20 Temmuz 2021 Salı

Bana Ondan Bahset Deseler...

-İlk göz ağrım oğlumun gözüyle ben-

Bana onu anlat deseler, anlat anlat bitiremem herhalde… Çünkü kelimeler kifayetsiz kalır. Kendi gözünle görerek tespit etmek daha anlamlı olur. Ahlaki hasletleri tek tek saymadan hepsinin kendisinde olduğunu görürüm. Şunu söylesem yanılmam. Doğallık denince aklıma kendisi gelir. Ben kendisini tanıdığımdan beri doğaldır. Hiç yapmacıklığı olmaz, yapamaz da zaten.

İnsanların en büyük sorunlarından bir tanesidir doğallık. İnsanlar fotoğraf makinesine verdikleri pozlar gibi tavır sergileyebiliyor. Kendisi neyse odur. İçi de bir dışı da birdir. Hatta fotoğraf çekiminde bile doğallık akar kendisinden. Gençliğin en güzel yıllarını sıkıntı yokluk içinde geçirmiştir. Sıkıntıyı görerek bugünlere gelmiş birisidir. İki odalı bir evde 7 kardeş olarak yaşayarak, maddi sıkıntıları görerek, açlığın ne demek olduğunu bilerek yetişen ve evin tek okuyanıdır. O dönemlerde okumak tabiri caizse iğnenin deliğinden deveyi geçirmek gibi bir şey sanırım. Bir de kişinin okuması için maddi desteğin yanında, manevi olarak desteğe ihtiyaç duyar. Lakin hısımlarından destek görmemesine rağmen kendi gayretleriyle okuyabilmiştir. Fakülte bitmeden evlenip, 3 çocuk sahibi olduktan sonra mezun olmuştur. Şimdilerde işi olmadan kimseye kız verilmez. Çünkü nasıl geçinecekler, işi sağlam mı, kariyer getirir mi vb endişesi hakimdir. Bu endişelerin yersiz olduğunun göstergesidir evliliği…

Öğretmen olarak göreve başlayıp, uzun yıllar farklı yerlerde görev yaptıktan sonra memleketine gelmiştir. Halen görev yapmaktadır. Ben layıkıyla görev yaptığı kanaatindeyim. Memleketine gelmesiyle beraber idareci de olmuştur. Hayatının her anında olduğu gibi, idareciliğinde de kimseye yaranmak içinde olmamıştır. Biz biliyoruz ki bir yerlere gelmek istiyorsan birilerinin emir eri olacaksın. Biz doğruya doğru diyenleri ve yanlışa yanlış diyenleri hep dışlarız. Kendisi de birilerinin dediği dedik olmadığı veya birilerine şirin gözükmediği için görevinden el çektirildi. El çektirildikten sonra hatıra  binaen tekrar idareci oldu. Lakin tekrar geldiği zaman kendisini o yerde yük bildi.  İdarecilik yaptığı yerler ya kıyıda olan yerler ya da çift vasıta ile gidilebilecek yerlerdi. Zorluk ve sıkıntıya göğüs geren bir kişidir. Rahat bir yaşamı olmamış. Rahatlığa düşman diyebilirim. Herkesin rahatına düşkün olduğu, kendisi de rahatlığa ermesine rağmen, yine de rahatlığı tercih etmeyen nadir kişilerdendir.

Mal mülk de gözü olmayan, hevasına uymayan, hayatımda şu ihtiyaçlarım niye olmadı diye hiç dert edinmeyen, kazancının kıymetini bilen, tasarrufu kendi hayat felsefesine empoze eden, her şeyin en olumsuz tarafını düşünerek kendini o duruma hazırlayan, riski hiç sevmeyen, kimseyi incitmemeye gayret eden, incitse bile gönül almasını bilen, hazır yiyici olarak tasvir ettiği nesli kendine dert edinen, eski tarihlerden beri adam dışlama odaklı anlayışımızın kıyısından köşesinden geçmeyen, insanların bankaya başvurmadan yapamadığı günümüzde, kendisinin elinde varsa bir şeylere sahip olan, yoksa hiç dert edinmeyen, zorla kimseye bir şey yaptıramayacağının idrakinde olan  vb. yukarıda saydıklarımdan başka sayamadığım daha nice özellikleri olduğunu biliyorum.

Şimdilerde ne mi yapıyor? İdarecilik kendisine kambur geldiğinden, asıl mesleği olan öğretmenliği idame ettirmeye çalışıyor. Zaten idarecilik görevinde olduğu zamanlarda da soranlara hep öğretmenim dedi. Mütevazılık  bu olsa gerek. 4-5 yıl önce başladığı yazı yazma alışkanlığını sürdürüyor. İlk başlarda sonradan açtığı sosyal paylaşım sitesinde yazardı veya köşe yazısı paylaşırdı. Belli süreden sonra birinin açıverdiği blogunda yazılarını yazmaya başladı. Yazmaya hala devam ediyor. Yerel gazetelerde de zaman zaman yazıları yayımlanıyor.  Yazılarında ne yazıyor derseniz. Ne yazmıyor ki derim. Yerel gazeteye başlarken yazdığı ilk yazıda ne yazacağı hususunda şöyle demişti: “Ne mi yazacağım, neyi dert edindiysem onu yazacağım.” Gerçekten öyle idi. Kah güncel kah siyasi kah dini kah ahlaki kah eğitim-öğretim kah sosyal-kültürel kah tarihi kah toplumsal sıkıntıları alıntı ve fıkraya  başvurarak meramını yazıya döküyor. Yazılarının hepsi benim nezdimde güzeldir. Lakin öyle yazıları var ki, mükemmeldir. Olaylara dar bir pencereden bakmayışı, adam kazanma odaklı anlayışı, kimseyi üzmeden derdini anlatması, siyasi olaylara veya kişilere karşı objektif olması, kimsenin savunuculuğunu yapmayışı, (mezhep, tarikat, cemaat, hoca, siyasi) bir kesim veya bir gruba yaranma gibi niyetinin olmayışı, sağduyulu veya aklı selim perspektifli bakışını, itidali hakim kılma hedefini, yozlaşmanın boyutlarını, ileriyi görme çabasını, eğitim ve öğretimdeki ufuk açıcı tavsiyelerini, çalışmanın da ibadet olduğu düsturunu benimseyişi, devletin malını her daim yetim hakkı olarak görüşü, adalet mefhumunu dile getirişi, aklın kiraya verilmeyeceğini her daim söylemesi, her kişiden bilgi sahibi olunabileceğini öğretmesi, bir olgudan bahsederken kişileri ayyuka çıkartmadan anlatması, Allah'ın bir ayetinde “ Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya “ düsturunu benimseyişi vb.  duygu ve düşüncelerini dile getirerek ifa etmektedir. Onun belki de en çok korktuğu veya çekindiği kişiler olarak gördüğü; 1- Aklını başkasına teslim eden, 2- Sıkıntısız veya zahmetsiz yetişen, her şeylerini zamanında elde eden çocukların akıbetidir.

Bu kişinin hiç  hatası yok mu ? Elbette vardır. İnsan beşer şaşar bir varlıktır. Ben eleştirecek yanı hususunda, siniri derim. Sinir öyle bir illet ki dededen oğula, babadan oğula saltanat misali geçmektedir. Siniri ailenin neredeyse tüm efradına sirayet etmiştir. Anlık ve olmadık yerdeki çıkışları herkesi psikolojik olarak etkilemektedir. En çok da kim bu durumdan muzdarip derseniz. Ben eşini söylerim. Şimdiki kadınlara ağzını açamazsın. Seni doğduğuna pişman ederler. Ben ondan razı Allah da ondan razı olur inşallah… Yukarıda kimden mi bahsettim. Çok iyi tanıdığım birinden… 23/03/2017
Ahmet Emin YÜCE

18 Temmuz 2021 Pazar

Koltuk Bana Pahalıya Patladı

Bir vadi dolusu altını olsa ikinci vadiyi isteyen insanoğluna ilaveten bir koltuk sevdam olduğunu sağır sultan bile bilir. İlgi alanıma girsin veya girmesin boşalan her koltuğa karşın içim kıpır kıpır olur, üzerine bir de gelin güvey olurum. 

Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Bendeki bu sevda bitmedi. Ben bir yüzümü karartarak yoluma devam ettim. Vermeyenler de iki yüzünü karartarak. Benim için işin sevindirici yanı da bu. 

Tam olmayacak, demek ki bahtım kapalı demeye başladığım ahir ömrümde, önüme bir koltuk tercihi kondu. İstiyorsan buyur dendi. Uzaktı. Buna değer miydi, madem isteyecektim altı yıl önce bunu niye istemedim? İstemesem, ileride keşke istesem iyi olurmuş da diyebilirdim. Aman neyse ne? Zaten yıllardır böyle bir koltuk beklemiyor muydum. Bir şansımı deneyeyim. Hem böylece cebimi doldurmuş olurum. Olmadı, döner gelirim dedim ve istedim. 

Göreve başladım, işime gidip geliyorum. Bir koltuğun sahibi oldum ama bu koltuğun maliyeti bana pahalıya patlayacak görünüyor. Nimete mi kondum yoksa külfete mi? Buyurun, birlikte bakalım: 

Öğretmen iken belediye toplu taşıma araçlarına öğrenci fiyatından indirimli biniyordum. Koltuk sonrası ise bindirimli yani tam bilet kullanmaya başladım. Yani otobüslere daha fazla ödüyorum. 

Öğretmen iken maaşıma uzman öğretmenlik adı altında uzman öğretmen olmayanlara oranla ilave para yatırılıyordu. Koltuğa oturur oturmaz, uzmanlıktan kaynaklanan fazla ödeme ilk maaşımdan kesildi. Yani yine uzmanım ama getirisi olmayan bir uzmanlık benimkisi. Üstelik götürüsü oldu. 

İLKSAN'a bir kesinti yapılmıyordu benden. Koltuğa oturur oturmaz zamlı temmuz maaşlarına gelinceye kadar her ay 96 lira İLKSAN'a benden kesinti yapılmış. Bu neyin nesi dediğimde öğrendim ki ben İLKSAN'ın tabii üyesi oluyormuşum. Yani benden her ay bu kuruluşa kesinti yapılıyor. 

Daha önceki işim, yürüyüş mesafesiyle 8-9 dakika iken koltukla beraber arabayla her gün 160 km yol yapıyorum. Yol masrafı, yol yorgunluğu, zaman kaybı, aracımın yıpranması vs. 

Okul müdürlüğü yapanların ve haftasonu DYK'ye giren öğretmenlerin maaş ve ek derslerini ben imza altına alıyorum. Her imza atışımda ilgili kişilere tahakkuk eden ücrete bakıyorum. Hepsinin maaş ve ek ders geliri benimkinden yüksek. 

Sendika üyesi iken devlet üç ayda bir hesabıma sendika aidatı yatırır. Bu yatırılan aidat her ay üyesi bulunduğum sendikaya yatırıldıktan sonra geriye çay parası kalıyordu. Sendika üyeliğinden ayrıldıktan sonra hesabıma aidat yatmadığı için geriye çay parası da kalmaz oldu. 

Öğretmenken kar ve salgın gibi olağanüstü durumlarda okullar tatil edilince okula gitmez, bir güzel uyku çekerken koltukla beraber bana hava muhalefeti işlemiyor, kar-kış, virüs demeden yola düşüyorum. 

ÖSYM'nin yaptığı merkezi sınavlarda salon başkanı veya gözetmen olmak için başvuruda bulunabiliyorken görev çıktığında hesabıma ücret yatıyordu. Şimdi böyle bir görev bile isteyemiyorum. 

Öğretmenken bayram ve tören günlerinde bir güzel tatil yaparken koltukla beraber soluğu görev yerinde alıyorum. 

Gördüğünüz gibi para gelmiyor hatta çıkıyor hep benden. Halbuki ben de sanmıştım ki bir koltuk sahibi olursam koltukla beraber maaş ve diğer gelirlerim de artacak. Üzerine bir de meşakkat ve sorumluluk bindi. Heyhat ki heyhat... 

Bu demek değildir ki bu koltuğun bana hiç getirisi yok. Bir cumartesi herkes evinde mışıl mışıl uyurken ben, sabah sekize gelmeden evden çıktım. 75-80 km yol gittim. Akşam altıya kadar İLKSAN seçimlerinde komisyon başkanlığı yaptım. Sonra geldiğim yolları bir kez daha teptim. Karşılığında İLKSAN Genel Müdürlüğü hesabıma 47,65 kuruş yatıracak. Halihazırda bir ay geçti. Daha alın terimin karşılığı hesabıma geçmedi. Bu hakkı da teslim etmek isterim. Bunu da antrparantez belirtmek isterim. 

Sahi siz olsanız, getirisi olmayan, götürüldü olan böyle bir koltuğa koşar mıydınız? 

16 Temmuz 2021 Cuma

Maden Suyunu Nereden İçmek İstersiniz?

Akşam serinliğinde yürüyüşe çıkmak geldi içimden. Ne tarafa gideyim derken bize yol, elektrik ve su olarak dönen belediye yürüyüş parkurunda yürüyeyim dedim. Eşofman ve tişörtümü giydim. Başka da bir şey almadım. Telefonu saymıyorum. Zira o benden bir parça.

Dışarı çıkacağımı gören eşim, (her ne kadar kendisi bir birey olsa da ben affınıza sığınarak eşim diyeceğim bazen de içişleri bakanı) ben de geleyim dedi. Ben tempolu ve fazla yürüyeceğim. Bana ayak uyduramazsın. Geleceksen de arkadan gel. Ben yürürken sen bankta oturursun dedim.

Tam çıkacağım vakit oğlan ben de çıkacağım, seni parkura bırakayım dedi. Yok evlat, ben yürüyüşe giderken asansörle inenlerden ve yürüyüş yerine arabayla gidenlerden değilim. Sen en iyisi beni değil, anneni bırakıver dedim, evden çıktım.

Hızlı hızlı parka geldim. Park tıklım tıklımdı. İnsanımız serin havayı görünce atmış kendini parka. Çay bahçesinde boş sandalye yok. Çimlere varıncaya kadar sere serpe oturulmuş. Tek tük parkurda yürüyenler var. Köpek gezdirenler de eksik değil. Hiç oyalanmadan parkura girerek yürüyüşümü devam ettirdim. Yürüdükçe yürüdüm, hızlandıkça hızlandım, döndükçe döndüm. Bir ara önümde yürüyen bir hanımefendi gördüm. Olsa olsa bizim hanımdır bu dedim. Çünkü hem yürüyüşü eşimin yürüyüşü idi hem de elindeki para çantası tanıdık geldi. Şunun çantasını alıp kaçayım. Hem böylece kapkaççılık nasıl yapılırmış, tecrübe edinirim dedim içimden. Yaklaştım, tam elimi çantaya götürecekken ya hanım değilse ya benzeyen biriyse, işte o zaman başa gelecekleri sen düşün dedim. Çünkü can havliyle “Yetişin Müslümanlar! Hırsız çantamı aldı” şeklinde bir çığlık atsa imdada gelecek etraftaki kalabalığın linçine maruz kalmak da vardı işin ucunda. Ben bunun eşiyim deyinceye kadar postu çoktan deldirirdim. Vurdukça vururlardı. Tekmeleri sayamıyorum… Baktım pabuç pahalı, vazgeçtim.

Tam yanından geçerken yan gözle baktım. Pandeminin tüm kurallarına uyarak yavaş yavaş yürüyen kişi bizimkinin ta kendisi. Selâm verip geçtim hızımı kesmeden.

Kaç tur attım bilmiyorum. Hanımı da bir daha güzergahım üstünde görmedim. Bir ara bir mesaj geldi telefonuma. Baktım içişleri bakanından. Yürüyüş bittikten sonra maden suyu alıp gelmemi istiyordu. Elimi cebime götürdüm. Cep meteliğe kurşun atıyordu. Bir maden suyu da alamayacaksam ne işe yarardım. Öyle ya, bir maden suyu kaç para ederdi. Moralim bozuldu. Yürüyüşümü tamamlayarak oturduğu banka vardım. Selam kelamdan sonra hanım, Dücane Cündioğlu yeni evlenmiş. Babası ile birlikte aynı evde kalıyorlar. Maddi durumları da pek iyi değilmiş. Kıt kanaat geçinip gidiyorlarmış. Bir gün evden çıkarken hanımı ondan bir şey alıp gelmesini istemiş. “Valla hanım, bende para yok. Alamam” demiş. Bunu duyan babaannesi yanına çağırmış. “Oğlum, hanımın bir şey istediği zaman para yok deme. Bakarız de” demiş. Anlayacağın bende para yok. Çünkü para almadan evden çıktım. İstediğin maden suyunu alamayacağım dedim. “Bende var mı bir bakayım dedi. Az önce alıp kaçıracağım çantasını açtı. 5, 10, 50 kuruş şeklinde epey bir bozuk para çıktı çantadan. Üşenmeden saydık. Bir o saydı, bir ben. 3,20 lira çıktı. Buna iki maden suyu eder mi etmez mi? Aman, niye etmesin. At ile deve değil ya. Şunun şurasında iki maden suyu alacağız. Ama yine de endişeliyim. Bu arada iyi ki kapkaççılığa soyunmamışım. 3,20 lira para için değmezmiş. Bu kadar düştün mü derlerdi bir de.

Avucumun içine bozuk paraları aldım. Kafenin kasasına vardım. Bakar mısın, maden suyu kaç para? Baktı. 3,50 lira dedi. Tanesi mi dedim. Evet dedi. Teşekkür edip ayrıldım ama şaşırdım. Vay anasına vay dedim. Çünkü eldeki mevcut tüm param iki maden suyu etmediği gibi bir tane bile etmiyor.

Eşimin yanına döndüm. Haydi gidiyoruz. Maalesef maden suyu alamadım dedim, eve döndük.

İçinizden, kafeden alışveriş yapıyorsun. Olsun o kadar. Bunun vergisi var, kirası vs var diyebilirsiniz. Bu kafe özel sektör tarafından işletilen lüks bir yer olsa eh derim. Çünkü böyle yerlere, herkes gelip de oturamaz ve bir şey yiyip içemez. Gittiğim kafe belediye tarafından işletilen bir yer. Yani ne vergisi var ne algısı ne de kirası. Çalışanlar da belediyenin maaşlı elemanları.

Ertesi akşam yine yürüyüş sonrası dönerken kafenin hemen köşesinde yıllardır Maraş Dondurması satanın standına vardım. Bu sefer hazırlıklıyım. Cebimde para var. Baktım adam, buzdolabına meyve suyu, maden suyu koyuyor. İstediğim çeşit dondurmaları verdikten sonra ücretini uzattım. Dolaba koyduğun maden suları kaç para dedim. “1,5 liraya veriyorum, dedi. Şu karşındaki kafede bu maden suyu kaç paradır, bir tahmin yürüt dedim. Bilmiyorum dercesine yüzüme baktı. 3,5 lira dedim. “Bazen o parkta oturanlar benim buraya maden suyu almaya geliyorlar. Bundan demek ki” dedi.

İki gün sonra market alışverişine gittim. Belki ben maden suyu almayalı fiyatlar değişmiş olabilir dedim. Markette 24’lük aynı maden suyu, 19,20 lira. Beheri 80 kuruşa geliyor. İki 24’lük birden aldım. Bu vesileyle eve ilk defa 48 maden suyu birden girmiş oldu. Hanım maden suyu istedikçe dolaptan çıkarıp içsin bir tane. Parka giderken de yanında götürsün bir tane. 

Anlayacağınız, birbirine 3 dakikalık mesafede, özel sektörde aynı marka maden suyunu 1,5’a, belediyenin çalıştırdığı yerde 3,5’aa, buralara yürüyüş mesafesiyle 10 dakika olan markette ise beheri 80 kuruşa geliyor. Öyle zannediyorum, biri kamu, diğerleri özel sektör olan üç firma da bu maden suyundan para kazanıyor. Diyelim ki marketin 24’lük maden suyu toptan fiyatına, iki katına yakın bir fiyata satan dondurmacınınki de perakende satışa giriyor. Belediyenin kafesindeki 3,5 liralık maden suyunun içinden çıkamadım. Çünkü belediyenin kazancı katlamalı ve vatandaş için fahişin fahişi… İnsaf yahu!

Hasılı size üç ayrı yerdeki maden suyunun reklamını yaptım. Marketten alıp 80 kuruşa mı içersiniz? Dondurmacıdan 1,5 liraya alıp hemen karşısındaki parka giderek bankta mı içersiniz? Kafeye gidip 3,5 liraya mı içersiniz? Karar sizin. Yalnız öyle yerden alın ve için ki bayramda içeceğiniz maden suyu moralinizi bozmasın, bayram tadında olsun. Şimdiden afiyet olsun. Bu arada bayramınız da mübarek olsun.

15 Temmuz 2021 Perşembe

Boğaziçi, Niçin Olmasın!

Atanmasının üzerinden bir 6 ay geçtikten sonra Boğaziçi Rektörü görevinden alınmış. Olabilir. Ne atanırken hikmetinden sual ettim ne de alınırken. Zira bu kısımlar beni ilgilendirmez. Beni esas ilgilendiren, rektörlük makamının boş bırakılması. Yani yeni bir atama yapılmaması. Nasıl ki devlet boşluk kabul etmezse bu makam da boşluk kabul etmez.

Bu boşluk beni endişelendirmekle beraber umutlandırıyor aynı zamanda. Acaba benim atamamla ilgili bir istişare yapılıyor olabilir mi umudunu hiç olmadığı kadar taşıyorum. Çünkü önceki kararlarda "Falan alındı. Yerine falan atandı" denir, konu kapanırdı. Bu durumda nasıl umutlanmam ben.

Diyebilirsiniz ki rektör olarak atanmak için şartların tutmuyor, akademisyen değilsin, Prof. unvanın yok. Şart dediğiniz nedir ki sizin? Bakarsınız bir üniversite bana fahri profesörlük unvanı verir. Alın size bir unvan. Olmaz olmaz demeyin. Bakarsınız şartlar ve ortam bu şekil oluşturulur ve ben Boğaziçi Rektörü olurum. Yeter ki istensin, yeter ki benim midem kabul etsin. Bunu nezaket ve tevazu yönünden söylüyorum. Böyle şeyler için midem bayram eder. Üzerine de boğaza nazır bir boş mezar verilirse şu fani dünyada daha ne isterim.

Haydi oldun. Koskoca üniversite ve bu üniversitenin teamülleri var. Nasıl yöneteceksiniz diyebilirsiniz. Dersiniz. Zira amacınız moral bozmak ve pişmiş aşa su katmak değil mi? Olsun. Kusura bakmayın ama böyle mide bulandırıcı ve çekememezliğin zirve yaptığı sorularınıza pabuç bırakmam. Bir gece atamasının akabinde, daha mesai bitmeden görevime başlarım. Oradaki akademisyenler bana sırtını dönermiş, öğrencileri eylem yaparmış... hiç umurumda olmaz. Protestolar arasında işimi yaparım.

Ne mi yaparım? Atamadan söylemek istemem ama madem sordunuz. Biraz kopya vereyim:

Bir defa yeni ve radikal karara imza atmam. Kurum kültürü adına ve alınacağımı bile bile selefimin yaptıklarının üzerine koya koya onun yolundan giderim. Çünkü devlette devamlılık esastır:

Önce kendime yardımcılar seçmeye çalışırım. Yardımcılarımı mülakatla seçerim. Bu benim kırmızıçizgimdir. 

Ardından benim gelmemi protesto eden eylemcilerin arasına katılırım. Ne istediklerini sorarım. Daha sekreterimi atamadığım için isteklerini bir daha okunmaz yazımla tek tek not ederim. Onlara, yerden göğe haklısınız. Zaten ben bunları yapmaya geldim. Sizinle beraberim. Bana zaman verin. Zira zaman her şeyin ilacıdır.  Düşün peşime derim. Ben önde, protestocularım arkamda, Sultan Ahmet Meydanına doğru yürüyüşe geçerim. Eylemciler bakarlar ki bu da bizden derler ve ilk gün eylemlerine son verirler. Uzun bir yorgunluğun ardından gider evlerine. Mışıl mışıl uyurlar. 

Onları bu şekil ikna ettikten sonra daha oturamadığım koltuğuma gider, otururum. Ardından selefi neler yapmış. Onlara bir bir göz atarım. O, hukuk ve uluslararası ilişkiler bölümlerini mi açmış. Ben üzerine ilahiyat pardon İslami İlimler Fakültesi açarım. Buradan lütfen başka anlam çıkarmayın. Ben ilahiyatçıyım. Atandığım yerde elbette derse girebileceğim maaş karşılığı bir dersim olacak, değil mi? 

Bu icraatımı gören ve daha önce bana ve benden öncekine sırtını dönen akademisyenler bu sefer sırt dönmeyi bırakacak, bana doğru dönecek ve üzerime çullanmak için hamle yapacaklar. Yapsınlar. Hiç problem değil. Önemli olan, onların yüzünü bana dönmeleri değil miydi? Ha öyle ha böyle döndüler işte. Bana zarar verirlermiş. Çok da umurumdaydı sanki. Bilsinler ki ben oraya gelirken kefenimi giydim de geldim. Bakmayın üzerimde takım elbise olduğuna. Gazi veya şehit olursam devlete öncelikli olarak atanmaları yönüyle çocuklarım yaşar. Beni de devlet erkanı her Şehitler Haftasında ve 15 Temmuzda ziyarete gelirler. 

Yaşarsam, kefeni yırttım derim. Kendim ihya olurum. 

Diyelim yaşadım ve rektörlüğe devam ediyorum. Başarım sorgulanacaksa benim başarım, selefimden bir gün daha fazla görevimde kalma kriteridir. Bunu da beni atayan iradenin gözeteceğini düşünüyorum. 

Unutmayın ki bu yazı benim CV'imdir. Haydi hayırlısı.

13 Temmuz 2021 Salı

Çevreniz Çok Geniş Olmalı *

Avukatsınız. Aynı zamanda bir partinin il başkan yardımcılığını da bir müddet yürüttünüz. Avukatlıktaki başarınızı siyasette de vekil olarak taçlandırmak istediniz. Bir partiden milletvekili adayı oldunuz ama kazanamadınız. Olabilir. Zira seçimlerde kazanmak da var, kazanamamak da. Sonra dünyanın sonu değil bu. Zaten bir işiniz var. O işinize devam edersiniz. Hele bir de tanınmış bir avukat iseniz, paraya para demezsiniz. 

Sizdeki bu meslek, başarı, kazanma durumu ve vizyon, keşke eşinizde de olsaydı. Gerçi eşiniz de müdür ama özel okul müdürlüğü onunki. Çünkü çoğu özel sektör dolgun ücret vermediği gibi iş garantisi de vermez. Ne olur ne olmaz, en iyisi devlete dayamalıydı sırtını, bir de size. Çünkü her başarılı erkeğin arkasında mutlaka bir kadın eli olur. Ama nasıl olacaktı bu? Zira devlete girmek için KPSS sınavlarına girmesi gerekecek. Mülakata çağrılacak üç/beş katı adayın arasına girecek. Yüksek puan almak için hakkaniyet ölçüsünde görev yapan komisyonun sorduğu sorulara bir bir cevap verecek. Atanmak için tercihte bulunacak. Ölme eşeğim ölme… Haydi bunların hepsini göze aldı. Ya tercih edeceği kuruma yüksek puanlı biri göz dikip atanırsa, işte o zaman ayıkla pirincin taşını. Burada aile birliği de önemli. Kendisi bir yerde kocası başka yerde olamazdı.

Aslında bu yolların hiçbirine gerek yok. Çünkü sınav her şey değildir ki. Bir de sınavsız alım diye bir şey var, değil mi? Belediyeler de bunun için biçilmiş kaftandı. Çünkü buralara DMK'nin istisnai memur hükmüne göre bakanlık izniyle atama yapılabilirdi. Üstelik böyle bir yere girerse hiç memurluk yapmadan ve yükselme sınavına girmeden direk müdür olarak başlayabilirdi. Zaten kocası özel sektörde müdürlük yaptıktan sonra belediyede memurluk yapması uygun düşmezdi. Bunları yapmak aslında kendisi için çocuk oyuncağı idi. Çünkü kendisinin siyasi bir gücü vardı. Siyaset böyle yerlerde her kapıyı açardı. Kocasını da pekala bir yere atattırabilirdi. Ricası emir sayılırdı devlet ricali için. Ama böyle yollara tevessül etmek, torpil yapmak demekti. Böyle bir torpil ise adil anlamına gelen ismine, tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği başarısına yakışmazdı. Sonra küçücük bir ilde yaptığı torpil duyulursa ayıp olurdu. Mesleğine de halel gelirdi. 

Aha, o da ne! Belediyede özel kalem müdürlüğü boşalmış. Kocası için burası niçin olmasın. Ondan iyisini mi bulacaklardı? Üstelik özel kalem müdürlüğüne sıradan herkesi almak devletin kurum kültürüne, belediye başkanının siyasi kimliğine sığmazdı. Çünkü özel kalem müdürlüğü demek belediyenin ve başkanın her türlü mahrem bilgisine sahip olmak demekti. Ama bu nasıl olacaktı? Çünkü ailecek torpile karşılar. Hay Allah! Eşinin geniş çevresi niçin aklına gelmedi. Çünkü geniş çevre demek birçok nimetin ayağına gelmesi demekti. Allah her kula nasip etmez bu geniş çevreyi. Nasıl ki para her kapıyı açarsa çevre de açardı. Ama kocasının bu iş için bulunmaz Hint kumaşı olduğunu kime söyleyebilirdi ki… İşte çevre böyle yerlerde devreye girerdi. Nasılsa belediyede de kayyum bir başkan vardı.

Kayyumun teklifiyle kocası önce özel kalem müdürlüğüne ardından belediye kültür merkezi müdürlüğüne geçiveriyor. Gördüğünüz gibi Allah’tan bir göz istediniz. Allah da size verdi iki göz. Daha ne istersiniz…Nasıl da kolay değil mi? Tereyağından kılı böyle çekemezsiniz. Umarım, anlattığım bu hayal mahsulü hikaye, sizin kulağınıza küpe olur. Şayet laf anlamaz, söz dinlemez iseniz, devletin açtığı KPSS sınavlarına girer durursunuz. Unutmayın ki sınav puanıyla bir yere atanmak aciz insanların işi. Sonra yazık değil mi Allah’ın verdiği o gözleri sınavlara hazırlanmak için yormaya. Bunun için yapacağınız şeyler; bulunduğunuz ilde sevilen ve çevresi geniş olan biri olacaksınız. Bunun dışında bir de arkanızda tuttuğunu koparan, siyasi kimliği olan, başarılı bir eşiniz olmalı. Çünkü her başarılı erkeğin arkasında mutlaka bir kadın vardır. İşinizde başarılı değilseniz, biliniz ki eşiniz size destek çıkmamıştır. Destek derken sakın ola ki aklınıza torpil gelmesin. Kaç defa söyledim, bu işte torpil sökmez diye. Şayet arkanızda eşiniz ve geniş bir çevreniz yoksa bu durumda yapacağınız, oturup ağlamaktır. Bu durumda talihinize küseceksiniz.

Diyelim ki böyle atamalarda insanların ağzını büzemediniz. Onlar sizin atanmanızı çekemedi. Sağda solda bu işte torpil var diye konuşup duruyorlar. Bu durumda siz hiç üzülmeyin. Arkanızda sizi savunacak avukat bir eşiniz var. Eşiniz mahkeme salonlarında hep başkasını savunacak, berat ettirecek değil ya… Biraz da sizi savunsun: “Eşim, ilimizde sevilen biri, aynı zamanda çevresi çok geniş. Bu işte torpil yok”.

Hasılı, torpille atanmayın, çevrenizle atanın…


* 16/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Esnek Çalışmanın Düşündürdükleri *

Covit-19 salgını nedeniyle kamu çalışanları, 10.00-16.00 esnek mesaisi ile tanıştı. Yani sekiz saat mesai yerine 5,5 saat mesai yaptı. Bununla da yetinilmedi. Uzaktan çalışmayı, dönüşümlü çalışmayı; 60 yaş üstün, 10 yaşın altında çocuğu olan annelerin, 24-32 hafta arası gebe ve kronik hasta olanların idari izinli olmasını gördü. Aynı şartlarda bir çalışma düzenine geçmeleri için Bilim Kurulu tavsiye kararı almasına rağmen özel sektör bu şekil bir çalışma düzenine geçmedi.

Salgın nedeniyle dünya ve ülkemiz olağanüstü bir durumdan geçerken bazı kurum istisnalarıyla birlikte kamu çalışanları esnek mesaiye tabi olurken özel sektör niçin esnek çalışma düzenine geçmedi? Esnek çalışma düzenine geçildiği zaman diliminde, kamu sektöründe herhangi bir aksama meydana geldi ve işler aksadı mı? Gördüğüm kadarıyla kamu kurumlarında herhangi bir aksama ve gecikme söz konusu olmamıştır. En azından böyle bir serzeniş ve şikâyet basında yer almamıştır.

Aynı mesaiye ve çalışma düzenine özel sektör de geçmiş olsaydı, durum ne olurdu? Öyle zannediyorum, özel sektörde üretim düştüğü gibi piyasaya mal sevkiyatında da gecikmeler olacaktı.

Olup bitenden benim anladığım, özel sektörün ihtiyacından fazla elemanı çalıştırmadığı, devletin ise normalden öte bir personeli istihdam ettirdiği yönünde. Demek ki devlet, mevcut çalıştırdığı personelinin en az yarısını çalıştırmasa yani mevcut çalışanların yarısı ile çalışsa, devletin iş yükünde bir aksama söz konusu olmayacak.

Burada fazla personel çalıştırmanın ne sakıncası var, devlet aynı zamanda insan kaynaklarını istihdam etme yeri diyebilirsiniz? Tamam, devlet aynı zamanda insanına iş vermek ve iş bulmakla yükümlüdür ama şişirilmiş kadrolarla çalışmanın bu ülkeye zarardan başka katkısı olmaz. Çünkü normalinden fazla personel çalıştırmak tek kelimeyle savurganlıktır. Lütfen israf deyince aklımıza sadece ekmek israfı gelmesin. İhtiyaç fazlası elemana ödediği giderleri, pekâlâ devlet başka alanlarda harcayabilir, vatandaşın diğer ihtiyaçlarını giderebilirdi. Bildiğiniz gibi bütçenin büyük bir kısmı, personel giderlerine gitmektedir. Bu da kamunun yararlanacağı diğer hizmetlerden daha az faydalanması demektir.

Diyelim ki işsizliği azaltmak amacıyla devlet kadroları şişiriyor. Burada sormak isterim, bir yerde ihtiyaç fazlası personelin olması, iş verimliliğini artırıyor mu? Tecrübem bana, bir yerde çok fazla kişinin çalışması, iş verimini artırmadığı gibi aksattığını söylüyor. Çünkü çok kişinin çalıştığı yerlerde “falan yapsın, şu yapsın” şeklinde işlerin ötelendiğini ve işe sahip çıkılmadığını gösteriyor.

Çoğunluğu, personeline asgari ücret vermesine rağmen özel sektörde iş verimi daha yüksektir. Çünkü özel sektörde çalışan kişilerin hangi işi yapacağı bellidir. Bu yüzden kolay kolay devamsızlık yapılmaz. Herhangi bir sebeple bir kişi o gün işe gelememişse onun işini bir başkası yerine getirmekle yükümlüdür. Aynı zamanda özel sektör çalışanı, patronunun verdiği her işi yapmakla yükümlü olduğunu ve denetlendiğini iyi bilir. İşini savsaklatan, gereksiz yere devamsızlık yapan bir özel sektör çalışanının tazminatı ödenmek suretiyle iş akdi feshedilir. Yine özel sektörde çalışanların gelişi, gidişi, çalışması izlenirken devlette yeterince izleme söz konusu değildir. Bu da özel sektörde verimi artıran, devlette ise verimi düşüren başka bir etkendir.

Tasarruf tedbirleri yayımlayan devletin, kamuda çalışan personel sayısına da bir düzenleme getirmesinde hem amme yararı hem iş verimi hem de kamu kaynaklarının yerli yerinde kullanılması adına fayda olduğunu düşünüyorum.

* 17/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Tuzu Kuru Siyasetimiz *

Siyasetçi olmasam da kendimi bildim bileli siyasetimize izlerim. Hoş, sadece ben değil, bu toplumun kahir ekseriyeti, ister profesyonel siyasetçi olsun ister amatör siyasetçi olsun, bu ülkede siyaset yapar. Yeter ki iki kişi bir araya gelsin. Çaylar yudumlanırken konu, döner dolaşır siyasete gelir. Anlayalım veya anlamayalım, mutlaka görüşümüzü söyleriz. Desteklediğimiz partiyi savunurken desteklemediğimizi durmadan eleştiririz. Partimize eleştiri yapılırsa ses tonumuz değişir. Önce savunmaya, ardından saldırıya daha olmadı, “Zaten sizin partiniz de bunu geçmişte yaptı. Bu konuda siz de çok temiz değilsiniz” deriz. İlk başlarda tatlı bir muhabbetle başlayan bu tür konuşmalar genellikle kırgınlıkla son bulur. Çünkü partisi ne olursa olsun, partilerin trolleri kolay kolay eleştiriye gelmez. Bu tür fanatik seviyesinde partizanlıktan dolayı dostların arasının bozulduğu da vaki.

Siyasetin dışında yine bu toplumun gündeminde din, sağlık, spor, eğitim ve öğretim konusu da herkesin gündeminde. Herkes bu konularda kendisini bir uzman bilir ve bu konularda söyleyecek sözü vardır ama hiçbiri siyaset kadar yer kaplamaz. Gecemiz gündüzümüz siyaset dense yeridir. Ömrünü bu şekilde siyaset yaparak geçirenler, bir partinin değişik kademelerinde görev yapan aktif bir siyasetçi olsa gam yemeyeceğim. Çünkü görevi budur.

Görevi siyaset değilken ömrünü siyaset yaparak geçirenlere ne demeli? Değer mi bu kadar siyaset yapmaya, birbirini kırıp dökmeye, işi kırgınlığa götürmeye ve vaktin büyük bir bölümünü boşa harcamaya… Halbuki aktif siyasette yer almayan bu kişilerin konuşacağı yer sandıktır. Önlerine sandık geldi mi, hangi partiye vereceklerse oylarını verip işlerine yönelmeleri gerekir. Ah bir de bu yaptıkları siyasetin kendilerine maddi ve manevi bir katkısı olsa…Sandık dışında da böyle siyaset yaptıklarına göre keşke bu yaptıkları siyasetin, kendilerine maddi ve manevi bir katkısı olsa…Tek katkısı çenelerini yormak ve çevresini kırıp geçirmektir.

Amatör siyaset yapanlara bir katkısı olmayan siyasetin kazananı, partisi iktidar olsun veya olmasın, daima kazananlar hep profesyonel siyasetçilerimizdir. İktidardakiler nimetlerden biraz daha fazla faydalanıyor, o kadar. Halkın şu derdi varmış, geçim sıkıntısı varmış çok da umurlarında değil. Nimetlerden faydalanırken tek yaptıkları, oy deposu olarak gördükleri seçmenlerini rakiplerine karşı kutuplaştırmaktır. Halk birbiriyle -seviyesine göre- siyaset yaparken onlar malı götürüyor. Ben bugüne kadar profesyonel siyaset yapıp da maddi sıkıntı çekeni -hatta aktif siyasetin dışına çıktıktan sonra da- görmedim. Aile ve çevresi ihya oluyor dense yeridir.

Bakmayın siyasilerin halkı düşünür gibi konuştuklarına. Hangisi iktidara gelirse gelsin ülkenin bir dizi sorunları azalacağı yerde çoğalıyor. Hâsılı, bizim ülkemizde çözüm üretsin, sorunları çözsün diye yapılan siyasetin tuzu kurudur. İstisnaları hariç tutuyorum, bizim ülkede yapılan siyaset makam, mevki, şöhret, cep doldurma ve servetine servet katma siyasetidir.

Tecrübelerim şunu gösterdi ki bu ülkenin önündeki en büyük engel bizde uygulanan siyasetin ta kendisidir. Hangisi gelirse gelsin halkın görevi, kendilerine oy vermek ve kemer sıkmaktır. Halka gelen vuruyor, giden vuruyor, sırada bekleyenler de vurmak için pusuda bekliyor. Halkın bu durumu şu fıkraya benzer:

Hayvanlar âleminde ormanın kralı aslan, her gün içtima yapar. Her içtimada "Nerede senin kravatın" diyerek tavşanı döver. Bir gün aslanın yardımcıları "Efendim, hep aynı gerekçeyle tavşanı dövüyorsunuz, artık gerekçeyi değiştirseniz" derler. Aslan, tamam gerekçeyi değiştirelim. Yarın tavşanı sigara almaya gönderelim" der. "İyi de efendim, sigarayı alır gelirse nasıl döveceksiniz" der yardımcıları. Aslan, "Sigarayı filtreli alırsa niçin filtresiz almadın der, döveriz. Şayet sigarayı filtresiz alırsa niçin filtreli almadın der, yine döveriz.

Ertesi günü tavşan içtimaa gelince aslan, ona para vererek git sigara al gel der. Tavşan parayı alıp giderken geri dönerek "Efendim sigaranız filtreli mi olsun yoksa filtresiz mi" der demez aslan, "Gel lan buraya! Nerede lan senin kravatın" diyerek tavşanı tekrar döver, tıpkı diğer günlerde olduğu gibi. 

Kimsenin moralini bozmak, umutlarını yıkmak istemiyorum ama bu tavşan hikayesi, sanırım siyasetimizi anlatan en güzel hikaye olsa gerek. Başka söze gerek var mı?

*31/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.