8 Mayıs 2021 Cumartesi

Yüzleşme *

"Bir hususta söylenenleri veya olanları yüz yüze gelip birbirine tekrarlamaya" yüzleşme deniyor. Aslında pek hoşumuza gitmese de insanın hayatı boyunca yaşadığı, kırıp döktüğü, yaptığı, yapma imkanı olduğu halde yapmadığı veya yapamadığı, yaşadığı inancı, siyasi görüşü, hâsılı yaşadığı hayatın her anı ile yani geçmişi ile yüzleşmesi gerekir ki yaşamakta olduğu geri kalan hayatına ışık olsun. Çünkü geçmiş hatasıyla sevabıyla geçmiştir ve hepsi birer tecrübedir. Bu tecrübe ile yüzleşilmeli ki yaşayacağımız geri kalan hayatta ayaklarımız yere sağlam bassın.

Geçmişle yüzleşmek demek, tüm geçmiş hata ve yanlışlarla dolu anlamına gelmez. Bu yüzleşmede hatalar varsa yeni yol haritasında bu hatalardan vazgeçilir, doğru yapılmışsa bu yolda devam etmeliyim hatta bunu daha da geliştirmeliyim denir. Bu şekil bir yüzleşme ayıp bir şey değil hatta erdemlice bir harekettir. Kişiyi hayatın geri kalan kısmında iyice pişirir, daha da geliştirir ve olgunlaştırır. Kişinin cesaretini ve kendisine güvenini gösterir. Hayatı dert edinmektir bu. Hatalarından ders çıkartır insana. Bu, bir aracın motorunun rektifiye etmek gibi bir şeydir, yenilenmedir ve olumlu yönde değişmesidir.

İnsan olup da hata yapmayanımız var mı? Ne mümkün. Hatasız kul olur mu hiç. Önemli olan hatada ısrarcı olmamaktır. Bakmayın siz, bazılarının geçmişime dair yaptığım bir hatam yoktur. Bugün olsa aynısını yapardım dediğine. Bu tipler geçmişiyle yüzleşmekten korkanlardır ve kendilerine özgüvenleri yoktur. Yenileşme ve değişime karşı ve kapalıdırlar. Vücut bile biyolojik yasa gereği doğuyor, büyüyor ve gelişiyor. Nedense bu tipler bulundukları yerde bir arpa boyu yol almadan kalmaya devam ediyorlar. Bunlar, kendileri değişmediği gibi toplumun değişmesinin önündeki en büyük engel olan kişilerdir. Güya mevcudu korumayı bir marifet ve erdem sayarlar.

Kişilerin kendi kendine yüzleşmesi gerektiği gibi aynı şekilde devletin, devleti yöneten siyasi iktidarların, iktidara yürümek isteyenlerin, dini grupların ve tüm yapıların, yaptıkları ve yapamadıklarıyla yüzleşmeleri gerekir. Çünkü bu dünyaya dair uzun soluklu söz söyleyebilmeleri, sözlerinin dinlenir olmaları ve bulundukları yerde tutunmaları ve mevcut konumlarını daha da ileriye taşımaları, yaptıkları ve yapamadıklarıyla yüzleşmelerini gerektirir. Kim bunu yaparsa yerinde saymaz, toplumda daima bir karşılığı olur ve geleceğe dair söyleyecek sözleri ve yapacakları plan ve programları olduğunu gösterir ve toplumun önünden giderler. Bunu yapmadıkları takdirde, sürekli kendilerini tekrarlamaya başlarlar. Bol tekrarla işi kotarmaya çalışırlar. Aslında bu, onlar için sonun başlangıcıdır. Önce duraklarlar, ardından gerilemeye doğru giderler. Geriledikçe nerede hata yapıyoruz diyecekleri yerde hırçınlaşmaya başlarlar ve güvenlikçi politika izlemeye kalkarlar. Asla eleştiriye gelmezler. Niye gelsinler ki. Çünkü kendisiyle yüzleşmeyenler eleştiriye gelebilirler mi? Değil eleştiriye, eleştirinin yapıcı olanına bile tahammül etmezler ve her eleştireni düşman bellerler. Aslında bu görüntü, kaybetmeye doğru gittiklerini kendileri de biliyor ama gerçekle yüzleşmek istemedikleri için burunlarından kıl aldırmamaya devam ederler. Kaybettikleri zaman da nerede hata yaptık diyecekleri yerde kendilerinden başka herkesi suçlama yoluna giderler.

Anlatmaya çalıştığım bu durum, özellikle Türkiye siyasetinin yabancısı olmadığı bir durumdur ve bu durum nice siyasi partiye mezar olmuştur. Hâlbuki halkta karşılığı olan ve bir tabanı olan hareketler birazcık kendileriyle yüzleşme yoluna gitseler, küllerinden yeniden doğarlar ve ülke siyasetinde var olmaya devam ederler.

*26/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Mayıs 2021 Cuma

Hayatı Siyaset ve İşi Siyaset Olanlar *

—Seninle ülkemizde siyasetçi tiplerinden konuşalım biraz.

—Neyini öğrenmek istiyorsun?

—Kaç tür siyasetçi var? 

—Çok da iki türle sınırlayabiliriz. İşi siyaset olanlar: Bunlar, bir partinin en alttan en üstüne kadar teşkilatlarında görev almış profesyonel kişilerdir. Partisinin hangi kademesinde olursa olsun, ister seçilmiş ister atanmış olsun, yaptıkları görev karşılığında ücret ya da maaş alan kişilerdir. Bunlar ülke siyasetinde söz sahibi olmak, söz sahibi olurken siyasetin şöhret ve imkanlarından yararlanmak, siyasette yükselmek, yükseldiği yerde kalıcı olmak isterler. Bunların işi, partilerinin başarılı olması için partilerinin verdiği her görevi yapmaktır. Bir parti, ihtiyacı kadarına görev verir. Sayıları fazla değildir. Bir de ömrünü siyaset yapmakla geçiren kişiler vardır ki bunların sayısı saymakla bitmez. Bunların esas işi siyaset değildir. Kimi esnaf kimi memur kimi işçi kimi emekli kimi çiftçi kimi aktif siyaseti bırakmış kişilerdir. Bunlar, partileri lehine, rakip parti aleyhine meccanen görev yapan, partilerin amatör gönüllüleridir. Bu gönüllülük çoğu zaman asıl meslekleri haline gelir. Çünkü gönüllü fedailik asıl mesleklerinin önüne geçer. Zorunlu uyku dışında bunların gecesi gündüzü siyasettir. İşinde siyaset, evinde siyaset, kullandığı platformlarda siyaset, ikili ve toplu görüşmelerde siyaset, yazı ve paylaşımlarında hep siyaset vardır. Siyasetle yatar, siyasetle kalkarlar. Bu uğurda bozuşmayı, küsmeyi ve kavgayı bile göze alırlar. Eşinden, çocuklarından ve işinden esirgediğini siyasetten esirgemezler. Nedir işleri derseniz? Bunların işi, sandıkta oy vermekle bitmez. Bir sandıktan diğer sandığa devam eder. Ömürleri siyasettir dense yeridir. Kendilerine vazife edindikleri en büyük iş, destekledikleri partiyi ve liderini, yaptıkları ve yapmadıklarıyla savunmaktır. Liderlerinin rakibi gördüğü partiyi ve liderini kötülemektir. Bu savunma ve kötüleme trol seviyesindedir. Liderin en büyük sevdiği kişiler de böylesi tabandır. Bunlar her halükarda partilerinin yanında olan kişilerdir. İçlerinden bir kısmı bir makam, mevkie gelmek ya da makamını korumak için kendini gösterse de çoğunluk gönüllü taraftardır. Taraftarlıkları da göz ve gönüllerini kör eden cinsten fanatikçedir. Bunun için ölümü bile göze alırlar. Liderlerinin eleştirilmesine asla tahammül edemezler. Dilleri döndükçe, kapasiteleri yettikçe onu savunurlar. Liderlerinin dün dündür çelişkileri olsa bile bunu çelişki olarak görmezler. Bunu doğru ve olması gereken siyaset olarak kabul ederler. Bir çelişki olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmezler. Aslında kendilerine göre doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen tiplerdir bunlar. Yeter ki liderleri bir yanlış yapsın. Ama liderleri hata yapmıyor ki eleştirsinler. Bu, onların suçu mu? Hep eleştirdikleri siyasetçinin de iyi yaptığı icraatları olsa onu da övecekler. Ama yok ki övsünler. Adam iyi bir şey söyledi veya yaptı da bunlar mı övmedi. 

Hâsılı, profesyonel siyaset yapanların varlığı, onların siyasette tutunmaları, bir ikbal peşinde koşmaları, Türkiye siyasetini kilitlemeleri ve toplumu kutuplaştırmaları; bu ömrünü siyasete adamış, siyaseti amatörce yapan ve ölümüne liderlerini destekleyen, adına taban denilen ama tabandan öte partilerini ölümüne savunan bu fanatikler sayesindedir. Bunlar sayesinde profesyonellerin sesi gür çıkar ve asla kendileri ve yaptıklarıyla yüzleşmezler. Bu tip gönüllü siyasetçi, bu ülkenin çoğunluğunu oluşturur ve bunların oy rengi değişmez. 

Ömrünü amatör siyaset yaparak geçiren bu siyasetçilerin dışında Türk siyasetinin önünü açan, siyaseti tıkanmaktan kurtaran seçmen kitlesi ise profesyonel siyaseti izleyen, onları icraatlarına göre değerlendiren ve sandığa gittiği zaman oyunun rengini değiştiren bir seçmen kitlesi daha vardır. Bunlar umduğunu bulamayan, umudunu bir başkasında gören ve başkasına şans veren kişilerdir. 

Bir kesim daha var ki mevcuttan memnun değil, diğerleri de güven vermiyorsa, bu tipler sandığı protesto eder ve sandığa gitmez.

Bir tür seçmen daha vardır ki oy vermeyi şirk olarak görür ve yolları hiç sandıkla kesişmez. Onlara göre hangisi gelirse gelsin, canları cehennemedir. Onlar için ne kadar kişiyi sandığa gitmekten vazgeçirirlerse kardır. 

 *31/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

6 Mayıs 2021 Perşembe

Bu Virüs Nasıl Yayılıyor?

—Kardeş, bu virüs nasıl yayılıyor? 

—Bir yılı geçti, daha nasıl yayıldığını öğrenemedin mi? 

—Uzmanlar, nasıl bulaştığına dair o kadar çok şey söylediler ki nasıl bulaştığına dair pek bir şey öğrenemedim. Çünkü her bilgi kafa karışıklığına sebep oluyor. 

—Mesela? 

—Damlacıklar, ağız ve burun yoluyla bulaştığı; temastan, havadan ve nefes alıp vermeden geçtiği söyleniyor. Bu yüzden ki ağzımızı ve burnumuzu kapattık. Birbirimizle aramıza mesafeler koyduk. Sadece insandan insana değil, başka şeylerden de geçtiği söylendi. Hatta bu yüzden marketten sebze ve meyve alırken elimize eldivenler giydik. Dışarıdan aldıklarımızda virüs varsa gitsin diye sebze ve meyveyi balkonda beklettik. Dışarıda giydiğimiz elbiseleri eve girmeden çıkardık. Bir başkasının secde ettiği yerde virüs olabilir diye camilere seccade ile gider olduk. Bir yere girerken çıkarken bir eşyaya, paraya pula dokununca ellerimizi dezenfektan ile temizledik. 

—Yani? 

—Virüsün yayıldığı veya risk barındırdığı gerekçesiyle birçok işletmeye ya kısıtlama getirdik ya da işletmeyi kapattık. Lokanta, berber, düğün salonları, yüzme havuzları, kabinler, çay ocakları, kafeler, kahvehaneler vs. Hayatımıza dijital alışveriş ve paket servisi girdi. Okulları açtık açtık kapattık. Kah kısmi kah tam kapandık kah kontrollü normalleşmeye kalktık. Cumalar gidemedik, cenaze ve düğünlere sınırlandırmalar getirdik. Hem hafta sonları hem de akşam saatlerine kısıtlamalar koyduk. Gevşek pardon esnek çalışmayı, uzaktan ve dönüşümlü çalışmayı gördük. İdari iznin kapsamını alabildiğine genişlettik. 65 yaş üstüne ve 20 yaş altına çıkış yasağı koyduk. 

—Nereye varmak istiyorsun? 

—Pek bir yere varamadım. Hala olup biten ve yapılanlardan maksadın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ama tüm olup bitenleri hala anlayabildiğim söylenemez. 

—Pes doğrusu! Nasıl anlayamazsın? Kalın kafalı mısın yoksa? 

—Sanırım öyle. Ama yavaş yavaş kafamda oturmaya başladı. 

—Nihayet kafan çalışmaya başladı o zaman. 

—Şükür... 

—Nasıl bir sonuca vardın? 

—Vardığım sonuç, virüsün sabah 10'dan akşam 5'e kadar yürüyüş mesafesindeki marketten alışveriş yaparken bulaşmadığı hatta akşam 7'ye kadar bir  riskin olmadığı. Yani gündüz değil, gece yayılıyor virüs. 

—İlginç...

—Vardığım başka sonuç da var. 

—Neymiş o? 

—Virüsü insanların değil, arabaların yaydığı. 

—Pes doğrusu! Bu sonuca nasıl vardın? 

—Buna tecrübe, akıl ve zeka denir. Bunun için benim zekama sahip olman gerek. 

—Neyse kendini övmeyi bırak. Araba ve virüs teşhisine gel. 

—Biraz o kafanı çalıştırsan benim vardığım sonucu ayan beyan görürsün. 

—Tamam, söyle. 

—Kısmi ve tam kapanma zamanlarını gözünün önüne bir getir. Polis kimin peşinde? Yayaların mı? Hayır. Belirli kontrol noktalarında polis araçları kontrol ediyor. Niye yayaları değil de arabaları kontrol ediyor? 

—Niye? 

—Çünkü virüsü yayalar yani yürüyüş mesafesindeki insanlar değil, hareket halindeki arabalar yayıyor. Yoksa ne diye arabalara yasak getirilsin. Bu arada bir hakkı daha teslim edelim. Sözlerimden virüsü tüm araçlar yayıyor anlamı çıkarılmasın. Bazıları yayıyor, bazıları yaymıyor. Bu nasıl oluyor dersen? Çıkış izni olan araçlar yaymıyor, çıkış izni olmayan araçlar yayıyor. 

—Senin vardığın sonuç bu mu? Ciddi olamazsın. 

—Hem de hiç olmadığı kadar ciddiyim. Yoksa polis niye bazı araç sürücülerine niçin aracınla dışarıya çıktın, cezası yazsın. Bu arada virüsün yayımladığı başka pozisyonları da biliyorum. 

—Neymiş o? 

—Uçakta ve toplu taşıma araçlarında yan yana oturduğun zaman da virüs bulaşmıyor. Ya ne zaman dersen? Bu toplu taşıma araçlarına binmeden yayılıyor. Bunu da insanlar bu araçlara binmeden dışarıda takip mesafesine riayet ederek ön ve arkasındakine mesafeli durmasından anlıyorum. 

—Bu bana söylediklerini daha önce başkasına söyledin mi? 

—Hayır efendim. Bu orijinal fikirlerimi ilk defa sizinle paylaşıyorum. Benim için kıymetli olduğunu bil. 

—Umarım bu orijinal fikirlerini yazı konusu edinmezsin. 

—Kaçar mı hiç. Yazdım bile... 

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Bir 20'lik Fotom Bile Yok

Düğmeye kim bastı, millet nereden haber aldı bilmiyorum. Dünden beri sosyal medyada bir 20'li yaş furyası başladı. Düğmeye basılır basılmaz ellerinin altında sakladıkları 20'li yaşlar fotoğrafını paylaşan paylaşana. Meğersem herkes hazırlıklı imiş. Düğmeye basanı tebrik etmek lazım. Bu hıza ancak şapka çıkarılır. 

Ben desem, haydin 20'lik fotoğraflarınızı bir göreyim, aklından zorun mu var deyip kimse oralı olmazdı. Kıskandım doğrusu. 

Hazırlıklı olmayanlar da var tabi benim gibi. Belki de kıskançlığım bundandır. 

Doğrusunu isterseniz, benim de 20'lik fotoğrafım  var mı diye albümü karıştırma gereksinimi duymadım. Zira yok. 

Nasıl olsun ki... Bu yaşlarda çektirdiğim foto olsa olsa vesikalık olur. Onu da okul istemiştir kayıtta. Allah'ın emri gibi bilmem kaç cm ebatında, son altı ayda çekilmiş 6 adet foto isterlerdi pulun yanında. Ne yaptılar ne yapacaklardı bilmem bu 6 adet fotoyu. Bir tanesini kütüğe yapıştırsalar diğer 5 tanesi dosyada duruyordur mutlaka. 

Tek tük de olsa geçmişe dair vesikalık bulabilirim ama hangi yaşa ait olduğunu nereden bilebilecektim. Millette iyi hafıza varmış ki kaç yaşında iken çekindiğini biliyor. Belki de arkasına çekindiği tarihi yazmış olmalılar. Hoş, bu vesikalıklardan birini paylaşsam, gençliğinde de pek yaşlıymışsın şeklinde yorum yazıp gecemi zehir edeceklerin de pusuda beklediğinden adım gibi eminim. Sanki çok mu genç mişim diye sordum gibi. 

Boydan fotoğrafım olup olmadığını ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Vesikalığı bile pahalıydı bu fotolar şipşakçılarda. Değil ki zevkine olan boydan bir resmim olsun. 

Ama durun, yeni yeni aklıma gelmeye başladı. Aslında o yaşlarda amatör bir fotoğrafçıya amcaoğlu ile birlikte ellerimizi belimize koyarak bir fotoğraf çektirmiştik. Bizim de bir 20'lik fotoğrafımız olsun demiştik. Parasını da peşin almıştı bizim seyyar ve amatör fotoğrafçı. Tüm paramızı ona vermiştik. Haftaya alırsınız demişti. Bir de güzel çektim demişti. Bir sevinmiştik bir sevinmiştik. 

Haftayı iple çektik. Haftalar birbirini kovaladı, bizim boydan 20'lik foto gelmedi. Duyduk ki bizim amatör fotoğrafçı Avrupa'ya gitmiş. O gündür bugündür beklerim bizim Avrupalı dan, arkadaş sizin bende bir fotoğrafınız var demesini. Demedi. Biz üzerine bir bardak su içtik. Çünkü gelmedi bize bir fotoğraf. Meğersem adama Avrupa'ya gidiş harçlığı vermişiz. Belki de hiç çekmedi fotoğrafımızı. Bize poz verin derken çeker gibi yaptı. Hasılı bir 20'li yaş fotoğrafım bile yok ki size paylaşayım.

Sonraki yıllarda Avrupa'dan izinli geldikçe birkaç defa fotoğrafımızı istemiştik. Ne fotoğrafı diyerek bizi utandırmış, kırmızı yüzümün bir yanağı kararmıştı. Onun yüzünde ise hiç karalık emaresi görmedim. Zira yapa yapa alışmış ve utanmayı unutmuş olmalı. 

Neyse, o yıllara ait bir fotoğrafım olmasa da o yıllara ait bir anım var gördüğünüz gibi. Parasını peşin verdiğimiz, gelmeyen ve olmayan fotoğrafın acısı içimde kalmış. Görüyorum ki 20'li yaş fotoğrafınız var ama o yaşlara ait kazık yemiş bir anınız bile yok.

4 Mayıs 2021 Salı

Bir Ülke ki...

*Kimsenin kimseye güveni kalmamış, herkes birbirinden şüpheleniyorsa, 

*Herkes birbirinden ülkeyi kurtarmaya çalışıyorsa,

*Ülkenin adalet sistemi adalet dağıtmıyor ve mahkeme kararları uygulanmazsa,

*Ülke siyasetine yön verenler, yönetime talip olanlar kayıkçı kavgası yapmaya başlamış ve bundan ekmek yemeye devam ediyor, halkı da bu emellerine alet etmeye devam ediyorlarsa,

*"Şeriatın kestiği parmak acımaz" misali yargının acıtmadığını komisyonlar marifetiyle acıtmaya başlanmışsa, komisyonlar hakim ve savcı görevi üstlenmişse,

*Kamuya her türlü alımlarda referans tek geçer akçe olmuş, bunu sağır sultan dahi duymuş, kimse sesini çıkarmıyor ve gemisini yüzdürmeye devam ediyorsa,

*Yapıcı eleştiriye dahi tahammül edilmezse,

*Mutlu azınlığın dışında çoğunluk, yarınından endişe etmeye başlamış, geleceğe umutla bakamıyorsa,

*Kamu harcamalarında şeffaflık ve hesap verebilirlik olmazsa,

*Hamaset alır başını gider ve bu hamaset prim yapmaya devam ediyorsa,

*Belli değerler kişisel emellere alet ediliyorsa,

*Kişilerin verdiği sevgi ve kredi hoyratça kullanılıyorsa,

*İnsanlar işlerini kaybetme endişesi taşıyorsa,

*Güç ve koltuk sopa olarak kullanılır, herkese had bildiriliyorsa,

*Eşler evlerinden uzaklaştırılıyor, buna yargı eliyle çanak tutuluyorsa,

*Hapishaneler dolup taşmışsa,

*Her eleştiren düşman görülür ve bir şeyle yaftalanır olmuşsa,

*Sevgi ve nefret gözleri kör ederse,

*Ülkenin güvenliği, ekonomisi, yönetimi gibi hususlarda devlet aklı hakim olmaz; yasama-yürütme ve yargı tek elde toplanmış görünümü vermeye başlamış ve gemi su aldığı halde kimse sesini çıkaramıyorsa,

*Anne babalar çocuklarının kölesi olmuşsa,

*Kimse burnundan kıl aldırmıyor, yoğurdum ekşi demiyor, kendisini bir özeleştiriye tabi tutmuyor ve suç bastırırcasına saldırgan bir tavır alıyorsa,

*Yöneticiler güç zehirlenmesi yaşıyor ve ne yönetici ne de yönetilenler bu zehrin farkında değil veya farkında ama kimse sesini çıkarmıyor ve herkes zehir içmeye devam ediyorsa,

*Halkın alım gücü her geçen güç güçleşiyor ve buna dair tedbirler alınmıyor ve her şey normalmiş gibi davranılıyor, eskiden durum bundan daha kötüydü denerek geçmişle kıyas yapılmaya devam ediliyorsa,

*Üniversiteler bilim yerine diploma vermeye başlamışsa,

*Ülkede genç nüfus işsizlik oranı artmaya devam ediyorsa,

*Bir ülke üretim değil, tüketim yapıyor, bir başkasının ürettiğini alıp kullanıyor, bunu niçin biz üretmiyoruz denmiyorsa,

*Sabahımız akşamımız hamaset ve slogan olmuşsa,

*Ülkenin gündemi hep kısır tartışmalarla geçiyorsa,

*Siyasetçilerin dışında bir ülke hepten siyaset yapıyorsa, tüm siyaset birini övme ve birini yerme üzerine kurulu ise,

*Ülke algılarla yönetiliyorsa,

*Ülkenin mali gücü borçlanarak dönüyorsa,

*İsraf almış başını gidiyorsa,

*Konan kurallara devlet yetkililerinin kendisi uymuyorsa,

*Din ve değerler siyasete alet ediliyor ve din, dolgu malzemesi olarak kullanılıyorsa,

*Birleştirici olması gereken din, inananlarını ayrıştırmaya başlamışsa,

*Özgürlükçü siyaset yerine hepten güvenlikçi politika ülkeye hakim olmuşsa,

*Her olup biteni kendimize kastediyor diye bir alınganlık hakim olmuş, bunun karşılığında saldırgan bir tutum içerisine giriliyor, buna da kitleler inandırılmaya çalışılırsa,

*Kendi fikrimizi ve yapacaklarımızı anlatma yerine ömür, rakibimizi kötülemeye adanmışsa…

Kimse kusura bakmasın, bu ülkenin bir daha rayına giremeyecek şekilde çivisi çıkmış ve ağlayanı yok demektir.

Namaz, Oruç, Dua... *

İçinizde, gözünü açtığında ailesinde, okuduğu okullarda ve bulunduğu çevresinde namazla tanışan çoktur. Zaman zaman uykuda iken veya tembelliğinden dolayı bazı vakitleri kaçırsanız da küçüklüğünüzden beri namaz kılmaya devam ediyorsunuzdur. 

Aynı şekilde uzun yaz günlerinde açlık, susuzluk dinlemeden başladığınız orucunuzu da tutuyorsunuzdur. Belki de içinizde farz olan ramazan orucunun dışında küçüklüğünde ve gençliğinde zaman zaman Savm-ı Davut denilen gün aşırı oruç tutanınız da vardır. Mübarek gün ve geceler öncesi tutulan oruçları, pazartesi-perşembe oruçlarını da tutmuşsunuzdur. Aynı şekilde söz verdiğiniz adak oruçlarını da yerine getirmişsinizdir. Rüyet-i hilal tartışmalarının olduğu yıllarda Diyanet'in her yıl başlattığı oruç gününe güvenmediğinizden dolayı her ihtimale karşın ramazan orucuna üç gün öncesinde başladığınız  yıllar da olmuştur. 

Namaz sonrasında, oruç açarken, kendiniz, aileniz ve Müslümanların başına gelen bir sıkıntıdan dolayı dertlerin giderilmesi için ellerinizi açmış bol bol dualar da etmişsinizdir. 

Son yıllarda iletişim araçları ve teknolojinin ilerlemesiyle cep telefonları veya sosyal medya aracılığıyla, perşembe akşamından cuma akşamına kadar cuma kutlamaları ve tebrikleşmeler bolca yapılıyor. Resimli görselleri mesaj olarak cep telefonlarımıza yağmur gibi gönderiyoruz. 

Hac çıkarsa hacca, fırsat bulmuşsak umreye gidiyoruz. 

Yılın on iki ayı yardımlaşma devam etse de Ramazan ayı gelince fakiri görüp gözetme, yardım toplama ve ihtiyaç sahiplerine dağıtma daha bir hız kazanıyor. 

Yukarıda namaz, oruç, dua, cuma mesajı, hac ve zekatı da içine alacak şekilde yardımlaşmaya örnek verdim. Bunların dışında Müslümanların hemhal olduğu başka bir ritüel ve ibadet var mı diye düşünüyorum. Özelde ilave ibadet yapan varsa da çoğunluk, bu birkaç ibadete indirgenmiş Müslümanlığı yaşıyoruz.

Burada örnek verdiğim bu ibadetleri önemsiz gördüğüm anlaşılmasın. Namaz da oruç da dua da zekat da İslam'ın temel umdelerindendir ve yerine getirilmesi gerekir. Yalnız İslam denince sadece bu ibadetlerin akla gelmesi bana garip geliyor. Zira İslam bu kadar dar alana hapsedilecek bir din olmasa gerek. Ki dar alana sıkıştırdığımız bu ibadetlerle, ulaşmamız istenen maksada ulaşabildiğimiz de söylenemez. Çünkü bu ibadetler bizi daha ahlaklı yapması gerekirken istisnaları hariç tutarsak, çoğumuzun ahlakla mücehhez olduğu söylenemez. Sanki özden ziyade bu ibadetleri şeklen yerine getirdiğimiz ve bundan dolayıdır ki ahlakımıza yansımadığı görülmektedir. Çünkü bu ibadetler bizi maksada götüren birer araç iken bu ibadetleri amaç haline getirdiğimiz ortaya çıkmaktadır. Bugün Allah Teala "Namazı, orucu, hac, zekat ve duayı özellikle cuma mesajlarını kaldırdım. Bundan sonra bu ibadetlerden muafsınız" dese öyle zannediyorum, hepimiz sudan çıkmış balığa döner ve ne yapacağımızı şaşırırız. Gerçekten bu ibadetler de olmasa Müslümanlar olarak ne yaparız? Öyle zannediyorum, namaz olmayacağı için hız kesmeden yapımı devam etmekte olan cami inşaatları da büyük sekteye uğrar.

Sözümü fazla uzatmadan yukarıda saydığım ibadetleri yerine getirmeye devam edelim ama bu ibadetleri, hayatın merkezine alıp salt amaç haline getirmeyelim. Bunların, ahlaklı birer birey ve toplum olmamız için birer araç olduğunu bilelim ve ona göre hareket edelim. Bunların dışında dünyaya geliş amacımız üzerine kafa yoralım. Bu dünyaya katma değer olarak ne katkı verdiğimizi düşünelim. Birbirimizi ve başkasının ürettiğini yemeyi bırakıp bir taraftan ahirete hazırlık yaparken bu dünyada üreten olmaya çalışalım. Ürettiğimiz her bir ürünün patenti bize ait olsun. Bir taraftan para kazanırken insanlığa da hizmet etmiş olalım. İş ahlakımız tüm dünyaya örnek olsun. Dar anlamıyla yaşamaya çalıştığımız İslam’ı geniş anlamıyla yaşamayı prensip edinelim. Ya değilse tek başına namaz, oruç, zekat, hac ve dua bizi cennete götürmeyebilir.

*12/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Mayıs 2021 Pazartesi

Zekat ve Yardım Fonu *

"İyilik yap, denize at, balık bilmezse Haluk bilir",

"Ne verirsen elinle, o gider seninle",

"Veren el, alan elden üstündür",

"Komşusu açken tok yatan bizden değildir"... 

Yukarıda iyilik ve yardımlaşma ile ilgili hepimizin bildiği bazı atasözlerine ve hadisi şeriflere yer verdim. Bu konuda çokça atasözü, hadis ve ayetlere yer vermek de mümkün. Çünkü İslam ve Türkiye toplumu denince yardımseverlik akla gelir. Bu bizim hem dini hem de insani görevlerimiz arasındadır. Hiçbir konuda eşit olmayan insanımızın mali yönden de eşit olmadığı bu hayatın bir gerçeği. Bir toplumda ekonomik gücü yeterli olmayanlarla durumu iyi olanlar birlikte yaşıyorlar. Olan verecek, ihtiyacı olan da alacak. Sosyal denge bir nebze de olsa bu şekilde sağlanmış oluyor. Öyle zannediyorum, yardım yapacak gücü olanlar yardımlarını yerinde, zamanında ve planlı bir şekilde yaptıkları takdirde o toplumda ihtiyacı olanlar da düzgün bir şekilde hayatlarını idame ettirebilirler. Zenginle fakir arasında uçurumun gitgide açıldığına göre demek ki yardım konusunda ya plansız olduğumuz ya yeterince vermediğimiz ya da dağıtım şeklinde bir problem olduğu ortaya çıkıyor ya da başka bir şeyler var. 

İslam dininde adına zekat, sadaka, infak ne dersek diyelim, tüm bu emir ve tavsiyelerin geri planında zenginin, ihtiyaç sahibine vermesi, alan fakirin de bir müddet sonra yardım yapacak duruma gelmesi murat edilmektedir. Gördüğüm kadarıyla her daim zengin vermeye, fakir de almaya devam ediyor. O zaman bu yardımlaşma şeklinde bir eksiklik söz konusu. Ülkedeki yardım toplayan kuruluşların çokluğu ve çeşitliliğine rağmen ihtiyacım var diye resmi kurum ve yardım kuruluşlarının kapısını çalan fakir sayısı eksilmiyor ve her geçen gün artıyor. Gününde gelmese de sürekli yardımla beslenen insanımızın sayısı çok. Sadaka ülkesi görünümü ortaya çıkıyor.

Burada istiyorum ki bu ülkedeki yardım toplama ve yardım alma konusu bir masaya yatırılsın ve fakir sayısı azaltılsın. Toplanan yardımlar karın doyurmanın, öğün savmanın, günü kurtarmanın ötesine geçsin ve bir proje geliştirilsin.

Bu konuda nasıl bir proje geliştirilebilir? Bunun üzerine kafa yormaya çalışacağım. Öncelikle yardım kuruluşlarının bir haritası ortaya çıkarılsın. Aynı amaca hizmet eden belediyeler ve kaymakamlıklar bünyesinde faaliyet yürüten yardım kuruluşları da ele alınsın. Ülkedeki çalışabilir ama işsiz ve çalışacak gücü olmayan ve yardıma muhtaç fakirler tespit edilsin. Kamu dahil tüm yardım kuruluşları zekat/yardım fonu adı altında tek çatıda birleştirilsin. Buranın yönetimine yedi emin dediğimiz, herkese güven veren yeterince yönetim kurulu ve denetim kurulu üyeleri belirlensin. Belirlenen kıstaslara göre yardım yapacaklar makbuz karşılığı bu fona yardımlarını yapsın. Toplanan yardımların belli bir oranı, belli bir süre, her yıl öncelik sırasına göre fakirlere aylık nakdi olarak makbuz karşılığı dağıtılsın. Yani iyi ve anlaşılabilir bir gelir ve gider tutulsun. Fon her yıl gelir ve gider yönünden sıfırlanmasın. Yani gelirin bir kısmı fonda tutulsun. Buna yedek akçe diyebiliriz. Fondaki bu para için de bir proje üretmek lazım. Belki bu para gelir getirecek yerlerde değerlendirilebilir. İşsiz ama çalışabilir ve üretebilir fakirlere faizsiz kredi olarak verilebilir. Bu fakir işini kurup kazanmaya başladıkça karının belli bir yüzdesini fona geri öder. Bu fon gerekirse bu fakire iş bulur. İş bulduğu veya iş kurduğu fakir bir müddet sonra zekatını bu fona vermeye başlar. Fon bu şekilde çalışarak fakir sayısını azaltabilir. Giderek sadece engelli, kronik hasta ve yaşlı insanlara rutin yardıma dönüşür.

Burada bu işe nasıl başlanacak, hani para, bunu döndürmek için biraz sermaye gerekebilir denebilir. İnanın belediyelerin sosyal belediyecilik ve kaymakamlıkların Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma adı altında kendilerine aktarılan bütçe ile bu işe başlanabilir. Buralarda az para dönmüyor. Fakire verirken de fakirin araştırılması, üzerinde bir şey olup olmamasına bakılıyor. Öyle zannediyorum, çok da sağlıklı işlemiyor. Belediye ve kaymakamlık fonlarıyla birlikte başlangıçta sermaye sıkıntısı çekilmediği gibi ülkedeki tüm yardımlar da tek elden yöneltilmiş olur. 

*05/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.