5 Mayıs 2021 Çarşamba

Bir 20'lik Fotom Bile Yok

Düğmeye kim bastı, millet nereden haber aldı bilmiyorum. Dünden beri sosyal medyada bir 20'li yaş furyası başladı. Düğmeye basılır basılmaz ellerinin altında sakladıkları 20'li yaşlar fotoğrafını paylaşan paylaşana. Meğersem herkes hazırlıklı imiş. Düğmeye basanı tebrik etmek lazım. Bu hıza ancak şapka çıkarılır. 

Ben desem, haydin 20'lik fotoğraflarınızı bir göreyim, aklından zorun mu var deyip kimse oralı olmazdı. Kıskandım doğrusu. 

Hazırlıklı olmayanlar da var tabi benim gibi. Belki de kıskançlığım bundandır. 

Doğrusunu isterseniz, benim de 20'lik fotoğrafım  var mı diye albümü karıştırma gereksinimi duymadım. Zira yok. 

Nasıl olsun ki... Bu yaşlarda çektirdiğim foto olsa olsa vesikalık olur. Onu da okul istemiştir kayıtta. Allah'ın emri gibi bilmem kaç cm ebatında, son altı ayda çekilmiş 6 adet foto isterlerdi pulun yanında. Ne yaptılar ne yapacaklardı bilmem bu 6 adet fotoyu. Bir tanesini kütüğe yapıştırsalar diğer 5 tanesi dosyada duruyordur mutlaka. 

Tek tük de olsa geçmişe dair vesikalık bulabilirim ama hangi yaşa ait olduğunu nereden bilebilecektim. Millette iyi hafıza varmış ki kaç yaşında iken çekindiğini biliyor. Belki de arkasına çekindiği tarihi yazmış olmalılar. Hoş, bu vesikalıklardan birini paylaşsam, gençliğinde de pek yaşlıymışsın şeklinde yorum yazıp gecemi zehir edeceklerin de pusuda beklediğinden adım gibi eminim. Sanki çok mu genç mişim diye sordum gibi. 

Boydan fotoğrafım olup olmadığını ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Vesikalığı bile pahalıydı bu fotolar şipşakçılarda. Değil ki zevkine olan boydan bir resmim olsun. Ama durun, yeni yeni aklıma gelmeye başladı. Aslında o yaşlarda amatör bir fotoğrafçıya amcaoğlu ile birlikte ellerimizi belimize koyarak bir fotoğraf çektirmiştik. Bizim de bir 20'lik fotoğrafımız olsun demiştik. Parasını da peşin almıştı bizim seyyar fotoğrafçı. Tüm paramızı ona vermiştik. Haftaya alırsınız demişti. Bir de güzel çektim demişti. Bir sevinmiştik bir sevinmiştik. Haftayı iple çektik. Haftalar birbirini kovaladı, bizim boydan 20'lik foto gelmedi. Duyduk ki bizim amatör fotoğrafçı Avrupa'ya gitmiş. O gündür bugündür beklerim bizim Avrupalıdan arkadaş sizin bende bir fotoğrafınız var demesini. Demedi. Biz üzerine bir bardak su içtik. Çünkü gelmedi bize bir fotoğraf. Meğersem adama Avrupa'ya gidiş harçlığı vermişiz. Belki de hiç çekmedi fotoğrafımızı. Bize poz verin derken çeker gibi yaptı. Hasılı bir 20'li yaş fotoğrafım bile yok size paylaşacağım.
Sonraki yıllarda Avrupa'dan izinli geldikçe birkaç defa fotoğrafımızı istemiştik. Ne fotoğrafı diyerek bizi utandırmış, kırmızı yüzümün bir yanağı kararmıştı. Onun yüzünde hiç karanlık emaresi göremedim. Zira yapa yapa alışmış ve utanmayı unutmuş olmalı. 
Neyse, o yıllara ait bir fotoğrafım olmasa da o yıllara ait bir anım var gördüğünüz gibi. Parasını peşin verdiğimiz, gelmeyen ve olmayan fotoğrafın acısı içimde kalmış. Görüyorum ki 20'li yaş fotoğrafınız var ama o yaşlara ait kazık yemiş bir anınız bile yok.

4 Mayıs 2021 Salı

Bir Ülke ki...

*Kimsenin kimseye güveni kalmamış, herkes birbirinden şüpheleniyorsa, 

*Herkes birbirinden ülkeyi kurtarmaya çalışıyorsa,

*Ülkenin adalet sistemi adalet dağıtmıyor ve mahkeme kararları uygulanmazsa,

*Ülke siyasetine yön verenler, yönetime talip olanlar kayıkçı kavgası yapmaya başlamış ve bundan ekmek yemeye devam ediyor, halkı da bu emellerine alet etmeye devam ediyorlarsa,

*"Şeriatın kestiği parmak acımaz" misali yargının acıtmadığını komisyonlar marifetiyle acıtmaya başlanmışsa, komisyonlar hakim ve savcı görevi üstlenmişse,

*Kamuya her türlü alımlarda referans tek geçer akçe olmuş, bunu sağır sultan dahi duymuş, kimse sesini çıkarmıyor ve gemisini yüzdürmeye devam ediyorsa,

*Yapıcı eleştiriye dahi tahammül edilmezse,

*Mutlu azınlığın dışında çoğunluk, yarınından endişe etmeye başlamış, geleceğe umutla bakamıyorsa,

*Kamu harcamalarında şeffaflık ve hesap verebilirlik olmazsa,

*Hamaset alır başını gider ve bu hamaset prim yapmaya devam ediyorsa,

*Belli değerler kişisel emellere alet ediliyorsa,

*Kişilerin verdiği sevgi ve kredi hoyratça kullanılıyorsa,

*İnsanlar işlerini kaybetme endişesi taşıyorsa,

*Güç ve koltuk sopa olarak kullanılır, herkese had bildiriliyorsa,

*Eşler evlerinden uzaklaştırılıyor, buna yargı eliyle çanak tutuluyorsa,

*Hapishaneler dolup taşmışsa,

*Her eleştiren düşman görülür ve bir şeyle yaftalanır olmuşsa,

*Sevgi ve nefret gözleri kör ederse,

*Ülkenin güvenliği, ekonomisi, yönetimi gibi hususlarda devlet aklı hakim olmaz; yasama-yürütme ve yargı tek elde toplanmış görünümü vermeye başlamış ve gemi su aldığı halde kimse sesini çıkaramıyorsa,

*Anne babalar çocuklarının kölesi olmuşsa,

*Kimse burnundan kıl aldırmıyor, yoğurdum ekşi demiyor, kendisini bir özeleştiriye tabi tutmuyor ve suç bastırırcasına saldırgan bir tavır alıyorsa,

*Yöneticiler güç zehirlenmesi yaşıyor ve ne yönetici ne de yönetilenler bu zehrin farkında değil veya farkında ama kimse sesini çıkarmıyor ve herkes zehir içmeye devam ediyorsa,

*Halkın alım gücü her geçen güç güçleşiyor ve buna dair tedbirler alınmıyor ve her şey normalmiş gibi davranılıyor, eskiden durum bundan daha kötüydü denerek geçmişle kıyas yapılmaya devam ediliyorsa,

*Üniversiteler bilim yerine diploma vermeye başlamışsa,

*Ülkede genç nüfus işsizlik oranı artmaya devam ediyorsa,

*Bir ülke üretim değil, tüketim yapıyor, bir başkasının ürettiğini alıp kullanıyor, bunu niçin biz üretmiyoruz denmiyorsa,

*Sabahımız akşamımız hamaset ve slogan olmuşsa,

*Ülkenin gündemi hep kısır tartışmalarla geçiyorsa,

*Siyasetçilerin dışında bir ülke hepten siyaset yapıyorsa, tüm siyaset birini övme ve birini yerme üzerine kurulu ise,

*Ülke algılarla yönetiliyorsa,

*Ülkenin mali gücü borçlanarak dönüyorsa,

*İsraf almış başını gidiyorsa,

*Konan kurallara devlet yetkililerinin kendisi uymuyorsa,

*Din ve değerler siyasete alet ediliyor ve din, dolgu malzemesi olarak kullanılıyorsa,

*Birleştirici olması gereken din, inananlarını ayrıştırmaya başlamışsa,

*Özgürlükçü siyaset yerine hepten güvenlikçi politika ülkeye hakim olmuşsa,

*Her olup biteni kendimize kastediyor diye bir alınganlık hakim olmuş, bunun karşılığında saldırgan bir tutum içerisine giriliyor, buna da kitleler inandırılmaya çalışılırsa,

*Kendi fikrimizi ve yapacaklarımızı anlatma yerine ömür, rakibimizi kötülemeye adanmışsa…

Kimse kusura bakmasın, bu ülkenin bir daha rayına giremeyecek şekilde çivisi çıkmış ve ağlayanı yok demektir.

Namaz, Oruç, Dua... *

İçinizde, gözünü açtığında ailesinde, okuduğu okullarda ve bulunduğu çevresinde namazla tanışan çoktur. Zaman zaman uykuda iken veya tembelliğinden dolayı bazı vakitleri kaçırsanız da küçüklüğünüzden beri namaz kılmaya devam ediyorsunuzdur. 

Aynı şekilde uzun yaz günlerinde açlık, susuzluk dinlemeden başladığınız orucunuzu da tutuyorsunuzdur. Belki de içinizde farz olan ramazan orucunun dışında küçüklüğünde ve gençliğinde zaman zaman Savm-ı Davut denilen gün aşırı oruç tutanınız da vardır. Mübarek gün ve geceler öncesi tutulan oruçları, pazartesi-perşembe oruçlarını da tutmuşsunuzdur. Aynı şekilde söz verdiğiniz adak oruçlarını da yerine getirmişsinizdir. Rüyet-i hilal tartışmalarının olduğu yıllarda Diyanet'in her yıl başlattığı oruç gününe güvenmediğinizden dolayı her ihtimale karşın ramazan orucuna üç gün öncesinde başladığınız  yıllar da olmuştur. 

Namaz sonrasında, oruç açarken, kendiniz, aileniz ve Müslümanların başına gelen bir sıkıntıdan dolayı dertlerin giderilmesi için ellerinizi açmış bol bol dualar da etmişsinizdir. 

Son yıllarda iletişim araçları ve teknolojinin ilerlemesiyle cep telefonları veya sosyal medya aracılığıyla, perşembe akşamından cuma akşamına kadar cuma kutlamaları ve tebrikleşmeler bolca yapılıyor. Resimli görselleri mesaj olarak cep telefonlarımıza yağmur gibi gönderiyoruz. 

Hac çıkarsa hacca, fırsat bulmuşsak umreye gidiyoruz. 

Yılın on iki ayı yardımlaşma devam etse de Ramazan ayı gelince fakiri görüp gözetme, yardım toplama ve ihtiyaç sahiplerine dağıtma daha bir hız kazanıyor. 

Yukarıda namaz, oruç, dua, cuma mesajı, hac ve zekatı da içine alacak şekilde yardımlaşmaya örnek verdim. Bunların dışında Müslümanların hemhal olduğu başka bir ritüel ve ibadet var mı diye düşünüyorum. Özelde ilave ibadet yapan varsa da çoğunluk, bu birkaç ibadete indirgenmiş Müslümanlığı yaşıyoruz.

Burada örnek verdiğim bu ibadetleri önemsiz gördüğüm anlaşılmasın. Namaz da oruç da dua da zekat da İslam'ın temel umdelerindendir ve yerine getirilmesi gerekir. Yalnız İslam denince sadece bu ibadetlerin akla gelmesi bana garip geliyor. Zira İslam bu kadar dar alana hapsedilecek bir din olmasa gerek. Ki dar alana sıkıştırdığımız bu ibadetlerle, ulaşmamız istenen maksada ulaşabildiğimiz de söylenemez. Çünkü bu ibadetler bizi daha ahlaklı yapması gerekirken istisnaları hariç tutarsak, çoğumuzun ahlakla mücehhez olduğu söylenemez. Sanki özden ziyade bu ibadetleri şeklen yerine getirdiğimiz ve bundan dolayıdır ki ahlakımıza yansımadığı görülmektedir. Çünkü bu ibadetler bizi maksada götüren birer araç iken bu ibadetleri amaç haline getirdiğimiz ortaya çıkmaktadır. Bugün Allah Teala "Namazı, orucu, hac, zekat ve duayı özellikle cuma mesajlarını kaldırdım. Bundan sonra bu ibadetlerden muafsınız" dese öyle zannediyorum, hepimiz sudan çıkmış balığa döner ve ne yapacağımızı şaşırırız. Gerçekten bu ibadetler de olmasa Müslümanlar olarak ne yaparız? Öyle zannediyorum, namaz olmayacağı için hız kesmeden yapımı devam etmekte olan cami inşaatları da büyük sekteye uğrar.

Sözümü fazla uzatmadan yukarıda saydığım ibadetleri yerine getirmeye devam edelim ama bu ibadetleri, hayatın merkezine alıp salt amaç haline getirmeyelim. Bunların, ahlaklı birer birey ve toplum olmamız için birer araç olduğunu bilelim ve ona göre hareket edelim. Bunların dışında dünyaya geliş amacımız üzerine kafa yoralım. Bu dünyaya katma değer olarak ne katkı verdiğimizi düşünelim. Birbirimizi ve başkasının ürettiğini yemeyi bırakıp bir taraftan ahirete hazırlık yaparken bu dünyada üreten olmaya çalışalım. Ürettiğimiz her bir ürünün patenti bize ait olsun. Bir taraftan para kazanırken insanlığa da hizmet etmiş olalım. İş ahlakımız tüm dünyaya örnek olsun. Dar anlamıyla yaşamaya çalıştığımız İslam’ı geniş anlamıyla yaşamayı prensip edinelim. Ya değilse tek başına namaz, oruç, zekat, hac ve dua bizi cennete götürmeyebilir.

*12/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Mayıs 2021 Pazartesi

Zekat ve Yardım Fonu *

"İyilik yap, denize at, balık bilmezse Haluk bilir",

"Ne verirsen elinle, o gider seninle",

"Veren el, alan elden üstündür",

"Komşusu açken tok yatan bizden değildir"... 

Yukarıda iyilik ve yardımlaşma ile ilgili hepimizin bildiği bazı atasözlerine ve hadisi şeriflere yer verdim. Bu konuda çokça atasözü, hadis ve ayetlere yer vermek de mümkün. Çünkü İslam ve Türkiye toplumu denince yardımseverlik akla gelir. Bu bizim hem dini hem de insani görevlerimiz arasındadır. Hiçbir konuda eşit olmayan insanımızın mali yönden de eşit olmadığı bu hayatın bir gerçeği. Bir toplumda ekonomik gücü yeterli olmayanlarla durumu iyi olanlar birlikte yaşıyorlar. Olan verecek, ihtiyacı olan da alacak. Sosyal denge bir nebze de olsa bu şekilde sağlanmış oluyor. Öyle zannediyorum, yardım yapacak gücü olanlar yardımlarını yerinde, zamanında ve planlı bir şekilde yaptıkları takdirde o toplumda ihtiyacı olanlar da düzgün bir şekilde hayatlarını idame ettirebilirler. Zenginle fakir arasında uçurumun gitgide açıldığına göre demek ki yardım konusunda ya plansız olduğumuz ya yeterince vermediğimiz ya da dağıtım şeklinde bir problem olduğu ortaya çıkıyor ya da başka bir şeyler var. 

İslam dininde adına zekat, sadaka, infak ne dersek diyelim, tüm bu emir ve tavsiyelerin geri planında zenginin, ihtiyaç sahibine vermesi, alan fakirin de bir müddet sonra yardım yapacak duruma gelmesi murat edilmektedir. Gördüğüm kadarıyla her daim zengin vermeye, fakir de almaya devam ediyor. O zaman bu yardımlaşma şeklinde bir eksiklik söz konusu. Ülkedeki yardım toplayan kuruluşların çokluğu ve çeşitliliğine rağmen ihtiyacım var diye resmi kurum ve yardım kuruluşlarının kapısını çalan fakir sayısı eksilmiyor ve her geçen gün artıyor. Gününde gelmese de sürekli yardımla beslenen insanımızın sayısı çok. Sadaka ülkesi görünümü ortaya çıkıyor.

Burada istiyorum ki bu ülkedeki yardım toplama ve yardım alma konusu bir masaya yatırılsın ve fakir sayısı azaltılsın. Toplanan yardımlar karın doyurmanın, öğün savmanın, günü kurtarmanın ötesine geçsin ve bir proje geliştirilsin.

Bu konuda nasıl bir proje geliştirilebilir? Bunun üzerine kafa yormaya çalışacağım. Öncelikle yardım kuruluşlarının bir haritası ortaya çıkarılsın. Aynı amaca hizmet eden belediyeler ve kaymakamlıklar bünyesinde faaliyet yürüten yardım kuruluşları da ele alınsın. Ülkedeki çalışabilir ama işsiz ve çalışacak gücü olmayan ve yardıma muhtaç fakirler tespit edilsin. Kamu dahil tüm yardım kuruluşları zekat/yardım fonu adı altında tek çatıda birleştirilsin. Buranın yönetimine yedi emin dediğimiz, herkese güven veren yeterince yönetim kurulu ve denetim kurulu üyeleri belirlensin. Belirlenen kıstaslara göre yardım yapacaklar makbuz karşılığı bu fona yardımlarını yapsın. Toplanan yardımların belli bir oranı, belli bir süre, her yıl öncelik sırasına göre fakirlere aylık nakdi olarak makbuz karşılığı dağıtılsın. Yani iyi ve anlaşılabilir bir gelir ve gider tutulsun. Fon her yıl gelir ve gider yönünden sıfırlanmasın. Yani gelirin bir kısmı fonda tutulsun. Buna yedek akçe diyebiliriz. Fondaki bu para için de bir proje üretmek lazım. Belki bu para gelir getirecek yerlerde değerlendirilebilir. İşsiz ama çalışabilir ve üretebilir fakirlere faizsiz kredi olarak verilebilir. Bu fakir işini kurup kazanmaya başladıkça karının belli bir yüzdesini fona geri öder. Bu fon gerekirse bu fakire iş bulur. İş bulduğu veya iş kurduğu fakir bir müddet sonra zekatını bu fona vermeye başlar. Fon bu şekilde çalışarak fakir sayısını azaltabilir. Giderek sadece engelli, kronik hasta ve yaşlı insanlara rutin yardıma dönüşür.

Burada bu işe nasıl başlanacak, hani para, bunu döndürmek için biraz sermaye gerekebilir denebilir. İnanın belediyelerin sosyal belediyecilik ve kaymakamlıkların Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma adı altında kendilerine aktarılan bütçe ile bu işe başlanabilir. Buralarda az para dönmüyor. Fakire verirken de fakirin araştırılması, üzerinde bir şey olup olmamasına bakılıyor. Öyle zannediyorum, çok da sağlıklı işlemiyor. Belediye ve kaymakamlık fonlarıyla birlikte başlangıçta sermaye sıkıntısı çekilmediği gibi ülkedeki tüm yardımlar da tek elden yöneltilmiş olur. 

*05/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Uzun Kornanın Türkçesi *

Geçen yılın martından beri bir açılıp bir kapanma diyebileceğimiz kısmi kapanmayı bolca yaşadık. Cuma gününden beri de tam kapanmayı yaşıyoruz. Kısmi ile tam kapanmayı tam anlayamasam da tam kapanmanın kısmiye göre daha uzuncası olduğunu yaşaya yaşaya öğreniyoruz. Halbuki ben tam kapanma ile bir kapanacağız pir çıkacağız sanmıştım. Öyle değilmiş meğer. Yine herkes dışarıda, yine bazı yerlerde arabaları durduran polis kontrol noktaları var. Işıklarda bekleyen ve yollarda hareket halindeki araçları görünce normal günlerden bir gün gibi geliyor bana. Çünkü benim aracın dışındaki tüm araçların, araçla çıkış izni var gibi geliyor bana. Ne de çok muaf kişi varmış meğer. Hoş hem kısmi hem de tam kapanmada yürüyüş mesafesi denilen her yerde alışveriş bahanesiyle insanımızın çoğunun kendini dışarıya attığı bir ortamda, araca binmenin yasaklanmasının mantığını da çok kavramış değilim. Kontrol için sabahtan akşama görev yapan polislere yazık. Gören de virüsü insanlar değil, arabalar yayıyor sanır. Amaç, eş-dost ziyaretinin önüne geçmek ise yolunu bulan buluyor zaten. Burada amaç sadece benim ziyaret etmem engellenmek isteniyorsa hakkını yemeyelim, bunda amaç hasıl oluyor. Hasılı, devlet bu konuda başarılı. Neyse konum ne kısmi ne tam kapanma ne de araçlara getirilen kısıtlılık değildi. Şimdi geleyim sadede.

Tam kısıtlılığın uygulandığı cumartesi günü hem günlük rutin yürüyüşümü yapayım hem ekmeğimi alayım hem de bir iki kalem market alışverişi yapayım diye 14.00 sularında evden çıktım. Tenha sokak ve caddeleri izleyerek yürüyüşümü yaptım. Markete girip çıktım. Saat  16.00 suları evimin yolunu tuttum. Karşı caddeden evime doğru geçmeye yeltendiğimde, 300 metre uzaktan ışıktan yeni kalkmış bir aracın, iki şeritli yolun sağından geldiğini gördüm. Hem kendi hızımı hem de yolum üzeri gelmekte olan aracın hızını ölçtüm. Bu araç gelinceye kadar ben bölünmüş yolun orta refüjüne geçerim dedim. Geçmeye yeltenmemle beraber bana doğru gelmekte olan aracın insan evladı sahibi, "Geçme, gözün kör mü? Bak ben geliyorum" dercesine uzun uzun kornaya basmaya başladı. Başımdan kaynar sular boşandı ama hiç istifimi bozmadan, geri çekilmeden ve geçiş hızımda bir değişiklik yapmadan yürüyüşüme devam ettim. Ben yürüdükçe iyi aile evladı, Allah ne verdiyse kornasına basmaya ve geldiği hızdan daha hızla gaza basmaya başladı. Orta refüje geldiğimde bu hasta ruhlu adamın derdi nedir diye sol tarafa baktım. Sağdan gelmekte olan bu araç gelmekte olduğu şeridini değiştirerek ikinci yani son şeride yani benim geçmekte olduğum şeride geçmiş, hızından bir şey kaybetmeden ve ayağını gazdan çekmeden ben orta refüjde iken geçti. Sol eli direksiyonda olan bu mahlukun sol eli ne mi yapıyordu? Armut toplamıyordu elbet. Elini kaldırmadan kornaya basmaya devam ediyordu. Çatmıştım belaya bu vakitte. Bu adam kimin nesidir dercesine giden araca o değilden baktım. Ben bakınca beni dikiz aynasından takip eden yolun tek hakimi sürücü, ayağını gazdan çekti ve yavaşladı. Ne oluyor, derdin ne, tabakhaneye mi yetişeceksin dercesine elimi kalırsam, kafamı sallasam, inanın ki aracını durdurup aracından inecek ve aracının torpido gözünde tuttuğu bıçakla veya koltuğunun altında kötü günler için sakladığı balta veya kürek sapıyla yanıma gelecek. Sonrasını anlatmama gerek var mı? Zira gözü dönmüş ve kırmızı görmüş boğa görünümü veren bu hasta ruhlu insanın canıma kastetmemesi hiçten bile değildi. Bereket, kendime hakim oldum, efendiliğimi hiç bozmadım. Efendilik bende kaldı ama uzun ve acı acı basılan korna ile kendim ve sülalemin yemediği küfür kalmadı. Çünkü bizde uzun korna ile küfür kastedilir. Böylece bizim insan evladı oruç ise ona bir güzel iftariyelik hazırlamış oldum. Aslında ezanı beklemeden de orucunu açabilir. Zira akşama kadar oruçlu kalmasına gerek yoktu.

Burada, kardeşim, adamın hızını niye kestin diyebilirsiniz. Vallahi, billahi hızını kesmedim. Biraz da olsa hızını kessem ya da Avrupa’da yayanın önceliği var, yaya adımını attı mı araç durmalı zihniyetini taşısam, adam bana sinirlenmekte haklı diyeceğim. Çünkü burası Türkiye. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi inanın hızını kesmediğim gibi hızını artırmaya ve gelmekte olduğu şeridini değiştirmeye sebep oldum. Bu da kişinin nasıl bir kişilik ve hangi haletiruhiyede olduğunu gösteriyor. Maalesef bu tiplerin sayısı trafikte az değil. Direksiyona geçti mi kendisini yolların tek hakimi gören sürücülerin sayısı az değil bu ülkede. Yazıklar olsun, ne oldum budalası olan bu tiplere. Bu tiplerin seviyesine inmediğim için Rabbime şükürler olsun. Temennim, bu tip öküzlerin sayısının trafikte soyunun tükenmesi. Hala da üremeye devam edenler ve yollarda öküzlük yapmaya devam ederlerse hazır dört ayaklı öküzler tükenmişken nostalji olsun diye bu iki ayaklı öküzleri çifte sürmek lazım. Böylece gazları alınmış ve memlekete hayırlı bir iş yapmış olurlar. Bu arada beyefendi öküzün geride bıraktığı bir şey var. Emanetini ona vermesem olmaz. O bıraktığını kendisine aynen iade ediyorum.

Başımdan geçen bu olayı anlattım. Zira bu tipler bu ülkeden geçerken birilerinin içimizde bıraktıklarıdır. Bugün bana, yarın size denk gelebilirler. Bu tiplerin sinirlerinin tavan yapmasını istiyorsanız, onları asla muhatap almayın. Çünkü muhatap alınca kendilerini bir şey sanırlar. Siz tepki vermedikçe onlar kahrından ve sinirinden kendi kendilerini paralarlar. Beş para etmez, mide bulandıran egolarını üzerinize boşaltmasına izin vermeyin, beyefendi kişiliğinizi bozmayın. Herkes ve bu tipler kalıbına göre iş yapar. Bu tiplerin canları cehenneme... 

*05/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Mayıs 2021 Pazar

Din Görevlisinin Dili *

İnsana dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen din, kimsenin tekelinde değilse de dinin doğru anlaşılması için din görevlilerinin de dini anlatma sorumluluğu vardır. Bu din anlatılacak ve bu din, nebevi tebliğe uygun düşecek şekilde kavli leyyin dediğimiz tatlı ve yumuşak bir dil ile kitlelere ve almak isteyenlere din adamları tarafından anlatılacak. Anlatmakla da kalmayacak. Anlattıklarıyla orantılı olacak şekilde dini yaşayacak ve yaşantısıyla çevresine, kendisini takip edenlere, dost ve düşmana örnek olacak. Bu temel özellik yanında, irşat görevinde bulunacak din görevlisinde/adamında/aliminde başka hangi özellikler olmalıdır? Aynı zamanda nelerden kaçınmalıdır? Bu sorulara cevap aramaya çalışacağım:

Öncelikle konusunun ehli olacak. Hem dini hem de çağı okuyabilecek entelektüel bir birikime sahip olacak. Aynı zamanda mesaj vermek istediği toplumu iyi tanıyacak. Toplumun hassasiyetlerini, neye ihtiyaç hissettiklerini, dertlerinin neler olduğunu da iyi bilecek. Neyi, nerede, hangi atmosferde, kime, ne şekilde, hangi üslup ve kelimelerle aktarması gerektiğini bin düşünüp bir konuşacak ve yazacak. Verdiği mesajlar ötekileştirici, kutuplaştırıcı değil, birleştirici olmalıdır. Tüm amacı, yüce dini insanlara nefret ettirmeden, sevdirerek anlatmalıdır. Topluma ayakları yere basan, toplumun dertlerine tercüman olan ve sorunlara çözüm üreten, hayatın içinden bir din anlatmalıdır. Uygulama imkanı olmayan, hayal aleminde gezen, halkta ve hayatın gerçekleriyle örtüşmeyen, halkın derdine derman olmayan slogani ve hamasi bir din ve söylemden kaçınmalıdır.

Çağın gerektirdiği, insanların kullandığı ve boy gösterdiği her türlü iletişim araçlarını, yazılı ve görsel medyayı aynı zamanda sosyal medyayı ve sanal alemi yerinde ve yeterince iyi kullanmalıdır. Buralarda mesajını verirken aynı zamanda soru soran, olumlu-olumsuz görüş yazanlara makul ve mantıklı cevaplar vermelidir. Gerilimi yükselten, toplumu ikiye bölen bir dilden ve dinden uzak durmalıdır. Sayfasını, kendisini ve savunduğu değerleri tartışılır duruma düşürmemelidir. Kendisine hakaret edenlerin seviyesine düşmemelidir. Dolduruşa ve tahriklere gelmemelidir. Burada duygusallığa yer yoktur. Hakaretlere, bir din adamına yakışmayacak ve telafisi mümkün olmayan cevaplar yazmamalıdır. Cevaplar, efradını cami, ağyarını mani olmalı. Asla efendiliğini ve beyefendi kişiliğini bozmamalı, edepten ve edep dilinden ayrılmamalı. Hakaret edene hakaretinden dolayı mahcup olacak en güzel cevabı vermelidir. Tüm efendiliğine rağmen birileri, onu mindere çekmeye çalışır ve hakaretlerine devam ederse gerekirse cevap yazmamalı yani muhatap almamalı. Kem söz sahibine aittir diyerek gerekirse hakaretleri iade etmeli. Çünkü bazen cevap yazmamak muhataba verilebilecek en güzel cevaptır. Hakarete hakaretle ya da misliyle cevap vermek belki de rakibin istediğidir. Bu oyuna gelmemelidir. Tuzak sorulara, tahrik ve saldırılara maruz kaldığında, bunların altında kalmamalı, bunu tahriklere kapılmadan yapmalı. Tahrik olarak birilerine malzeme vermemeli, onların elinde yenilebilir meze olmamalı. Soğukkanlılığını korumalı, kişisel ve duygusal davranmamalı. Diline ve yazısına hakim olamıyorsa hemen cevap yazmamalı, sakinleşince cevap vermeli.

Hak ederek veya hak etmeyerek bir makama gelmiş veya getirilmiş, makamı tartışılır hale getirmemeli, esas işine odaklanmalı. Allah’tan istediğim bir göz idi, o bana iki göz verdi, demek ki var bende bir maharet diyerek koltuğu ve makamı istediği şekilde kullanmaya kalkmamalı, ben her istediğimi söyler ve yaparım dememeli. Makam ve takipçileri dolayısıyla ne oldum delisi ve şöhret budalası olmamalı. Takipçilerim nezdinde bir karşılığım, ağırlık ve saygınlığım var diyerek kendine olduğundan fazla misyon biçmemeli ve makamın ağırlığını ve sorumluluğunu üzerinde hissetmeli, şöhretin altında ezilmemeli ve sorumluluğunu bilmeli. Baktı ki makamının ağırlığını taşıyamıyor, insanlara günlük laf yetiştiriyor, her lafı baş yarıyor, makamını tartıştırıyor ve kendisini o makama getirenlere zarar verir hale gelmişse, o halde ona düşen, benden bu kadar deyip çekip gitmesidir. Bunu yaptıktan sonra da esas işine odaklanmalıdır. Gerekirse bir müddet sosyal medyaya da veda etmelidir. Hızını alamayıp kendisine saldıran ve hakaret edenler olursa, makamdan ayrılma psikolojisini depreştirmemelidir ve saldırgan bir tutum içerisine girmemelidir. Kendisini destekleyen takipçilerinin yaşa, var ol dolduruşuna gelmemelidir. Susmayı ve sessizliği korkaklık olarak görmemelidir. Kendisine sahip olamayıp bir şeyler yazıp çizmiş ve büyük tepki almışsa, özür dileme erdemini göstermelidir.  Bunu yapmadan profili kapatmak, tartışmayı ve öfkeyi dindirmez. Hesabını kapattı ise de ortam soğuyuncaya kadar bu alemde boy göstermemelidir. Sabah kapatıp akşam geri dönmemelidir. Dönecekse de kırdığı yumurta ve açtığı onulmaz yaradan dolayı sadece Allah’tan af dileme yoluna gitmemelidir. Aynı zamanda kalp kırdığı kişilerden ve kamuoyunu yersiz meşgul ettiğinden dolayı kamuoyundan özür dilemelidir. Çünkü sosyal olaylarda tek başına Allah’a tövbe etmek yeterli değildir. Unutmamalı ki kalp kırmanın tamiri, ilgili kişilerden helallik almak ve özür dilemekten geçer. Bir din aliminin Allah’a karşı sorumluluğu kadar topluma karşı da sorumluluğu vardır.

Sözün özü, bir din Görevlisi, kendini bulunmaz Hint kumaşı görmemeli. Dostu üzüp düşmanı bıyık altından güldürmemeli. Bir din alimi böyle olamaz şayet böyle ise cemaat ne yapar dedirtmemeli. Tartışmanın odağı haline gelme yerine gönüllere girme, onları ikna etme yolunu düstur edinmeli. Tüm bunları yapamıyorsa, bu demektir ki bu kişi yol ve yordam bilmiyor, kişi ve toplum psikolojisini tanımıyor. Bu durumda ona düşen susmaktır. Bu işleri ehline havale etmektir. Allah rızası için konuşmamasıdır. Allah rızası için yaptığı bu işi Allah rızası için yapmamasıdır. Çünkü savunduğu değerlere faydadan ziyade zarar veriyor demektir. Unutmamalı ki gönüllere dokunamayanın, sözünün tesiri de olmaz.

*03/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Yardım Kuruluşları ve Muhtaçlar

Hayır-hasenat ve darda kalana yardım eli uzatmak hem dinimizin emir ve tavsiyesi hem de toplumumuzun bir özelliğidir. Bundandır ki yardım toplayan ve topladığı yardımı ihtiyaç sahiplerine dağıtan vakıf ve derneklerimiz var. Yardım kuruluşlarının bir kısmı Türkiye genelinde ve uluslar arası teşkilatlanmış iken bazıları il ve ilçe bazında faaliyetler yürütmektedir. Yine valilik ve kaymakamlıklar bünyesinde ihtiyaç sahiplerini görüp gözeten Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları (Fak-Fuk-Fon), aynı şekilde belediyeler nezdinde faaliyet yürüten sosyal yardım müdürlükleri var. Bunların dışında yapımı devam etmekte olan cami ve Kur’an Kursu yaşatma dernekleri, Diyanet Vakfı, ayrıca sosyal medya aracılığıyla gönüllülük esasına dayalı yardım toplama faaliyetleri göze çarpmaktadır. Yine mahallinde, birilerinin öncülüğünde yardım toplayanlar var. Bireysel olarak yakından uzağa akrabalarına zekat, fitre vs yardım yapanlar da eksik değil. Giderken bir saniye deyip “yetimlere bakıyorum, onlara yardım topluyorum” diyenleri de görmeniz mümkün. Çarşı merkezinde dilencilik yapanları; yolda kaldım, bir dolmuş parası diyenleri saymıyorum bile.

Yöresel ve ulusal çapta yardım toplayan bu yardım kuruluşlarının sayısı ne kadardır, bilmiyorum. Bildiğim, sayısının sayılamayacak kadar çok olması. İrili ufaklı bu kuruluşların işleyişi nasıldır, toplanan yardımların amacına uygun bir şekilde dağıtılıp dağıtılmadığı yeterince denetleniyor mu, bu kısımlar biraz kapalı. Zira yardımlar Allah rızası için toplanıyor, veren de Allah rızası için veriyor. İşin içine Allah rızası girince akan sular durur ve yardımlar nereye gitti denmez.

Sayısını bilmediğim yardım kuruluşlarının çokluğu, yardımlara önem verdiğimizin bir göstergesi olabilir. Bana göre aşağı yukarı aynı amaca hizmet eden bu yardım kuruluşlarının çokluğu ve çeşitliliği normal değil. Diyelim ki hayırseverler yardımlarını bu kuruluşlara veriyor. Peki, gerçek ihtiyaç sahiplerine yeterince ulaşılabiliyor mu yoksa yapılan yardımlar öne çıkmış belli sayıdaki kişilere mi gidiyor? Belki yardımlardan belli kesim faydalanabilirken bazıları es geçiliyor olabilir. Çünkü kendini ifade eden, yardım istemeyi bilen, kendisini acındıran fakirler olduğu gibi derdini içine gömen, kimseye açılamayan nice fakirlerin olabileceği ihtimal dahilindedir.

Burada yardımlar gerçek sahiplerine gitmiyor anlaşılmasın. Bu yola başvurmuş her kuruluş gerçek mağdurları bulmak için çabalıyordur. (Böyle de olmalıdır. Zira yardımlar birer emanettir. Zenginden fakire köprü görevi gören kuruluşların sorumluluğu daha fazladır.) Yine de yardımların gerçek ihtiyaç sahiplerine, yerinde ve zamanında ulaştırılması için bir düzenlemenin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için aynı amaca hizmet eden yardım kuruluşları bir konfederasyon benzeri bir yapının içerisine alınabilir. Burada her yardım kuruluşundan üyeye yer verilebilir. Tüm yardım planlaması bu çatı içerisinde planlanıp karara bağlanabilir. Aynı şekilde her il ve ilçede yardıma muhtaç fakirlerin bir listesi yine bu çatı kuruluş tarafından tespit edilebilir. Muhtaçların öncelik sırası belirlenir. Yardımlar da tek elin plan ve organizesiyle deruhte edilir. Böyle yapıldığı takdirde düşüncesi ve fikri ne olursa olsun, tüm fakirlere ulaşılır kanaatini taşıyorum.

Toplanan yardım paraları, birinci öncelikli kişilere dağıtıldıktan sonra çalışacak gücü olan fakirlere iş bulma, onlara istihdam sağlama yollarına kafa yorulabilir. Bunun için toplanan yardım paralarının bir kısmı çatı kuruluş eliyle kazanç getiren yerlerde değerlendirilebilir. Burada amaç, sürekli yardımla ayakta tutulmaya çalışan fakirlere iş vermek ve onların bir daha yardım almayacak noktaya gelmelerini hedeflemek amaç olmalıdır. Böylece sadaka devleti ve sadaka ülkesi görünümü vermekten yavaş yavaş kurtuluruz. İş bulan fakir de bir müddet sonra bu yardım fonlarına yardım yapar duruma gelebilir. Yardımdan amaç da bu olmalıdır. Zira elden gelenle öğün olmaz, gelse de zamanında gelmez. Bunun için fakiri ele avuca muhtaç olmaktan kurtarmak önceliğimiz olmalıdır.

Hasılı, anlatmak istediğim, önüne gelen üç-beş kişi bir vakıf ve dernek kurarak yardım toplama işine girmesin. Yardım kuruluşlarına bir sınırlandırma getirmek lazım. Toplanan yardım paralarının nereye, kime gittiği bir güzel denetlenmeli ve halka hesap verebilir şekilde şeffaf olmalı. Yardım yapılan fakire de sürekli balık yedirmeyi bırakıp balık tutmayı öğretmek lazım. Yardım kuruluşları da kimi-kimsesi olmayan ve dermandan kesilmiş kişilere yardımı sürekli hale getirirken aynı zamanda döndürdüğü para ile işsizlere iş kapısı işlevi de görebilir.