu sevda bitmedi. Ben bir yüzümü karartarak yoluma devam ettim. Vermeyenler de iki yüzünü karartarak. Benim için işin sevindirici yanı da bu.
Tam olmayacak, demek ki bahtım kapalı demeye başladığım ahir ömrümde, önüme bir koltuk tercihi kondu. İstiyorsan buyur dendi. Uzaktı. Buna değer miydi, madem isteyecektim altı yıl önce bunu niye istemedim? İstemesem, ileride keşke istesem iyi olurmuş da diyebilirdim. Aman neyse ne? Zaten yıllardır böyle bir koltuk beklemiyor muydum. Bir şansımı deneyeyim. Hem böylece cebimi doldurmuş olurum. Olmadı, döner gelirim dedim ve istedim.
Göreve başladım, işime gidip geliyorum. Bir koltuğun sahibi oldum ama bu koltuğun maliyeti bana pahalıya patlayacak görünüyor. Nimete mi kondum yoksa külfete mi? Buyurun, birlikte bakalım:
Öğretmen iken belediye toplu taşıma araçlarına öğrenci fiyatından indirimli biniyordum. Koltuk sonrası ise bindirimli yani tam bilet kullanmaya başladım. Yani otobüslere daha fazla ödüyorum.
Öğretmen iken maaşıma uzman öğretmenlik adı altında uzman öğretmen olmayanlara oranla ilave para yatırılıyordu. Koltuğa oturur oturmaz, uzmanlıktan kaynaklanan fazla ödeme ilk maaşımdan kesildi. Yani yine uzmanım ama getirisi olmayan bir uzmanlık benimkisi. Üstelik götürüsü oldu.
İLKSAN'a bir kesinti yapılmıyordu benden. Koltuğa oturur oturmaz zamlı temmuz maaşlarına gelinceye kadar her ay 96 lira İLKSAN'a benden kesinti yapılmış. Bu neyin nesi dediğimde öğrendim ki ben İLKSAN'ın tabii üyesi oluyormuşum. Yani benden her ay bu kuruluşa kesinti yapılıyor.
Daha önceki işim, yürüyüş mesafesiyle 8-9 dakika iken koltukla beraber arabayla her gün 160 km yol yapıyorum. Yol masrafı, yol yorgunluğu, zaman kaybı, aracımın yıpranması vs.
Okul müdürlüğü yapanların ve haftasonu DYK'ye giren öğretmenlerin maaş ve ek derslerini ben imza altına alıyorum. Her imza atışımda ilgili kişilere tahakkuk eden ücrete bakıyorum. Hepsinin maaş ve ek ders geliri benimkinden yüksek.
Sendika üyesi iken devlet üç ayda bir hesabıma sendika aidatı yatırır. Bu yatırılan aidat her ay üyesi bulunduğum sendikaya yatırıldıktan sonra geriye çay parası kalıyordu. Sendika üyeliğinden ayrıldıktan sonra hesabıma aidat yatmadığı için geriye çay parası da kalmaz oldu.
Öğretmenken kar ve salgın gibi olağanüstü durumlarda okullar tatil edilince okula gitmez, bir güzel uyku çekerken koltukla beraber bana hava muhalefeti işlemiyor, kar-kış, virüs demeden yola düşüyorum.
ÖSYM'nin yaptığı merkezi sınavlarda salon başkanı veya gözetmen olmak için başvuruda bulunabiliyorken görev çıktığında hesabıma ücret yatıyordu. Şimdi böyle bir görev bile isteyemiyorum.
Öğretmenken bayram ve tören günlerinde bir güzel tatil yaparken koltukla beraber soluğu görev yerinde alıyorum.
Gördüğünüz gibi para gelmiyor hatta çıkıyor hep benden. Halbuki ben de sanmıştım ki bir koltuk sahibi olursam koltukla beraber maaş ve diğer gelirlerim de artacak. Üzerine bir de meşakkat ve sorumluluk bindi. Heyhat ki heyhat...
Bu demek değildir ki bu koltuğun bana hiç getirisi yok. Bir cumartesi herkes evinde mışıl mışıl uyurken ben, sabah sekize gelmeden evden çıktım. 75-80 km yol gittim. Akşam altıya kadar İLKSAN seçimlerinde komisyon başkanlığı yaptım. Sonra geldiğim yolları bir kez daha teptim. Karşılığında İLKSAN Genel Müdürlüğü hesabıma 47,65 kuruş yatıracak. Halihazırda bir ay geçti. Daha alın terimin karşılığı hesabıma geçmedi. Bu hakkı da teslim etmek isterim. Bunu da antrparantez belirtmek isterim.
Sahi siz olsanız, getirisi olmayan, götürüldü olan böyle bir koltuğa koşar mıydınız?
16 Temmuz 2021 Cuma
Maden Suyunu Nereden İçmek İstersiniz?
Akşam serinliğinde yürüyüşe çıkmak geldi içimden. Ne tarafa gideyim derken
bize yol, elektrik ve su olarak dönen belediye yürüyüş parkurunda yürüyeyim
dedim. Eşofman ve tişörtümü giydim. Başka da bir şey almadım. Telefonu
saymıyorum. Zira o benden bir parça.
Dışarı çıkacağımı gören eşim, (her ne kadar kendisi bir birey olsa da ben
affınıza sığınarak eşim diyeceğim bazen de içişleri bakanı) ben de geleyim
dedi. Ben tempolu ve fazla yürüyeceğim. Bana ayak uyduramazsın. Geleceksen de
arkadan gel. Ben yürürken sen bankta oturursun dedim.
Tam çıkacağım vakit oğlan ben de çıkacağım, seni parkura bırakayım dedi.
Yok evlat, ben yürüyüşe giderken asansörle inenlerden ve yürüyüş yerine
arabayla gidenlerden değilim. Sen en iyisi beni değil, anneni bırakıver dedim,
evden çıktım.
Hızlı hızlı parka geldim. Park tıklım tıklımdı. İnsanımız serin havayı
görünce atmış kendini parka. Çay bahçesinde boş sandalye yok. Çimlere varıncaya
kadar sere serpe oturulmuş. Tek tük parkurda yürüyenler var. Köpek gezdirenler
de eksik değil. Hiç oyalanmadan parkura girerek yürüyüşümü devam ettirdim.
Yürüdükçe yürüdüm, hızlandıkça hızlandım, döndükçe döndüm. Bir ara önümde
yürüyen bir hanımefendi gördüm. Olsa olsa bizim hanımdır bu dedim. Çünkü hem
yürüyüşü eşimin yürüyüşü idi hem de elindeki para çantası tanıdık geldi. Şunun
çantasını alıp kaçayım. Hem böylece kapkaççılık nasıl yapılırmış, tecrübe
edinirim dedim içimden. Yaklaştım, tam elimi çantaya götürecekken ya hanım
değilse ya benzeyen biriyse, işte o zaman başa gelecekleri sen düşün dedim. Çünkü
can havliyle “Yetişin Müslümanlar! Hırsız çantamı aldı” şeklinde bir çığlık
atsa imdada gelecek etraftaki kalabalığın linçine maruz kalmak da vardı işin
ucunda. Ben bunun eşiyim deyinceye kadar postu çoktan deldirirdim. Vurdukça
vururlardı. Tekmeleri sayamıyorum… Baktım pabuç pahalı, vazgeçtim.
Tam yanından geçerken yan gözle baktım. Pandeminin tüm kurallarına uyarak
yavaş yavaş yürüyen kişi bizimkinin ta kendisi. Selâm verip geçtim hızımı
kesmeden.
Kaç tur attım bilmiyorum. Hanımı da bir daha güzergahım üstünde görmedim.
Bir ara bir mesaj geldi telefonuma. Baktım içişleri bakanından. Yürüyüş
bittikten sonra maden suyu alıp gelmemi istiyordu. Elimi cebime götürdüm. Cep
meteliğe kurşun atıyordu. Bir maden suyu da alamayacaksam ne işe yarardım. Öyle
ya, bir maden suyu kaç para ederdi. Moralim bozuldu. Yürüyüşümü tamamlayarak
oturduğu banka vardım. Selam kelamdan sonra hanım, Dücane Cündioğlu yeni
evlenmiş. Babası ile birlikte aynı evde kalıyorlar. Maddi durumları da pek iyi
değilmiş. Kıt kanaat geçinip gidiyorlarmış. Bir gün evden çıkarken hanımı ondan
bir şey alıp gelmesini istemiş. “Valla hanım, bende para yok. Alamam” demiş.
Bunu duyan babaannesi yanına çağırmış. “Oğlum, hanımın bir şey istediği zaman
para yok deme. Bakarız de” demiş. Anlayacağın bende para yok. Çünkü para
almadan evden çıktım. İstediğin maden suyunu alamayacağım dedim. “Bende var mı
bir bakayım dedi. Az önce alıp kaçıracağım çantasını açtı. 5, 10, 50 kuruş
şeklinde epey bir bozuk para çıktı çantadan. Üşenmeden saydık. Bir o saydı, bir
ben. 3,20 lira çıktı. Buna iki maden suyu eder mi etmez mi? Aman, niye etmesin.
At ile deve değil ya. Şunun şurasında iki maden suyu alacağız. Ama yine de
endişeliyim. Bu arada iyi ki kapkaççılığa soyunmamışım. 3,20 lira para için
değmezmiş. Bu kadar düştün mü derlerdi bir de.
Avucumun içine bozuk paraları aldım. Kafenin kasasına vardım. Bakar mısın,
maden suyu kaç para? Baktı. 3,50 lira dedi. Tanesi mi dedim. Evet dedi.
Teşekkür edip ayrıldım ama şaşırdım. Vay anasına vay dedim. Çünkü eldeki mevcut
tüm param iki maden suyu etmediği gibi bir tane bile etmiyor.
Eşimin yanına döndüm. Haydi gidiyoruz. Maalesef maden suyu alamadım dedim,
eve döndük.
İçinizden, kafeden alışveriş yapıyorsun. Olsun o kadar. Bunun vergisi var,
kirası vs var diyebilirsiniz. Bu kafe özel sektör tarafından işletilen lüks bir
yer olsa eh derim. Çünkü böyle yerlere, herkes gelip de oturamaz ve bir şey
yiyip içemez. Gittiğim kafe belediye tarafından işletilen bir yer. Yani ne
vergisi var ne algısı ne de kirası. Çalışanlar da belediyenin maaşlı
elemanları.
Ertesi akşam yine yürüyüş sonrası dönerken kafenin hemen köşesinde
yıllardır Maraş Dondurması satanın standına vardım. Bu sefer hazırlıklıyım.
Cebimde para var. Baktım adam, buzdolabına meyve suyu, maden suyu koyuyor.
İstediğim çeşit dondurmaları verdikten sonra ücretini uzattım. Dolaba koyduğun maden
suları kaç para dedim. “1,5 liraya veriyorum, dedi. Şu karşındaki kafede bu
maden suyu kaç paradır, bir tahmin yürüt dedim. Bilmiyorum dercesine yüzüme
baktı. 3,5 lira dedim. “Bazen o parkta oturanlar benim buraya maden suyu almaya
geliyorlar. Bundan demek ki” dedi.
İki gün sonra market alışverişine gittim. Belki ben maden suyu almayalı
fiyatlar değişmiş olabilir dedim. Markette 24’lük aynı maden suyu, 19,20 lira.
Beheri 80 kuruşa geliyor. İki 24’lük birden aldım. Bu vesileyle eve ilk defa 48
maden suyu birden girmiş oldu. Hanım maden suyu istedikçe dolaptan çıkarıp
içsin bir tane. Parka giderken de yanında götürsün bir tane.
Anlayacağınız, birbirine 3 dakikalık mesafede, özel sektörde aynı marka
maden suyunu 1,5’a, belediyenin çalıştırdığı yerde 3,5’aa, buralara yürüyüş
mesafesiyle 10 dakika olan markette ise beheri 80 kuruşa geliyor. Öyle
zannediyorum, biri kamu, diğerleri özel sektör olan üç firma da bu maden
suyundan para kazanıyor. Diyelim ki marketin 24’lük maden suyu toptan fiyatına,
iki katına yakın bir fiyata satan dondurmacınınki de perakende satışa giriyor.
Belediyenin kafesindeki 3,5 liralık maden suyunun içinden çıkamadım. Çünkü
belediyenin kazancı katlamalı ve vatandaş için fahişin fahişi… İnsaf yahu!
Hasılı size üç ayrı yerdeki maden suyunun reklamını yaptım. Marketten alıp 80 kuruşa mı içersiniz? Dondurmacıdan 1,5 liraya alıp hemen karşısındaki parka giderek bankta mı içersiniz? Kafeye gidip 3,5 liraya mı içersiniz? Karar sizin. Yalnız öyle yerden alın ve için ki bayramda içeceğiniz maden suyu moralinizi bozmasın, bayram tadında olsun. Şimdiden afiyet olsun. Bu arada bayramınız da mübarek olsun.
15 Temmuz 2021 Perşembe
Boğaziçi, Niçin Olmasın!
Atanmasının üzerinden bir 6 ay geçtikten sonra Boğaziçi Rektörü görevinden alınmış. Olabilir. Ne atanırken hikmetinden sual ettim ne de alınırken. Zira bu kısımlar beni ilgilendirmez. Beni esas ilgilendiren, rektörlük makamının boş bırakılması. Yani yeni bir atama yapılmaması. Nasıl ki devlet boşluk kabul etmezse bu makam da boşluk kabul etmez.
Bu boşluk beni endişelendirmekle beraber umutlandırıyor aynı zamanda. Acaba benim atamamla ilgili bir istişare yapılıyor olabilir mi umudunu hiç olmadığı kadar taşıyorum. Çünkü önceki kararlarda "Falan alındı. Yerine falan atandı" denir, konu kapanırdı. Bu durumda nasıl umutlanmam ben.
Diyebilirsiniz ki rektör olarak atanmak için şartların tutmuyor, akademisyen değilsin, Prof. unvanın yok. Şart dediğiniz nedir ki sizin? Bakarsınız bir üniversite bana fahri profesörlük unvanı verir. Alın size bir unvan. Olmaz olmaz demeyin. Bakarsınız şartlar ve ortam bu şekil oluşturulur ve ben Boğaziçi Rektörü olurum. Yeter ki istensin, yeter ki benim midem kabul etsin. Bunu nezaket ve tevazu yönünden söylüyorum. Böyle şeyler için midem bayram eder. Üzerine de boğaza nazır bir boş mezar verilirse şu fani dünyada daha ne isterim.
Haydi oldun. Koskoca üniversite ve bu üniversitenin teamülleri var. Nasıl yöneteceksiniz diyebilirsiniz. Dersiniz. Zira amacınız moral bozmak ve pişmiş aşa su katmak değil mi? Olsun. Kusura bakmayın ama böyle mide bulandırıcı ve çekememezliğin zirve yaptığı sorularınıza pabuç bırakmam. Bir gece atamasının akabinde, daha mesai bitmeden görevime başlarım. Oradaki akademisyenler bana sırtını dönermiş, öğrencileri eylem yaparmış... hiç umurumda olmaz. Protestolar arasında işimi yaparım.
Ne mi yaparım? Atamadan söylemek istemem ama madem sordunuz. Biraz kopya vereyim:
Bir defa yeni ve radikal karara imza atmam. Kurum kültürü adına ve alınacağımı bile bile selefimin yaptıklarının üzerine koya koya onun yolundan giderim. Çünkü devlette devamlılık esastır:
Önce kendime yardımcılar seçmeye çalışırım. Yardımcılarımı mülakatla seçerim. Bu benim kırmızıçizgimdir.
Ardından benim gelmemi protesto eden eylemcilerin arasına katılırım. Ne istediklerini sorarım. Daha sekreterimi atamadığım için isteklerini bir daha okunmaz yazımla tek tek not ederim. Onlara, yerden göğe haklısınız. Zaten ben bunları yapmaya geldim. Sizinle beraberim. Bana zaman verin. Zira zaman her şeyin ilacıdır. Düşün peşime derim. Ben önde, protestocularım arkamda, Sultan Ahmet Meydanına doğru yürüyüşe geçerim. Eylemciler bakarlar ki bu da bizden derler ve ilk gün eylemlerine son verirler. Uzun bir yorgunluğun ardından gider evlerine. Mışıl mışıl uyurlar.
Onları bu şekil ikna ettikten sonra daha oturamadığım koltuğuma gider, otururum. Ardından selefi neler yapmış. Onlara bir bir göz atarım. O, hukuk ve uluslararası ilişkiler bölümlerini mi açmış. Ben üzerine ilahiyat pardon İslami İlimler Fakültesi açarım. Buradan lütfen başka anlam çıkarmayın. Ben ilahiyatçıyım. Atandığım yerde elbette derse girebileceğim maaş karşılığı bir dersim olacak, değil mi?
Bu icraatımı gören ve daha önce bana ve benden öncekine sırtını dönen akademisyenler bu sefer sırt dönmeyi bırakacak, bana doğru dönecek ve üzerime çullanmak için hamle yapacaklar. Yapsınlar. Hiç problem değil. Önemli olan, onların yüzünü bana dönmeleri değil miydi? Ha öyle ha böyle döndüler işte. Bana zarar verirlermiş. Çok da umurumdaydı sanki. Bilsinler ki ben oraya gelirken kefenimi giydim de geldim. Bakmayın üzerimde takım elbise olduğuna. Gazi veya şehit olursam devlete öncelikli olarak atanmaları yönüyle çocuklarım yaşar. Beni de devlet erkanı her Şehitler Haftasında ve 15 Temmuzda ziyarete gelirler.
Yaşarsam, kefeni yırttım derim. Kendim ihya olurum.
Diyelim yaşadım ve rektörlüğe devam ediyorum. Başarım sorgulanacaksa benim başarım, selefimden bir gün daha fazla görevimde kalma kriteridir. Bunu da beni atayan iradenin gözeteceğini düşünüyorum.
Unutmayın ki bu yazı benim CV'imdir. Haydi hayırlısı.
13 Temmuz 2021 Salı
Çevreniz Çok Geniş Olmalı *
Avukatsınız. Aynı zamanda bir partinin il başkan
yardımcılığını da bir müddet yürüttünüz. Avukatlıktaki başarınızı siyasette de
vekil olarak taçlandırmak istediniz. Bir partiden milletvekili adayı oldunuz
ama kazanamadınız. Olabilir. Zira seçimlerde kazanmak da var, kazanamamak da.
Sonra dünyanın sonu değil bu. Zaten bir işiniz var. O işinize devam edersiniz.
Hele bir de tanınmış bir avukat iseniz, paraya para demezsiniz.
Sizdeki
bu meslek, başarı, kazanma durumu ve vizyon, keşke eşinizde de olsaydı. Gerçi
eşiniz de müdür ama özel okul müdürlüğü onunki. Çünkü çoğu özel sektör dolgun
ücret vermediği gibi iş garantisi de vermez. Ne olur ne olmaz, en iyisi devlete
dayamalıydı sırtını, bir de size. Çünkü her başarılı erkeğin arkasında mutlaka
bir kadın eli olur. Ama nasıl olacaktı bu? Zira devlete girmek için KPSS
sınavlarına girmesi gerekecek. Mülakata çağrılacak üç/beş katı adayın arasına
girecek. Yüksek puan almak için hakkaniyet ölçüsünde görev yapan komisyonun
sorduğu sorulara bir bir cevap verecek. Atanmak için tercihte bulunacak. Ölme
eşeğim ölme… Haydi bunların hepsini göze aldı. Ya tercih edeceği kuruma yüksek
puanlı biri göz dikip atanırsa, işte o zaman ayıkla pirincin taşını. Burada
aile birliği de önemli. Kendisi bir yerde kocası başka yerde olamazdı.
Aslında
bu yolların hiçbirine gerek yok. Çünkü sınav her şey değildir ki. Bir de
sınavsız alım diye bir şey var, değil mi? Belediyeler de bunun için biçilmiş
kaftandı. Çünkü buralara DMK'nin istisnai memur hükmüne göre bakanlık izniyle atama
yapılabilirdi. Üstelik böyle bir yere girerse hiç memurluk yapmadan ve yükselme
sınavına girmeden direk müdür olarak başlayabilirdi. Zaten kocası özel sektörde
müdürlük yaptıktan sonra belediyede memurluk yapması uygun düşmezdi. Bunları
yapmak aslında kendisi için çocuk oyuncağı idi. Çünkü kendisinin siyasi bir
gücü vardı. Siyaset böyle yerlerde her kapıyı açardı. Kocasını da pekala bir
yere atattırabilirdi. Ricası emir sayılırdı devlet ricali için. Ama böyle
yollara tevessül etmek, torpil yapmak demekti. Böyle bir torpil ise adil
anlamına gelen ismine, tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği başarısına yakışmazdı.
Sonra küçücük bir ilde yaptığı torpil duyulursa ayıp olurdu. Mesleğine de halel
gelirdi.
Aha,
o da ne! Belediyede özel kalem müdürlüğü boşalmış. Kocası için burası niçin
olmasın. Ondan iyisini mi bulacaklardı? Üstelik özel kalem müdürlüğüne sıradan
herkesi almak devletin kurum kültürüne, belediye başkanının siyasi kimliğine
sığmazdı. Çünkü özel kalem müdürlüğü demek belediyenin ve başkanın her türlü
mahrem bilgisine sahip olmak demekti. Ama bu nasıl olacaktı? Çünkü ailecek
torpile karşılar. Hay Allah! Eşinin geniş çevresi niçin aklına gelmedi. Çünkü geniş
çevre demek birçok nimetin ayağına gelmesi demekti. Allah her kula nasip etmez
bu geniş çevreyi. Nasıl ki para her kapıyı açarsa çevre de açardı. Ama kocasının bu iş için bulunmaz Hint kumaşı olduğunu kime
söyleyebilirdi ki… İşte çevre böyle yerlerde devreye girerdi. Nasılsa
belediyede de kayyum bir başkan vardı.
Kayyumun teklifiyle kocası önce özel kalem müdürlüğüne
ardından belediye kültür merkezi müdürlüğüne geçiveriyor. Gördüğünüz gibi Allah’tan
bir göz istediniz. Allah da size verdi iki göz. Daha ne istersiniz…Nasıl da
kolay değil mi? Tereyağından kılı böyle çekemezsiniz. Umarım, anlattığım bu
hayal mahsulü hikaye, sizin kulağınıza küpe olur. Şayet laf anlamaz, söz
dinlemez iseniz, devletin açtığı KPSS sınavlarına girer durursunuz. Unutmayın
ki sınav puanıyla bir yere atanmak aciz insanların işi. Sonra yazık değil mi
Allah’ın verdiği o gözleri sınavlara hazırlanmak için yormaya. Bunun için
yapacağınız şeyler; bulunduğunuz ilde sevilen ve çevresi geniş olan biri
olacaksınız. Bunun dışında bir de arkanızda tuttuğunu koparan, siyasi kimliği
olan, başarılı bir eşiniz olmalı. Çünkü her başarılı erkeğin arkasında mutlaka
bir kadın vardır. İşinizde başarılı değilseniz, biliniz ki eşiniz size destek çıkmamıştır.
Destek derken sakın ola ki aklınıza torpil gelmesin. Kaç defa söyledim, bu işte
torpil sökmez diye. Şayet arkanızda eşiniz ve geniş bir çevreniz yoksa bu
durumda yapacağınız, oturup ağlamaktır. Bu durumda talihinize küseceksiniz.
Diyelim ki böyle atamalarda insanların ağzını büzemediniz.
Onlar sizin atanmanızı çekemedi. Sağda solda bu işte torpil var diye konuşup
duruyorlar. Bu durumda siz hiç üzülmeyin. Arkanızda sizi savunacak avukat bir
eşiniz var. Eşiniz mahkeme salonlarında hep başkasını savunacak, berat
ettirecek değil ya… Biraz da sizi savunsun: “Eşim, ilimizde sevilen biri, aynı
zamanda çevresi çok geniş. Bu işte torpil yok”.
Hasılı, torpille atanmayın, çevrenizle atanın…
* 16/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.
Esnek Çalışmanın Düşündürdükleri *
Covit-19 salgını nedeniyle kamu
çalışanları, 10.00-16.00 esnek mesaisi ile tanıştı. Yani sekiz saat mesai
yerine 5,5 saat mesai yaptı. Bununla da yetinilmedi. Uzaktan çalışmayı,
dönüşümlü çalışmayı; 60 yaş üstün, 10 yaşın altında çocuğu olan annelerin,
24-32 hafta arası gebe ve kronik hasta olanların idari izinli olmasını gördü.
Aynı şartlarda bir çalışma düzenine geçmeleri için Bilim Kurulu tavsiye kararı
almasına rağmen özel sektör bu şekil bir çalışma düzenine geçmedi.
Salgın nedeniyle dünya ve ülkemiz
olağanüstü bir durumdan geçerken bazı kurum istisnalarıyla birlikte kamu
çalışanları esnek mesaiye tabi olurken özel sektör niçin esnek çalışma düzenine
geçmedi? Esnek çalışma düzenine geçildiği zaman diliminde, kamu sektöründe
herhangi bir aksama meydana geldi ve işler aksadı mı? Gördüğüm kadarıyla kamu
kurumlarında herhangi bir aksama ve gecikme söz konusu olmamıştır. En azından böyle
bir serzeniş ve şikâyet basında yer almamıştır.
Aynı mesaiye ve çalışma düzenine özel sektör
de geçmiş olsaydı, durum ne olurdu? Öyle zannediyorum, özel sektörde üretim
düştüğü gibi piyasaya mal sevkiyatında da gecikmeler olacaktı.
Olup bitenden benim anladığım, özel
sektörün ihtiyacından fazla elemanı çalıştırmadığı, devletin ise normalden öte
bir personeli istihdam ettirdiği yönünde. Demek ki devlet, mevcut çalıştırdığı
personelinin en az yarısını çalıştırmasa yani mevcut çalışanların yarısı ile
çalışsa, devletin iş yükünde bir aksama söz konusu olmayacak.
Burada fazla personel çalıştırmanın ne
sakıncası var, devlet aynı zamanda insan kaynaklarını istihdam etme yeri
diyebilirsiniz? Tamam, devlet aynı zamanda insanına iş vermek ve iş bulmakla
yükümlüdür ama şişirilmiş kadrolarla çalışmanın bu ülkeye zarardan başka
katkısı olmaz. Çünkü normalinden fazla personel çalıştırmak tek kelimeyle
savurganlıktır. Lütfen israf deyince aklımıza sadece ekmek israfı gelmesin. İhtiyaç
fazlası elemana ödediği giderleri, pekâlâ devlet başka alanlarda harcayabilir,
vatandaşın diğer ihtiyaçlarını giderebilirdi. Bildiğiniz gibi bütçenin büyük
bir kısmı, personel giderlerine gitmektedir. Bu da kamunun yararlanacağı diğer
hizmetlerden daha az faydalanması demektir.
Diyelim ki işsizliği azaltmak amacıyla devlet
kadroları şişiriyor. Burada sormak isterim, bir yerde ihtiyaç fazlası
personelin olması, iş verimliliğini artırıyor mu? Tecrübem bana, bir yerde çok
fazla kişinin çalışması, iş verimini artırmadığı gibi aksattığını söylüyor.
Çünkü çok kişinin çalıştığı yerlerde “falan yapsın, şu yapsın” şeklinde işlerin
ötelendiğini ve işe sahip çıkılmadığını gösteriyor.
Çoğunluğu, personeline asgari ücret
vermesine rağmen özel sektörde iş verimi daha yüksektir. Çünkü özel sektörde
çalışan kişilerin hangi işi yapacağı bellidir. Bu yüzden kolay kolay
devamsızlık yapılmaz. Herhangi bir sebeple bir kişi o gün işe gelememişse onun
işini bir başkası yerine getirmekle yükümlüdür. Aynı zamanda özel sektör
çalışanı, patronunun verdiği her işi yapmakla yükümlü olduğunu ve
denetlendiğini iyi bilir. İşini savsaklatan, gereksiz yere devamsızlık yapan
bir özel sektör çalışanının tazminatı ödenmek suretiyle iş akdi feshedilir. Yine
özel sektörde çalışanların gelişi, gidişi, çalışması izlenirken devlette
yeterince izleme söz konusu değildir. Bu da özel sektörde verimi artıran, devlette
ise verimi düşüren başka bir etkendir.
Tasarruf tedbirleri yayımlayan devletin, kamuda
çalışan personel sayısına da bir düzenleme getirmesinde hem amme yararı hem iş
verimi hem de kamu kaynaklarının yerli yerinde kullanılması adına fayda
olduğunu düşünüyorum.
* 17/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.
12 Temmuz 2021 Pazartesi
Tuzu Kuru Siyasetimiz *
Siyasetçi olmasam da kendimi bildim bileli
siyasetimize izlerim. Hoş, sadece ben değil, bu toplumun kahir ekseriyeti,
ister profesyonel siyasetçi olsun ister amatör siyasetçi olsun, bu ülkede
siyaset yapar. Yeter ki iki kişi bir araya gelsin. Çaylar yudumlanırken konu,
döner dolaşır siyasete gelir. Anlayalım veya anlamayalım, mutlaka görüşümüzü
söyleriz. Desteklediğimiz partiyi savunurken desteklemediğimizi durmadan
eleştiririz. Partimize eleştiri yapılırsa ses tonumuz değişir. Önce savunmaya,
ardından saldırıya daha olmadı, “Zaten sizin partiniz de bunu geçmişte yaptı.
Bu konuda siz de çok temiz değilsiniz” deriz. İlk başlarda tatlı bir muhabbetle
başlayan bu tür konuşmalar genellikle kırgınlıkla son bulur. Çünkü partisi ne
olursa olsun, partilerin trolleri kolay kolay eleştiriye gelmez. Bu tür fanatik
seviyesinde partizanlıktan dolayı dostların arasının bozulduğu da vaki.
Siyasetin dışında yine bu toplumun
gündeminde din, sağlık, spor, eğitim ve öğretim konusu da herkesin gündeminde.
Herkes bu konularda kendisini bir uzman bilir ve bu konularda söyleyecek sözü
vardır ama hiçbiri siyaset kadar yer kaplamaz. Gecemiz gündüzümüz siyaset dense
yeridir. Ömrünü bu şekilde siyaset yaparak geçirenler, bir partinin değişik
kademelerinde görev yapan aktif bir siyasetçi olsa gam yemeyeceğim. Çünkü görevi
budur.
Görevi siyaset değilken ömrünü siyaset
yaparak geçirenlere ne demeli? Değer mi bu kadar siyaset yapmaya, birbirini
kırıp dökmeye, işi kırgınlığa götürmeye ve vaktin büyük bir bölümünü boşa
harcamaya… Halbuki aktif siyasette yer almayan bu kişilerin konuşacağı yer
sandıktır. Önlerine sandık geldi mi, hangi partiye vereceklerse oylarını verip
işlerine yönelmeleri gerekir. Ah bir de bu yaptıkları siyasetin kendilerine
maddi ve manevi bir katkısı olsa…Sandık dışında da böyle siyaset yaptıklarına göre
keşke bu yaptıkları siyasetin, kendilerine maddi ve manevi bir katkısı olsa…Tek
katkısı çenelerini yormak ve çevresini kırıp geçirmektir.
Amatör siyaset yapanlara bir katkısı
olmayan siyasetin kazananı, partisi iktidar olsun veya olmasın, daima
kazananlar hep profesyonel siyasetçilerimizdir. İktidardakiler nimetlerden
biraz daha fazla faydalanıyor, o kadar. Halkın şu derdi varmış, geçim sıkıntısı
varmış çok da umurlarında değil. Nimetlerden faydalanırken tek yaptıkları, oy
deposu olarak gördükleri seçmenlerini rakiplerine karşı kutuplaştırmaktır. Halk
birbiriyle -seviyesine göre- siyaset yaparken onlar malı götürüyor. Ben bugüne
kadar profesyonel siyaset yapıp da maddi sıkıntı çekeni -hatta aktif siyasetin
dışına çıktıktan sonra da- görmedim. Aile ve çevresi ihya oluyor dense yeridir.
Bakmayın siyasilerin halkı düşünür gibi
konuştuklarına. Hangisi iktidara gelirse gelsin ülkenin bir dizi sorunları
azalacağı yerde çoğalıyor. Hâsılı, bizim ülkemizde çözüm üretsin, sorunları çözsün
diye yapılan siyasetin tuzu kurudur. İstisnaları hariç tutuyorum, bizim ülkede
yapılan siyaset makam, mevki, şöhret, cep doldurma ve servetine servet katma
siyasetidir.
Tecrübelerim şunu gösterdi ki bu ülkenin
önündeki en büyük engel bizde uygulanan siyasetin ta kendisidir. Hangisi
gelirse gelsin halkın görevi, kendilerine oy vermek ve kemer sıkmaktır. Halka
gelen vuruyor, giden vuruyor, sırada bekleyenler de vurmak için pusuda
bekliyor. Halkın bu durumu şu fıkraya benzer:
Hayvanlar âleminde
ormanın kralı aslan, her gün içtima yapar. Her içtimada "Nerede senin
kravatın" diyerek tavşanı döver. Bir gün aslanın yardımcıları
"Efendim, hep aynı gerekçeyle tavşanı dövüyorsunuz, artık gerekçeyi
değiştirseniz" derler. Aslan, tamam gerekçeyi değiştirelim. Yarın tavşanı
sigara almaya gönderelim" der. "İyi de efendim, sigarayı alır gelirse
nasıl döveceksiniz" der yardımcıları. Aslan, "Sigarayı filtreli alırsa
niçin filtresiz almadın der, döveriz. Şayet sigarayı filtresiz alırsa niçin
filtreli almadın der, yine döveriz.
Ertesi günü
tavşan içtimaa gelince aslan, ona para vererek git sigara al gel der. Tavşan
parayı alıp giderken geri dönerek "Efendim sigaranız filtreli mi olsun
yoksa filtresiz mi" der demez aslan, "Gel lan buraya! Nerede lan
senin kravatın" diyerek tavşanı tekrar döver, tıpkı diğer günlerde olduğu
gibi.
Kimsenin
moralini bozmak, umutlarını yıkmak istemiyorum ama bu tavşan hikayesi, sanırım
siyasetimizi anlatan en güzel hikaye olsa gerek. Başka söze gerek var mı?
*31/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.