13 Mayıs 2021 Perşembe

Çavuşesku Termometresi *

Bu tabiri hiç duydunuz mu? Duymadıysanız, çok cahil kalmışsınız demektir. Haliyle sizden bir devlet yöneticisi olmaz. Çünkü zorların adamı olamazsınız ve devlet yönetimine dair bir çözüm de üretemezsiniz. Bir gün beşer şaşar, millet emaneti size verir, devlet yöneticisi yapar ve devlet yönetmeye kalkarsanız, zor zamanlarda ne yapacağınıza dair size bir kopya vermek isterim. Önce Çavuşesku Termometresi nedir, onu bileceksiniz sonra kolları sıvayacaksınız. Umarım bu kıyağımı da unutmazsınız ve beni görürsünüz. Önce termometreyi bileceksiniz ki sonra devlet yönetmeye kalacaksınız. 

Neyse şimdi gelelim termometre meselesine… 

Romanya'da bir kanun çıkarılır: "Termometreler 10 derecenin altını göstermedikçe kaloriferler yakılmayacak".

Evet, kanun bu şekilde. Bir konuda kanun varsa elin mahkum uyacaksın.

Gel zaman git zaman, hava sıcaklığı 10 derecenin altına düşünce ülkede kaloriferleri yakacak yakıt yok. Bu durumda ne yapılmalı? Üstelik bu konuda kanun da var. Koskoca devlet vatandaşına, “Sevgili vatandaşlarımız, yakıtımız olmadığı için kaloriferleri yakamıyoruz, başınızın çaresine bakın” diyemez herhalde. Bunun üzerine devreye devletin pratik zekası girer ve "Hava sıcaklığı ne olursa olsun, ülkede termometreler asla 10 derecenin altında gösterilmeyecek" emri verilir ve emir demiri keser misali termometreler ona göre ayarlanır, ısı hep on derecenin üstünü gösterir. Haliyle kaloriferlerin yakılmasına gerek kalmaz. İnanmayan olmuş mudur? Devletlerde böyle vatandaşlar da çıkar elbet. İnanmayan ne yapacak? Termometreye bakacak. Zira devlet pardon termometreler yalan söylemez. İşte buna Çavuşesku Termometresi denir.

Bu akılla devlet,

*zor bir işi tereyağından kıl çeker gibi kolayca çözmüştür.

*kendisi yalan söylememiştir, yalanı termometreye söyletmiştir. Günahı termometreye artık.

*yok yere yakıt masrafına girmediği gibi yakıt arayışına da girmemiştir. Haliyle devletin hazinesi eksilmemiştir.

*yakıtımız yok diyerek vatandaşına devletin karizmasını çizdirmemiştir. Böylece devletin onur ve itibarı zedelenmemiştir.

Bu durumda kışın üşüyen vatandaş ne yapmıştır?

Kural bellidir. Termometrelerin 10 derecenin altına düşmesini beklemiştir. Düşmeyince ya üşümemiştir ya da üşüdüyse kendisinin hasta olduğuna hükmetmiştir. Bu durumda kimse üşüdüğünü bile söyleyememiştir.

Bu termometre sadece Romanya'ya değil, her ülkeye özellikle bazı ülkelere lazım olabilir. Çünkü böylesi zorluklar her ülkenin başına gelebilir. Böylesi durumlarda başa gelen çekilir denmez. Hatta bunu sadece hava sıcaklığında değil, diğer alanlarda da kullanabilir devletler. Çünkü genel geçer bir kural bu. Yeter ki o pratik zekalarını kullansınlar. Üstelik Matematik ve İstatistik ilmi bunun için var. Zira rakamlar yalan söylemez.

Hasılı, bugün Çavuşesku yönetimde olmasa da kendisi unutulmaya yüz tutmuşsa da zor zamanda devreye soktuğu termometre hizmeti sayesinde, bazı ülkeler kendisini asla unutmayacak ve kendisine hep minnettar kalacaktır.

 *07/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yerli ve Yabancı Film/Diziler *

Bugün size yerli film/dizi ve yabancı film ve dizilerden bahsedeceğim. Daha doğrusu arasındaki farklardan bahsedeceğim:

Yerli film ve diziler hangi sinema ve TV'de yayımlanırsa yayınlansın film ve dizide işlenen konular üç aşağı beş yukarı birbirinin aynısıdır. Gören de bu ülke konu sıkıntısı çekiyor diye düşünür. Yabancı film ve dizilerde ise konular, hayatın içinden, alabildiğine geniş. Bu da bizim senaristlerin ufkunun ne kadar dar olduğunu gösteriyor.

Yabancı diziler 40/50, bilemedin bir saatte biterken bizde bir önceki haftanın tekrarı bir, yeni bölüm ise yaklaşık üç saat sürer. Bu üç saatte çok mu konu işleniyor? Ne gezer. İlk bölümlerde konuya hızlı bir giriş yapılır, sonraki haftalar uzatmalara oynanır. Bildik sahneler tekrarlanır durur. Sanırsın ki ağır çekim gösterimi var. Seyrederken birkaç işi birden yaparsın ve film ve diziden bir şey kaçırmazsın. Birkaç hafta bakmayıp durum ne diye o değilden bir bakarsan, dizinin bıraktığın sahnelerinin aynen devam ettiğini görürsün. Senarist, yerinde sayan bir araç gibi patinaj yapar durur. Yabancı film ve dizilerde ise her sahnenin ayrı bir yeri vardır. Kaçırdın mı bir kopukluk hissedersin.

Yabancı film ve dizilerde sahici roller yapılırken bizimkilerin çoğunun sahteliği yüzlerinden ve konuşmalarından okunur. Rol ve oyuncu demeye bin şahit ister. Sanırsın ki çoğunu yoldan geçerken dizi ya da filme dahil etmişler. Acemilikleri filmin/dizinin her bir sahnesinde kendini gösterir. 

Yabancı film ve dizilerde kalite ve inandırıcılık adına masraf ve maliyetten kaçınılmaz iken bizde işin en ucuzuna kaçılır. 

Yabancı film ve diziler sürükleyici, heyecan verici, meraklandırıcı ve izleyiciyi olayı çözmeye zorlarken yerli dizi ve filmlerde bunların hiçbiri yoktur. Ne demek istediğimi kısaca açıklayayım. Bizim dizi ve filmlerde bir kötü olay olduğunda mesela biri birini öldürdüğünde bu cinayetten senaristinden, seyircisine varıncaya kadar hepimiz haberdarız. Haberi olmayan iki kişi var. Biri başroldeki oyuncu, diğeri de suçluyu yakalaması gereken polis. Film/dizi boyunca başroldeki oyuncunun, yanındaki suçluyu bulması ve gereken cezasını vermesi için tüm seyirciler “Aha ulan, katil yanında” diyerek yardımcı olmaya çalışır. Ama yabancı film ve dizilerde katil belli değildir. Ne başroldeki bilir ne polis ne de seyirci. Film ve diziyi seyreden herkes katil şu, yok bu diyerek film ve dizi boyunca kafa yorar ve katil kimsenin ummadığı çıkar. Aslında film dediğin de böyle olmalı. Seyircinin katili baştan bildiği bir film ve dizinin bir sürükleyiciliği ve beyin jimnastiği yaptırması mümkün mü?

Yabancı dizilerin çoğunun kaç bölümden ibaret olacağı dizi gösterime girmeden belli iken bizde dizinin sonu yoktur. Hele bir izleyeni varsa illallah dedirtircesine sündürülür. İnsana, baktığına bakacağına pişman eder.

Hasılı, fazla söze hacet yok. Film/dizi yapımcılarından beklediğim; özgün film ve diziye imza atmaları, ortaya koydukları yapıtların yurt içinde ve dışında ödüle layık görülmesi, konu seçerken ele alınmamış konuları işlemeleri; oyuncu seçerken tuttuğunu sahneye getirmemeleri, sahici rol yapan kişilere rol vermeleri; film ve dizilerin sürükleyici, eğitici ve seyirciye beyin jimnastiği yaptıracak şekilde olmasına özen göstermeleri (katili seyircinin film/dizinin sonuna kadar bilememesi gibi) ve dizilerin süresinin makul olmasına dikkat etmeleri gibi hususlardır.

*25/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bayram Öpmesi

Bu foto, bayram günü kahvaltı öncesi biraz yürüyüş yaparken 07.10'da yani güneşin doğmasından 1.35 saat sonra Alavardı Mahallesinde çekilmiştir. Sizin için bir tanesini çekebildim. Tüm direklerin ışıkları sanki "Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilal" der gibi bu şekil yanıyordu. 

Ne zaman sair zamanlarda gündüz vakti bu şekil yanan lambalardan dert yansam, birileri bakım yapıyorlar der, ben de buna inanırım. Şimdi de öyle olmalı. Bayram, tatil demeden, sokak lambalarında bu şekil bakım çalışmasını görünce ülkeme güvenim hep bir kat daha artmıştır.

Ben böyle düşünürken içimizden bazı kötü niyetliler; yok, bakım falan yok. İlgili firmanın işgüzarlığı. Söndürmeyi unuttu. Nasılsa bizim cebimizden çıkıyor diyerek vaveylayı basar. Maalesef eksik değil böyleleri. Ama bayram bayram çekemem bunların kaprisini ve negatif enerji vermesini. Bayram bayram tıpkı bu lamba gibi pozitif enerji vermeliler halbuki. Farz edelim ki firma ışıkları söndürmeyi unuttu. Ne var bunda? İnsan unutamaz mı? Sonra unutmanın ötesinde bir hizmet, mesela bayram kutlaması olamaz mı? Bir elektrik dağıtım şirketi bayramımızı başka türlü nasıl kutlayabilir? Tüm lambaları yakarak cebinizden, pardon ellerinizden öpüyorum. Hani nerede benim bayram harçlığım diyemez mi? Eğer böyle bir düşünce varsa iyi düşünmüş, böylesi zamanlarda israftan bahsedilemez, şunlara bir harçlık vereyim dedim ama ortalıkta yanan lambalardan başka parayı koyacak hiçbir yer ve kimse göremedim.

Ben bu düşünceler içerisinde yürürken kahvaltı hazır komutuyla eve geldim. Tam içeri girince dünden gelen elektrik ihbarnamesi gözüme çarptı. Hediyesine bir kez daha baktım. 150, 50 TL idi. Mazeret hazırdı benim için. Demek ki sokak lambalarında, bu tuzlu fatura diyecektim ki bayram harçlığı içine dahil edilmiş olmalı dedim.

Kahvaltı için mutfağa geçtim. Gözümün önüne ütü, çamaşır, genel temizlik geldi. Tabii ya kullanırsan gelir demeye kalmadan eşimin dün akşam sabaha kadar bilgisayar çalışırsa olacağı bu sözü geldi aklıma. Kim haklı bilemedim ki? 

Hasılı, ben bu işin içerisinden çıkamadım. Faturanın bu şekil tuzlu gelmesi -ki size daha fazla gelmiştir-

-Sabaha kadar bilgisayarın çalışmasından mıdır?

-Evde durmadan çalışan elektronik ve beyaz eşyadan mıdır?

-Güpegündüz yanan sokak lambalarından mıdır?

-İçinde bayram harçlığı olduğundan mıdır?

-Bayram, seyran ve tatil dinlemeden dağıtım şirketinin bakım çalışmasından mıdır?

-Akşam saatlerine sığmayan ve gündüz kuşağında da yayımlanan TRT dizilerine ödediğim paydan mıdır?

Sebep her ne ise işin içinden ben çıkamadım. Size faturamı ödeyin demiyorum. Ödeyeceğim ödemeye. Sadece neden dolayı ödediğimi bileyim. Siz benim adıma düşünedurun. Ben şayet kaldıysa ağzımın tadıyla şu kahvaltımı yapadurayım.


Bu arada bayram harçlığı olsun deyip bu faturamı öderseniz, size minnettar kalırım. Niye zahmet ettiniz demem, kesenize bereket derim.
Şayet bu krizde bu kadar harçlık fazla derseniz, alternatifim var. Bari 41,50 TL olan otomatiğin faturasını ödeyiverin. 

Unutmadan sorayım: Bu sene sahura hiç davulcu ile kalkmadım. Zira davul sesi duymadım ama davul parası istemeye geldi davulcu birkaç gün önce gündüz iftar öncesi. Sanırım kısıtlılıktan muaflar arasındaydı. Size de geldi mi? 

İyi bayramlar... 

11 Mayıs 2021 Salı

Dilenciliği Meslek Edinenleri Ne Yapalım? *

İhtiyaçlarım için 10-15 dakikalık yürüyüş mesafesindeki bir markete giderim. Zaten salgın dolayısıyla daha öteye gitme imkanım yok.

Ardımdan ödeme yapacakları bekletmemek için aldıklarımı alışveriş arabasına koyarak yeterince satın aldığım poşetle birlikte marketin dışına atarım kendimi.

Aldıklarımı dışarıda poşete koyarken yanıma bir kadın yaklaştı. "Yağım yok. Bir yağ alıver" dedi. Biraz para versem mi diye düşündüm. Müsait değilim dedimse de bu yaptığım içime sinmedi. Acaba kadın gerçek ihtiyaç sahibi mi idi yoksa bu işi meslek haline getiren biri miydi? Of neyse... Cebimde yağ alacak kadar para da yoktu üstelik. İçeriye girip yağ almaya kalksam, eşyalarım dışarıda kalacak. Bir an için teyze, gir içeriye. Alacağın yağı al gel, ödemesini ben kasadan yapayım şeklinde içimden geçirdim. Ben böyle içimden geçirmeye devam edeyim. Teyze beni bıraktı. Marketten çıkan diğerlerine yöneldi. Onlardan da aynı şekilde yağım yok. Yağ alıverin dedi. Kimi biraz para verdi kimi de benim gibi oralı olmadı. 

Poşetleri elime aldım, ayrılamadım oradan. Kah ileri gittim kah geri döndüm. Sonunda, görevini yapamamış ve üç beş kuruşu bir ihtiyaç sahibinden esirgemiş biri olarak bu durum içime oturdu. Oradan uzaklaştım ama bir ramazan günü bunu yapmamalıydım. 

Birkaç hafta sonra yine aynı marketteyim. Yine aynı manzara yine aynı kadın. Yanıma yaklaştı. Talep aynıydı. Yani yağım yok, yağ alıver, dedi. Belli ki bu kadın dilenciliği meslek edinmiş ve bu marketin çıkışını karargah edinmiş, her çıkandan yağ parası istiyor, dedim.

Markete birlikte girdiğim bir dostumla market çıkışı yeniden buluştum. Elimdeki eşyaları taşımama yardım edecekti. Birlikte adımlamaya başladık. Durumu teyit etmek için o arkadaşa bu yağ isteyen kadından bahsettim. Acaba kadın gerçek ihtiyaç sahibi olabilir miydi? Tam adamına sormuştum. Çünkü arkadaşın evi bu markete çok yakın. Sabah akşam alışverişini mahalle bakkalına gider gibi buradan yapan biriydi. Civarı bildiği gibi kimin kim olduğunu da iyi tanırdı. Aman ha verme. Çünkü bu kadın burayı mesken edinen biri. Sabah akşam bu şekil dilenir. Bunun mesleği bu dedi. Hoş, bu kadın bir ihtiyaç sahibi olsaydı, bu arkadaş ona kaç defa yağ alırdı zaten. Üstelik çoğu çıkanın verdiğiyle şu zamana kadar kaç teneke yağ alabilirdi. 

Kadının bu işi meslek edinmesine üzüldüm. Diğer taraftan birkaç hafta öncesinde ona yağ alıvermemenin burukluğu gitti ve rahatladım. Demek ki gel teyze, sana yağ alayım deseymişim, kabul etmeyecekti. Çünkü istediği yağ değil, para imiş. Market kapanıncaya kadar kimden, ne koparabilirse artık...

Sadece bana değil, sizlere de denk geliyordur böyleleri. Sayıları o kadar çoğaldı ki yardım edeyim mi etmeyeyim mi ikilemi yaşar oldum. Çünkü kim ihtiyaç sahibi kim değil, belli değil. Belki de dilenciliği bu şekil meslek edinenler yüzünden bazen gerçek ihtiyaç sahiplerini de es geçmiş olabilirim.

İnan bunlara ne yapılır ne edilir bilmiyorum. Zira biz vatandaş, kim-kimdir bilemeyiz. Bunları en iyi zabıta bilir. Bildiğim, gerçek ihtiyaç sahibi de zaten isteyemez. Devlet bu dilencilere özellikle valilikler bir tedbir almalı. 


*16/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Mayıs 2021 Pazar

Ekonominin Şakası Yoktur *

Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalip ile ilgili hepimizin bildiği bir anekdot anlatılır: Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin kolluk kuvvetleri, Mekkelilere ait çevrede ne varsa yağmalayıp Ebrehe’ye getirirler. 100 devesine el konulan Abdulmuttalip, Ebrehe ile görüşür ve develerinin geri verilmesini ister. Ebrehe, “Ben sandım ki Kabe’yi yıkma, ricasıyla geldin. Görüyorum ki sen, develerinin derdindesin” deyince Abdulmuttalip, “Ben develerin sahibiyim. Develerimi istiyorum. Kabe’nin sahibi başkadır. Orayı da o sahibi koruyacaktır” cevabını verir.

Bu anekdotu anlatan ve bilen herkes, Abdulmuttalip’in verdiği cevaba dair övgülerini dile getirir. Çünkü o, develerin sahibidir. Yani Abdulmuttalip maişet derdindedir. Üstelik el konulan develeri, bugün için bile bir servet mesabesindedir. Bu develer tüm Abdulmuttalipoğullarının geçim kaynağıdır. Develer gitti mi tüm aile aç be aç kalacak demektir. Açlık ve maişet sıkıntısı çekmek kimsenin istediği bir imtihan değildir. Üstelik develerinin peşinden giden Abdulmuttalip bu tercihiyle Kabe önemsiz, yıkılırsa yıkılsın demedi. Sahibine işaret etmekle kalmadı aynı zamanda Ebrehe’nin yanından ayrıldıktan sonra Kabe’ye giderek evini koruması için Rab Teala’dan yardım istedi.

Günümüze gelirsek, kişinin evini geçindirmek, daha iyi imkanlarda yaşamak için bir mücadele vermesi ayıplanacak bir şey değildir. Çünkü işin ucunda evine ekmek götürememek ve namerde muhtaç olmak var. Hasılı tıpkı geçmişte olduğu gibi ekonomi, geçim derdi, servet, mutfak bugün için de önemlidir. Evinin geçimini sağlamakla yükümlü bir aile reisinin hayat pahalılığından dert yanması da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Halkın bu derdini yani maişet kaygısını bilen siyasi partiler de hayat pahalılığı denen enflasyonla mücadele için halktan onay isterler. Halk hangi partinin ekonomi politikasını ve bu politikayı yürütecek ekibi yeterli görürse onu iktidara getirir. İktidara gelen siyasi parti de ekonomide başarılı olduğu, halkın alım gücünü artırdığı ve mali disiplinden ödün vermediği müddetçe halk onu değiştirme yoluna gitmez. Ne zaman ki enflasyon çift haneli rakamlara çıkar, halkın alım gücü azalır, fiyatlar el yakmaya başlamış ise, iktidar da buna bir çözüm getiremezse, halk o iktidardan yavaş yavaş desteğini çekmeye başlar. Bu demek değildir ki iktidarların diğer uğraşıları gereksiz. Onlar da önemli ama iş mutfağa, cebe dokunmaya başlamışsa halk diğerlerini görmez. Çünkü mutfak işi bozar. Bundan dolayı da kimse halkı, soğan-patatese sattı diye ayıplamasın. Dün Abdulmuttalip’in derdi ne ise halkın derdi de aynıdır.

Bu durumu anlamak için Türk siyasi tarihine bakmak yeterli. Bizim siyasi tarihimizde partilerin iktidara gelmesinde ve iktidardan düşmesinde başka sebepler olsa da en önemli sebep ekonomidir. Ne zamanki bu ülkede darbe yapılır gibi belirli periyotlarla ekonomik kriz ortaya çıkmışsa bu, hükümete fatura edilir ve her ekonomik kriz sonrası hükümetler mutlaka el değiştirir. Çünkü halkın bu konuda hiç şakası yoktur. Cebine dokundu mu, bu iktidardaki babamın oğlu, onun siyasi görüşünü destekliyorum demez, gider bir başkasına destek verir. Destek verdiği de ekonomiyi düzeltemezse bir başkasını dener. Yani halkın sırtında yumurta küfesi yoktur ve hiçbir mazereti kabul etmez.

İktidarda kalmak isteyenlerin ne yapıp ne edip halkın alım gücünü artırma yolunda kalıcı adımlar atması gerekir.

*19/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Berberimle Başım Dertte*

Bir berberim var. Salgın dönemi hariç tüm saç tıraşımı ona oldum. Biraz da başka berbere gideyim demedim. Huyumdur, tuttuğumu kolay kolay bırakmam. Bu sadece benim değil, milletimizin bir özelliği. Bir yamukluğunu görünceye kadar bizi dükkanından kovsa bile ona gitmeye devam ederiz. Bir de Allah var, berberim çok iyi. Hem işinin ehli hem de ilgi ve alakası çok güzel. Tıraş olmaya kendim gitmeye devam ettiğim gibi başka tanıdıklarıma da bu berberimi tavsiye ettim. Birçok berber kıt kanaat geçinirken hatta tüm berberlerin kazancı kendisinin yarısı bile etmezken benim berber, müşterisini artırmaya devam etti. Müşteriye cevap vermek için yanında kendisi gibi çalışanlara da yer verdi. Usta, kalfa, çırak arasında muhteşem bir uyum vardı. 

Gel zaman git zaman, berberime gitmeye devam ediyorum ama berberim eskisi gibi değil. Ben aynı yerdeyim ama o çok değişti. Gerçi değişmedim diyor ama belli ki değişti. Bunu müşteri kaybetmeye başlamasından da anlayabiliriz. Niçin müşteri kaybediyor? Çünkü eskisi gibi iyi tıraş etmiyor, istediğim tıraşı yapamıyor. Kah kanatıyor kah keserken acıtıyor kah uzun saçlar bırakıyor. Eskisi gibi de iyi davranmıyor. Bu arada berber fiyatlarını da epey artırdı. Kendisiyle uyumlu ekibini de yanından bir bir uzaklaştırmaya, onların yerine birbiriyle uyumlu olmayan cins cins çalışanlar almaya başladı. Belli ki işler iyi gitmiyor. Yanına vardıkça kendisinden ayrılıp gidenleri eleştirdi. Biz de kendisine hak verdik. Bunlara, sayesinde meslek öğrendiler ve para ve itibar kazandılar. Buna rağmen kadir kıymet bilmediler ve nankörlük yaptılar dedik. Çünkü onun sayesinde hepsi berberlikte bir üne kavuşmuşlardı. O olmasaydı yani o, onlara iş vermeseydi, onlar bir hiçti. 

Giderekten ekibini tümden değiştirdi. Eski tevazuundan eser kalmadı. İstişareyi de bıraktı. Kendi başına buyruk davranmaya başladı. Giden gitsindi. Nasılsa tüm müşteriyi kendisi çekmişti. Şikayetini bize, memnuniyetini dostlarına ilet, dost yüze söyler sadedinde, kendisine bir gün, acaba bu berber işletmeciliğinde işlerin ters gitmesinde ve eski ekibinin yanından uzaklaşmasında senin de payın olabilir mi demek istedim. Bunu da şöyle dillendirdim: Efendim, diyelim ki 40 arkadaşın var. Bir iki tanesi size küsebilir. Derim ki bunlar beklediğini bulamadı, çekti gitti. Suç bunlarda derim. Ama 40 arkadaşının hemen hemen hepsi çekip gitmişse herhalde tüm suç onlarda olmaz. Burada az veya çok sizde de suç var. Çünkü sosyal olaylarda suçlu tek taraf olmaz, dedim. Acaba deyip kendisiyle yüzleşeceğine bana da mesafe koydu. Gördüm ki eskisi gibi eleştiriye de gelmiyor. Üstüne üstlük hırçınlaşmaya da başladı. Aslında onun bu hale gelmesinde ona her hal ve şartta gaz verenlerin de payı büyüktü.

Bana tavır almasına, yaptıklarına ve yaptığı tıraşa çok memnun kalmasam da vefa gereği yine müşterisi olmaya devam ediyorum. Hoş, kendisi tıraş etmiyor. Sadece işletmenin başında çalışanlarına emir ve talimatlar veriyor. Kendisi durmadan gelip gidene konuşuyor. Bu arada basınla da arası çok iyi. Her konuşmasını da canlı yayına bağlanarak uzaklara duyuruyor. Durmadan kendi berberliği ile kendinden önceki berberliği kıyaslıyor. Eskiden böyle miydi? Nereden nereye... diyor. 

Yine eline yüzüne bulaştırdığı bir tıraş sonrası, tüm cesaretimi toplayarak kendisini eleştirmeye kalktım. Bana demesin mi, niye falan ve başka berberleri eleştirmiyorsun da hep beni eleştiriyorsun? Bu durum karşısında küçük dilimi yuta yazdım. Kendisine; efendim, başka berberleri özellikle rakip gördüğün falan berberi niye eleştireyim? Bu, haksızlık olmaz mı? Hem ne alaka deyip adama gülmezler mi? Zira benim tıraşımı o değil, sen ve adamların yapıyorsunuz ve eskisi gibi iyi tıraş edemiyorsunuz.

Hasılı, çok sevdiğim ve üzerine bugüne kadar toz kondurmadığım berberimle başım dertte. Kendisini hala seviyorum ve başka berbere gitmek istemiyorum. O ise nerede hata yaptım, yine eskisi gibi olamaz mıyım diyeceği yerde, berber piyasasında bugüne kadar nice yıllar esemesi okunmayan ve kendi gücünün yarısı etmeyen berberi eleştirmeye devam ediyor. Keşke böyle eleştiriyle berberlik piyasası düzelecek olsa, gitmediğim ve gitmek istemediğim berberi gece gündüz ben de eleştireceğim. Ama bu, kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz. Halbuki tüm mesele, karşı berberin kendini düzeltmesi değil, kendisini hala alternatifsiz gören benim berberimin kendisini düzeltmesidir. Güç zehirlenmesi böyle bir şey olsa gerek. Ben yine de başka berbere gitmiyorum. Berberimin düzelmesini bekliyorum. Ama nereye kadar? Zira saçım büyüdü, kafam bir kafa daha oldu. Bu kafa, bu kadar saçı daha nereye kadar taşıyacak? İşin garibi hiç alternatif olarak görmediğim berber pusuda bekliyor ve hiç hak etmediği halde berberlik piyasasını ele geçirecek. Bunda da en büyük pay, benim berberimin kendisini hep alternatifsiz görmesidir, benim müşterilerim o berbere gitmez demesidir, kendini berberliğine vereceği yerde hep konuşmayı yeğlemesidir. 

Türkiye’nin siyasi, sosyal ekonomik vs o kadar derdi varken benim berberimle başımın dertte olmasını dile getirmemden pek hoşnut olmadınız. Bunun zamanı mı, sonra seninki de dert mi dediniz. Ne edersiniz ki benim derdim de bu.

*09/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

İsrail’i Yola Getirmenin Yolu *

İsrail, her ramazan ayında Filistinlilere ve Mescidi Aksa'ya yaptığı saldırıların bir yenisini daha ekledi. Filistinliler ne yapmış olmalı ki yeni bir saldırıya daha maruz kaldılar? İşgal altındaki topraklarında ölüm kalım mücadelesi veren Filistinlilerin bu saldırı için bir suç işlemelerine gerek yok. Zira bir terör devleti olan İsrail'in suyunu bulandırması kâfi. Güvenlikçi politika izleyen ve bir Filistinli kaldığı müddetçe huzur bulamayacağına, kendisini inandırmış bir devlet aklından da başkası beklenmez. Bunu da dünyanın gözünün önünde göstere göstere yapıyor. Bazı devletler bu saldırıyı kınıyormuş. Başta Türkiye olmak üzere halkların kahrol paylaşımları hiç umurlarında değil. Nasılsa karşısında kendisinden başka kimseye hayrı olmayan, kendine Müslüman bir İslam dünyasının cılız sesi var. Bu ses İsrail için çok da tın. Bu, o devleti ancak motive eder. Değil mi ki arkasında ABD var, değil mi ki arkasında dünya sermayesi var değil mi ki arkasında kendi aleyhine tüm kararları veto eden bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi var. Nasılsa bu Konsey dünyadan büyük. Demek ki benim için her şey mubahtır deyip saldırıyor İsrail. Niye saldırmasın ki. Akıttığı her kan, geride bıraktığı her gözyaşı, bu ülke için varlık sebebi. Öldürmezse yaşayamaz. Demek ki politikaları bu. Yaşamak için gerekirse cami duvarını aşıp caminin içine işeyecek ki eceli gelsin.

Ben, taşıma suyla devletini ayakta tutmaya çalışan böyle İsrail’in yerinde olmak istemezdim. Öyle zannediyorum gece gündüz ne olacak benim halim deyip kabus görüyor. Çünkü bilir ki zulümle abat olunmaz. Yine bilir ki tarihte iki defa yakılıp yıkılmış ve sürülmüşler. Bir üçüncü dalga, yeryüzünde böyle bir devleti yok edecek. Bir umut, kendisine düşman gördüğü her Filistinliyi yok ederse yaşarım belki diyor. Nasılsa karşısında ona dur diyecek bir Arap ülkesi yok. Çünkü 6 gün savaşında ne yaptığını Araplar çok iyi bilir. Zaten bu aşamadan sonra Arapların Filistin diye bir davası ve derdi yok. Hoş, hiç yoktu zaten. Zira her biri Batı ve ABD sayesinde koltuğunda oturuyor. Aslında İsrail, Filistin ve Filistin dışında ikamet eden tüm Filistinlileri yok etse, İsrail'den önce Arap ülkeleri düğün bayram yapacaklar. Başımızdaki Filistin belasından kurtulduk, diyecekler. Çünkü yaşayan ve varlık mücadelesi veren her Filistinli onlar için ayak bağıdır. Filistin yok edilmeden Arap ülkelerine rahat yüzü yok. İsrail'in uyguladığı teröre gösterilen tepkilerin cılız kalması da bundan. 

Buraya kadar yazdıklarım hepimizin malumu. Zira kendimizi bildik bileli İsrail’in Filistinlilere uyguladığı bir orantısız gücü belirli periyotlarla yaşıyoruz. İsrail’in her saldırısı tüm dünya tarafından zayıf ve cılız sözlerle ve de kınamalarla geçiştiriliyor. İsrail de biliyor ki dünyanın başka söyleyecek sözü yok. Biliyor ki dünya bir acziyet içerisinde ve kendisini cesaretlendiren de bu acziyet hali zaten. Bu acziyet içerisinde olanlardan bir tanesi de biz Türkiye Müslümanları. Devlet yüksek perdeden bu saldırıyı kınarken halkımız da sosyal medyadan “Kahrol İsrail…Filistinli kardeşlerimize yardım eyle Allah’ım!” paylaşımları yapıyor durmadan. Bu durum, ben kendimi bildim bileli böyle. İşin garibi İsrail ne yok oluyor ne Filistinlilerin yaşadığı acılar bir nebze diniyor ne de Filistinlilere bir yardım geliyor.

Sonuç getirmeyen bizim bu halimiz, “Bir kötülük karşısında gücün yetiyorsa o kötülüğü elinle düzelt, buna imkan yoksa dilinle düzelt, buna da gücün yetmiyorsa kalbinle buğzet. Bu da imanın en zayıf noktası” diyebileceğimiz hadisi şerifin ikinci ve üçüncü haline tekabül ediyor. Bunu küçümsüyor değilim. En azından acın acımızdır diyoruz Filistinlilere, İsrail’e de bu yaptığından hoşnut değiliz ve bu yaptıklarından nefret ediyoruz mesajı veriyoruz ve tarafımızı seçiyoruz. Ne devletin ne de bizim, elimizden daha fazlası gelmiyor maalesef.

Durum şunu gösteriyor ki İsrail’i yola getirmenin yolu, İsrail’e kol kanat geren devletlere karşı, dünyanın diğer devletlerinin, bir araya gelerek İsrail ve onun destekçilerine karşı anladıkları dilden cevap vermeleri. Gerekirse güç kullanmaları. Başka da çözüm görünmüyor. Bunu Filistin’in yanında yer alan devletler yapsa kafi. Nedense böyle bir birliktelik ve irade yok. Dünya devletleri böyle bir şeye imza atarlarsa, inanın bu dünyada herkes huzur bulur.

*10/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.