15 Mart 2021 Pazartesi

Harç mı Haraç mı? *

Dört çocuktan üçünü baş göz edip evden çıkardım. Yanımda kalan son numara da 18'ini doldurur doldurmaz, ehliyet al evlat dedim. Birlikte bir sürücü kursuna giderek 900 lira karşılığında anlaştım.

Salgın sebebiyle teori derslerini uzaktan aldı. Yazılı sınava da yine salgın kaynaklı ertelemeli girdi. Sınavın ardından direksiyon eğitimleri bir müddet askıya alındı. Bugün, yarın derken direksiyon eğitimini de aldı ve ehliyet sınavına ilk girişte B sınıfı ehliyet almaya hak kazandı.

Sıra geldi hak ettiği ehliyetini çıkarmaya. Sürücü kursuna giderek hazırlanan dosyayı aldı. Yatırılması gereken 1.090,10 TL "kurum tahsilatı" ücretini, mobil üzerinden Ziraat Bankasına yatırdı. Aynı gün nüfus müdürlüğüne giderek geçici nüfus belgesini aldı. Düzenlenen belge de iki gün sonrasında eve teslim edildi. 

Oğlan, aldığı ehliyete sevince dursun. Bende de ilk girişte ehliyet işi bitti, iş uzatmaya kalmadı diye bir sevinç oluştu. Kısa bir sevinçten sonra kursa yatan 900 liranın ardından devlete ödenen para beni yakmaya başladı. İçime oturdu dense yeridir. 

Kısa bir süre dut yemiş bülbüle döndükten sonra kendime geldim ve kurum tahsilatının ayrıntısına, özellikle küsurata bir bakayım dedim. Baktıkça devlet maliyesindeki ciddiyete hayran kaldım. Var mısınız ayrıntıya birlikte bakalım:

Değerli Kağıt Bedeli: 225 TL

Sürücü Belgesi Harcı: 820,10 TL

Polis Vakfı Tutarı: 45 TL

Toplam Tahsilat Tutarı: 1.090,10 TL

Gördüğünüz gibi devlette her şey şeffaf. Ne kadar parayı niçin aldığını, paranın nereye gittiğini kuruşu kuruşuna hesaplamış ve toplamı bulmuş. Dikkatinizi çektiyse toplamı bulduktan sonra da yuvarlama yoluna gitmemiş, 10 kuruşluk alacağından bile vazgeçmemiş. Belki de o 10 kuruş, maliyetlerin ardından devlete kalan olmalı. Maşallah, ne alacağı küsurattan vazgeçiyor ne de vereceğinden. Hak geçmesin dedikleri bu olsa gerek. 

Neyse, 900+1.090,10 =1.990,10 TL karşılığında oğlan B sınıfı ehliyetin sahibi oldu. Beni teselli eden, oğlanın yazılı ve uygulamada bir kazaya kurban gitmemesiydi. Bir de kalsaydı, ödediğimiz para katlanacaktı. Stres de işin cabası olacaktı.

Şimdi izninizle devlete ödenen kurum tahsilatındaki kalemler üzerine birkaç kelam edeceğim: 

225 lira olarak tahsil edilen "Değerli Kağıt Tutarı" evrakını görmediğimiz için bu kağıt nasıl değerli, acaba altın kaplamalı, değerine paha biçilmez bir kağıt mı, bilmiyoruz. Sanırım bu kağıt, noterlerin, adına değerli kağıt dedikleri normal kağıt olsa gerek. 

820,10 TL olarak ödenen "Sürücü Belgesi Harcı" ise adı üzerinde harç* imiş.  Bana bu harç, haraç** gibi geldi. Zira tuzlu mu tuzlu. 

45 liralık "Polis Vakfı Tutarı" ise içinde vakıf geçtiğine göre  bu ödeme bağış olmalı. Benim bildiğim bağış, gönüllülük esasına dayalı olur. "Polis Vakfına bağışta bulunmak ister misin" gibi sorulur. Bu bize sorulmadığına göre burada  zorunlu bir bağış söz konusu. Polis Vakfına giden bu bağışı, diploma almak, diploma kayıp belgesi almak için okula gelen bir öğrenciden veya veliden, bir okul istese, okul yöneticisinin başına ne gelir, bir düşünün derim. Ki vatandaş, sayısız diplomasını kaybetme hakkına sahip. Okul da meccanen kayıp belgesi çıkarmak zorunda. Ne de olsa diploma dediğin değerli kağıt değil. Bence değer ve kıymet bilinsin diye kayıplarda bağıştan ziyade bir bedel alınmalı. Bir bedel ödenmeyince kadir kıymet de bilinmiyor. Haydi, bir vatandaş aldığı ehliyeti kaybetsin de yenisini bedava alsın da göreyim. Maalesef okullar ile diğer kurumlar arasında bağış konusunda bir çifte standart uygulanıyor. Bunda MEB yetkililerinin payı büyük. Sonra da okul, bir konuda ödenek talebinde bulunduğunda, yazıya "Yerel imkanlarla yapın" cevabı veriliyor. Maalesef bu ülkede diğer kamu kurum ve kuruluşlarından alınan her bir belgeye, içinde bağış da olan zorunlu ödeme yapılırken, iş MEB okullarına gelince her şey beleş oluyor. Bunu da vatandaş bildiği için bir okul, vatandaştan bir kuruş istese,  bu parayı niye alıyorsun diye sorar. Aynı vatandaş nüfus, tapu, emniyet vs. hangi kurum olursa olsun, yekûnu epey tutan para istendi mi, niye demeden vatandaş paşa paşa ödüyor. Eğitim ve öğretim ücretsiz dedikleri bu olsa gerek. Neyse bu konuda ayrı bir konu.

Yeniden devlete giden kurum tahsilatına gelirsek; adı, değerli kağıt, sürücü belgesi harcı ve polis vakfına yapılan bu ödeme, bir ehliyet için yüksek mi yüksek. Hasılı devlet bildiğiniz gibi. Kaşıkla verdiğini kepçeyle almaya devam ediyor. İnşallah, ödenen bu vergiler yerli yerinde kullanılır. İşin garibi ehliyet alımında, bildiğim kadarıyla devletin yaptığı bir masraf yok. Devlete giden bu paradan daha fazlasını sürücü kursları alsa gam yemem. Çünkü teori dersi, direksiyon eğitimi, yapılan sınavlarda görev alanlara ödenen ücret sürücü kursunun sırtından çıkıyor…

* Harç: 1.harcanan para, masraf.

 2. Resmi işlerde devlet veznesine ödenen para, vergi.

**Haraç:1.Bir kimseden ya da bir yerden zorbalıkla alınan para.

 *17.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

12 Mart 2021 Cuma

Ahbap-Çavuş İlişkisi Sona Erecek mi? *

12/6/2018 tarihli ve 30449 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliğinin 3. maddesine, 09/03/2021 tarih ve 31418 sayılı Resmi Gazete’de aşağıdaki fıkra eklenmiştir:

“(3) İlana başvuru koşulu olarak adayların lisansüstü tez veya uzmanlık tezi adlarının bir kısmı veya tamamı yazılamayacağı gibi ilanda sadece belirli bir adayı tanımlayan özel şartlara da yer verilemez.”

Eklenen bu madde, bugüne kadar öğretim görevlilerinin üniversitelere ne şekil yerleştiğini ortaya koyması bakımından manidardır. Çünkü suçüstü yakalanma halidir. Demek ki bugüne kadar -istisnalar hariç- adrese teslim ilanlara çıkılmış, alımlar da bu şekil olmuş. Zaten adrese teslim ilana çıkılınca bir başkasının, öğretim görevlisi olmak için müracaat edebilmesi bile mümkün değil. Bu gösteriyor ki üniversitelerde tepeden tırnağa aynı zihniyet/cemaat/grup vs. akademisyenin atanması tesadüf değil. Bu şekil atama yoluyla öğretim görevlisi olanlar da derslere girdiğinde haktan, adaletten, dürüstlükten, ehliyet ve liyakatten bahsetsin dursunlar. Öğrenciler de ne dürüst hoca desinler. Aslında bu yapılan, "Hamili kart yakınımdır"ın kritere dönüştürülmüş ve resmi kılıfa uydurulmuş halidir. Ahbap çavuş ilişkisinden başkası değildir. Sağır sultanın bile bildiği bu durum ayyuka çıkmış olmalı ki eklenen bu madde ile bu tür alımların önüne geçme murat edilmektedir.

Eklenen bu 3.madde dolayısıyla şu sorulara cevap almak isterim. Tabi, muhatap bulabilirsem...

1.Öğretim görevlisi alımında bu şartın/maddenin eklenmesi için niçin bu zamana kadar beklenmiştir? YÖK bu durumdan yeni mi haberdar olmuştur yoksa adrese teslim alımlar bitti, bundan sonra böyle alıma ihtiyaç kalmadı diye mi bu madde eklendi?

2.Bugüne kadar kaç öğretim görevlisi bu şekil atanmıştır? Aynı üniversitede kaç öğretim görevlisi birbirine akrabadır? YÖK'ün elinde böyle bir istatistik var mı? Varsa bu şekil alınanların, öğretim görevliliğinden düşürülme yoluna gidilecek mi? Ki hakkaniyet bunu gerektirir. İlan şartlarını, adrese teslim şeklinde hazırlayan üniversite sorumluları için YÖK bir işlem ve tasarruf yapmayı düşünüyor mu? Üniversitesini birilerine peşkeş çeken sorumlular, kötüye kullandıkları görevlerine devam edecekler mi? Ki en azından görevlerini kötüye kullanmaktan el çektirilmeleri gerek. Zira yapanın yanına kar kalmamalıdır. Burada geçmişe dönük işlem yapmak zor iş. Üstelik bugüne kadar bu ülkede bunun emsali yok. Çünkü bu ülkede yapanın yanına kar kalmıştır hep. Bunun için geçmişe bir sünger çekelim. Bundan sonra önümüze bakalım, en azından bundan sonra düzgün alım yapalım mı denecek?

3.Adrese teslim öğretim görevlisi alımında kaç siyasi "Bunu üniversitenize alacaksınız" dedi? Bir siyasi böyle dediği zaman kaç rektör olmaz deyip “affını” istedi ve siyasilere rağmen bir başkasını aldı? Bu maddeye rağmen siyasiler bir üniversite rektörünü arayıp “Şunu üniversitenize alın” demekten vazgeçecek mi?

4.Eklenen bu madde ile her türlü torpil ve kayırmacılığın, kişiye özel alımların önüne geçilebilecek mi?

Sonuç olarak, bu ülkede bırakın bir üniversiteye öğretim görevlisi alımını, her türlü alımda şu ya da bu şekil maalesef torpil işliyor. Eğer bu tür alımlardan şikayetçi isek, her şeyden önce başta siyasiler olmak üzere torpil yapanlar ve torpil yaptıranlar samimi olmalıdırlar. Her türlü alımlar, ölçülebilir objektif kriterlere göre ve şeffaf olmalıdır. Unutmayalım ki torpilin olmadığı ve işlemediği yerde herkes hakkına razı olur ve torpil arayışına girmez.

Şunu da söyleyerek yazıma son vereyim: Bu ülkenin sorunu yeni anayasa ya da bir konuda mevzuatın olmaması değil. Esas sorunumuz kafa yapısını değiştirmektir. Bu değişmediği müddetçe ister öğretim görevlisi alımında ister başka alımlarda en uygun kanun ve anayasa bize fayda etmez. Çünkü mevzuata rağmen biz işimizi çıkarmaya devam ederiz. Hasılı, taşıdığımız kafa yapısını değiştirmeden eklenen 3.madde de işe yaramayacaktır. Zira biz başka yolunu bulur, istediğimizi alırız, vesselam…

*15.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 


11 Mart 2021 Perşembe

Olmaz Olsun Böyle Babalar! *

Bir yıldır devam eden, daha ne zaman çekip gideceğine dair bir öngörüde dahi bulunulamayan, hayatımızı zindan eden salgından iyice bunalmıştık ki biri Zonguldak’tan, diğeri de Konya’dan gelen iki haber “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz yoksa bir cinnet haline doğru sürükleniyor muyuz” dedirtti bize. Zira okuduklarımız salgına rahmet okutan cinsten.

Bir baba, ormanlık alana götürdüğü 16 yaşındaki çocuğunu, boynundan bıçakla yaralayarak gidip polise teslim oluyor. Verdiği ifadede “Bir gün öncesinde rüyasında çocuğunu Allah yolunda kurban etmesi istendiğini, bu yüzden onu Allah yolunda kurban ettiğini, bu yaptığından dolayı pişman olmadığını, intihara kalkıştığını fakat kravatın kopmasıyla başarılı olamadığını ” söylüyor. Kravat kravat değil ki sanki pamuk ipliği. Niye koptu da babanın son isteğine mani oldu. İlginç gerçekten. Üzüldüm babanın bu son isteğinin yerine gelmemesine. Maazallah, ben intihara kalkışsam bilin ki benim kravatlarım kopmaz, direk götürür. Keşke baba benden emanet kravat isteseydi, gardırobumdaki tüm kravatlarımı bu hayır işi için meccanen verirdim. Keşke geri dönüşü olmayan intihar eylemini çocuğunu kurban etmeden önce deneseydi…Kendisini İbrahim peygamber yerine koyan babanın “Seni kurban edeceğim” (babanın ifadesine göre) sözüne karşılık, bu masum (!) isteği kabul eden 16 yaşındaki çocuk da kendisini İsmail peygamber yerine koymuş olmalı. Pes doğrusu. Bu patolojik vaka, bana baştan sona manidar gelse de olayın en manidar yönü, çocuğunu Allah yoluna adayan babanın, olaydan sonra karakola gidip “Ben çocuğumu öldürdüm” diyerek teslim olmasıdır. Bu son yaptığı, olacak şey değil. Madem bir hayır işledin, çocuğunu Allah yoluna adadın.  Ne diye gidip teslim oluyorsun. Karakola kim gider? Suçlular. Halbuki sana göre sen, suçlu değil, bu işi Allah için yaptın. Söyler misin, suç nerede burada? Bu son yaptığınla, bil ki çoğu kimsede bulunmayan o nadide aklınla çelişmişsin.

Diğer olaya geçelim şimdi. Çünkü ikinci bir baba da pusuda bekliyormuş.

Bu baba da “Çocuğunu öldürdüğünü” telefonla polise bildiriyor. Verdiği ifadede, “Kendisinin geçmişte çok günah işlediğini, çocuğunun büyüyerek günah işlemesine ve cehenneme gitmesine gönlünün razı olmadığını, bu yüzden ayaklarının arasına alarak 10 yaşındaki çocuğunu boğduğunu, boğmadan önce de çocuğuyla helalleştiğini, yaptığından dolayı pişman olduğunu” belirtiyor. Bu baba da önceki baba gibi yaptığıyla çelişiyor. Hem böyle yaparak çocuğunu cennete gönderdiğini söylüyor hem de pişmanlık duyuyor. Olacak şey değil. Demek ki özrü kabahatinden büyük, evlat katili babalar da pişmanlık duyabiliyormuş. Kendisinin geçmişte yediği herzeleri, çocuğunun da yiyeceği gayb bilgisine sahip, kendisini Hızır (As) yerine koyan bu babaya da yazık olacak. Çünkü geri kalan ömrü cezaevinde geçecek. Bari, devlet, bu iki babaya da özel bir statü verse de cezaevinde bunlar krallar gibi yaşatılsa. Çünkü bir haftada ardı ardına meydana gelen bu olaylar sanmayın ki sürekli oluyor. Devlet, diğer suçluları içeride beslediği gibi bunları da beslesin. Sofralarında mümkünse kuş sütü bulundursun. Bunları kısa bir süre içeride besledikten onlar da içeride heveslerini aldıktan sonra şartlı salıverme ya da infaz yasasında yapacağı bir değişiklikle dışarı salıverse de çocuğuna kıyamayan diğer babaların çocuklarını da aynı yol ve yöntemle temizleseler. Aslında tüm babalar bu iki baba gibi (kimi çocuğunu kurban etse kimi de suç işlemesin diye yok etse) olsa kısa zamanda dünya nüfusu yok olmaya doğru gider ve çocuklar büyümeyeceği için dünyada suç oranları sıfıra iner. Alın size güllük gülistan bir dünya.

Acınacak halimize, sen ne diyorsun, kendinde misin yoksa bu da bir başka cinnet hali mi, böyle olaylar karşısında biraz ciddiyet dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, ağlanacak halimize böyle yaklaştım. Maalesef sözün bittiği yerdeyiz. Bundan sonra sadede geleyim. Hepimizin ürpererek dinlediğimiz ya da okuduğumuz bu iki olay, gerçekten ürpertici. Allah böyle olayla bizi bir daha sınamasın. Allah böyle babaları düşmanımıza bile nasip etmesin. Geride kalan acılı annelere sabırlar diliyorum. Teknolojide çok ilerleyen insanlıktan son isteğim de bu şekil cinnet hali yaşayan, etrafına ve ailesine özellikle masum çocuklara kıyacak bu psikolojideki kişileri, etrafına zarar vermeden tespit edecek, bu tiplerin beynini okuyacak bir icada imza atsın. Atsın ki bir daha çocuklarımız hasta babaların keyfine kurban gitmesin.

*13.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Gazeteciliğin ve Gazetecilerin İtibarı *

İtibar: “Saygı görme, değerli bulunma ve güvenilir olma” anlamlarına gelir ve önemli bir kavramdır. Zira her insan bu dünyada itibar kazanmak için çalışır ve çabalar. Herkesin en büyük endişesi itibar kaybına uğramaktır. İtibar kazanma ve kaybetmede dış etkenlerin katkısı olsa da esas etken, kişinin kendi itibarını kendisinin kazanması ve kendisinin kaybetmesidir. Yani kendi kazanır ve kendi kaybeder. Çünkü kimse kimseye itibar elbisesi giydirmez. Kimse de itibarlı bir kimsenin itibarını yüzde yüz sıfırlayamaz.

Kişilerin itibarı olduğu gibi mesleklerin de itibarı vardır. Meslekler de itibar kazanır ve kaybeder. Bunda meslek çalışanlarının kişiliği ve iş ahlakı önemlidir.

Son yıllarda her meslek grubunun itibar kaybına uğradığı bir gerçektir. Gazetecilik de bu mesleklerden biridir. Hatta gazetecilik her geçen yıl,  en hızlı itibar kaybına uğrayan meslek gruplarının başında gelmektedir. Yasama, yürütme ve yargı erkinin ardından bir zamanlar, dördüncü kuvvet olarak kabul edilen gazeteciliğin, bu derece önemsizleşeceğini, etkisiz eleman olacağını ve itibarını kaybedeceğini hiç düşünmemiştim. Gerçekten bir zamanlar sekiz sütuna verdikleri haberlerle, verdikleri haberler ve yaptıkları programlarla gündem oluşturan yazılı ve görsel medya, onca çeşitliliğe rağmen şimdi niçin bu durumda? Bir zamanların araştırmacı gazetecileri şimdi nerede? Yolsuzlukları ve haksızlıkları ortaya çıkaran, haber izi süren, rakiplerine haber atlatan, siyasilerin yaptıklarına eleştirel yaklaşan, kurum ve kuruluşların korkulu rüyası gazeteciler yetişmiyor mu, kayıp mı oldular yoksa onlar da araziye mi uydular ya da gazetecilik önemsizleşti mi?

Her meslek grubunda olduğu gibi gazetecilik mesleğini icra edenler arasında da mesleğinin gereklerini yerine getiren gazeteciler vardır. Bunları istisna tutuyorum. İzninizle mesleğinin gereklerini yerine getirmeyen ve meslek etiğine uymayan gazetecileri burada eleştirmek istiyorum. Eleştiriye geçmeden önce gazeteci kimdir, gazetecinin meslek etiği nedir? Önce bu sorulara cevap arayacağım. Sonra eleştirimi getireceğim.

“Haber ve bilgi kaynağına çabuk ulaşmak ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunma işini üstlenen kişiye” (Wikipedia) gazeteci deniyor. Gazeteci, “Dünyada olup bitenlere ilişkin olabildiğince fazla ve doğru bilgi vermek amacındadır. Gazetecilik, haberi doğru kaynaktan almakla yükümlüdür. Gazetecilik kulaktan dolma bilgilerle yapılmaz. Şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez. Gazeteci kanunlara saygılı, ahlaklı, namuslu, dürüst, çalışkan kişilerdir.” (Wikipedia). Meslek etikleri arasında gazetecinin “Herhangi bir menfaat grubuna bağlanmadan, açık fikirli, dürüst, ön yargılardan uzak ve kişilik haklarına saygılı olmak, gazeteciliğin olmazsa olmaz koşullarındandır. Gazetecilik mesleği ve gazetecilik sektörü (gazete, radyo, televizyon, İnternet gibi kitlesel yayın organları) demokratik toplumlarda, anayasanın öngördüğü üç devlet gücü yanında (yasayıcı-meclis, yürütücü-hükûmet, yargılayıcı-mahkemeler) dördüncü denetleyici devlet gücü olarak anılır”. (Wikipedia)

Gazeteci ve gazetecilikle ilgili bu kısa alıntıdan sonra gelelim günümüz gazetecilerinin durumuna. Yukarıda tanım ve etiklerine yer verdiğim bu mesleğin hakkını veren kaç gazeteci var bugün? Kaç gazete ve televizyonumuz  Türkiye'de olup bitenlere eleştiri yapabiliyor, "denetleyici devlet gücünü" yerine getirerek amme hizmeti yapıyor? Tamam, eskisi gibi hükümet yıkıp hükümet kurmasınlar, siyasileri eşofmanla karşılamasınlar, birilerinin tetikçiliğini ve darbe şakşakçılığı yapmasınlar, insanları ve kurumları gerçek dışı bilgi ve beyanlarla karalamasınlar, birilerinin hayatını karartmasınlar, ortamı germesinler, irtica avına çıkmasınlar, darbenin alt yapısının oluşmasına zemin hazırlamasınlar ama günümüzdeki gibi de silik ve etkisiz eleman olmasınlar. Halkı doğru bilgilendirsinler. Çünkü onların böyle bir görevi var. Böyle derken adına Kartel denilen geçmiş medyayı övdüğüm ve o tür gazeteciliği özlediğim anlamı çıkarılmasın.  Geçmiş medyanın bir itibarı olmasa da bir etkileme gücü vardı. Üzerine gittiği konularda, devletin kurumlarını harekete geçirme misyonu vardı. Hasılı geçmiş medya sektörü ve buralarda çalışan gazeteciler iyi bir sınav vermese de İSKİ yolsuzluğu, Civangate, Türkbank, Parsadan olayı, İlksan skandalı gibi olaylar, geçmiş gazetecilerin ortaya çıkardığı yolsuzluklara verebileceğim örneklerdendir.

Tekrar günümüz gazeteciliğine gelirsek, onca çeşitliliğine rağmen gazetelerinde, internet sitelerinde ve TV haberlerinde farklı haber görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum. Bir tanesine bakınca diğerlerine bakmaya gerek kalmıyor. Çünkü haberler aynı yerden çıkmış gibi noktası, virgülüne aynı. Bir bakmışsınız TV kanallarının kahir ekseriyeti bir kişiyi dinlemek için aynı anda canlı yayına bağlanıyorlar. Görüntü, tüm medyanın tek elden yönetildiği, hangi haberin ne şekilde verileceğinin tek merkezden servis edildiği yönünde. Tüm bunlardan da geçtim. TV’lerin canlı yayın programlarına katılan çoğu gazeteciyi tanımakta zorlanıyorum. Onları dinleyince gazeteci mi yoksa bir partinin basın sözcüsü mü diye düşünmeden edemiyorum. Düpedüz bir parti lehine veya aleyhine çalışıyorlar. Savunduğu partiye gelen eleştirilere tahammül edemiyorlar, hemen açıklama yapma yoluna gidiyorlar. Sanırsın ki mesleği gazetecilik değil, parti tarafından gönderilmiş bir görevli ve maaşlarını da gazete patronundan değil, partiden alıyorlar. İnanın, savunduğu partinin genel başkanı kendisini ve partisini bu kadar savunamaz. Güya, gazeteci dediğimiz tarafsız olacaktı. Tamam, tarafsız olmasınlar. Zira hangi birimiz tarafsızız ki. En azından doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilsinler. Haydi bunu da yapmasınlar. Hiç olmazsa gülünç duruma düşecekleri yanlışları bari doğru bir şeymiş gibi savunmasınlar. Gazeteci görünümünde siyaset yapmasınlar. Şayet böyle yapacaklarsa sunucu kendilerini tanıtırken “X, aynı zamanda hem gazeteci hem de Y partisinin üyesi” şeklinde tanıtsın.

Sonuç olarak, günümüz gazeteciliği –istisnaları hariç tutuyorum- yerlerde sürünüyor ve etkisiz eleman durumundadırlar. Bu da bu meslekte ne itibar bırakır ne de halkı etkileme gücü verir.

Her meslek grubunda olduğu gibi gazetecilik mesleğini de hakkıyla yerine getiren gazetecileri buradan selamlıyorum.

*19.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

9 Mart 2021 Salı

MEB'in Prens ve Prensesleri *

Size MEB’in prens ve prensesleri kimdir desem, bilir misiniz? Sanmam bileceğinizi. Bunu bilmek için ya prens ya prenses olmanız ya da işleyişi biraz bilen biri olmanız gerekir. Siz, kim bunlar diye biraz merak ededurun. Ben, önce MEB’de kaç öğretmen var, MEB’de öğretmen atamaları nasıl olmaktadır, bunlar hakkında kısaca bilgi vereyim.

Resmi ve özel eğitim kurumlarında, MEB’e bağlı olarak görev yapan öğretmen sayısı, 23 Kasım 2020 itibariyle 1 milyon 148 bin 514’tür. Bu sayının pek azı özelde, bir milyondan fazlası ise MEB’de kadrolu veya sözleşmeli olarak görev yapmaktadır. Bu sayı, öyle zannediyorum, orduda görev yapan er ve erbaş toplamından daha fazladır. Tek farkı, ordudakilerin silahı, eğitimcilerin kaleminin olması.

MEB’de adına ilk atama, özür, aile birliği, zorunlu hizmet, isteğe bağlı il içi ve il dışı atamalarda öğretmen adayı ve öğretmen, MEB’in daha önceden ihtiyaca göre belirlediği ve norm adı verdiği yerlere tercihte bulunur. Öğretmen, tercih yaparken puanını göz önünde bulundurur. Çünkü her türlü atama, puan üstünlüğüne göre yapılır. Öğretmen “Tercih dışına atanmak istiyorum” seçeneğini işaretlemişse, sistem, öğretmeni tercihleri dışında uygun bir yere atar. Şayet “Tercih dışına atanmak istemiyorum” seçeneğini işaretlemiş ve puanı da yeterli değilse tercihlerine atanamaz, mevcut yerinde kalır. Öğretmen, tercih dışına niçin atanmak istemez? Çünkü tercihine açılan yerlerin bir kısmı köy, belde ve uzak ilçelerdir.

Öğretmen, tercih veya tercih dışına atandıktan sonra gönüllü veya gönülsüz atandığı yere süresi içinde göreve başlar. Kimi, gidiş geliş imkanı varsa göreve başladığı yerde ikamet etmez, şehir merkezinden gidiş geliş yapar, kimi ev tutarak eşyasını taşır ve görev yaptığı mahalde ikamet eder. Kimi de tercih ve puanına göre atandıktan sonra süresi içinde göreve başlasa da atandığı yerde görev yapmaz. Çünkü burası ulaşımı zor bir yerdir ve burada çalışmayı gözü kesmez. Bu durumda olanlar ne yapıyor? Bunların anne-babası, kayınpeder ve kayınvalidesi, amca ve dayısı vs. devreye girer. Bunlar; kızının, oğlunun, gelininin ve yeğeninin bu kahrolası (!) yerde çalışmaması için güç, imkan ve çevresini harekete geçirir. Bunun için siyasilerle veya üst düzey bürokratlarla dirsek temasına geçerler: “Efendim, bugüne kadar sizden bir talepte bulunmadım. Kendim için de bir şey istemiyorum. Bizim kız/oğlan, gelin/damat, yeğen vs. falan köye atandı. Bunu merkeze alamaz mıyız? Çocuğumuz öğretmenliği de pek seviyor.” gibi.  Siyasi/bürokrat, hemen ilin milli eğitim müdürünü veya vali veya vali yardımcısını arar. “Size bir yakınımı gönderiyorum, bunun işini halledin” der. Bu aramayı siyasi yapıyorsa bu bir emirdir, bürokrat arıyorsa bu bir ricadır. Merkeze alacağımız torpilli öğretmenin branşında, o ilde norm veya ihtiyaç olması önemli değildir. Bir yolu bulunacaktır artık. Çünkü emir ve rica demiri keser. Üstelik araya giren, telefon açan da pek hatırı sayılır kişidir. Bunun işini yapmayacak da kimin işi yapılacaktı.

Uzatmayayım, taşrada görev yapmak istemeyen ve arkası olan öğretmenler, bir yolunu bulup merkezdeki bir okula görevlendirilir. Buna geçici görevlendirme diyoruz. Bu kişinin görevlendirildiği okulda, branşında okutabileceği ders veya sınıf olsun veya olmasın, fark etmez. Okul ona branş dışı dersler verebildiği gibi girmesi gereken sınıfının dışında da bir görev verebilir. Bu da önemli değil. Köyden ve ücra yerden kurtuldu ya, bu yeter ona. Üstelik sevincine diyecek yoktur.

Merkezde görevlendirilen kişinin kadrosu, eski okulunda kalır. Maaş, ek ders ve diğer özlük hakları, görev yapmadığı eski okulu tarafından yapılır. Kendisi de ulaşımı kolay merkezde görev yapar. Bu görevlendirme, eğitim ve öğretim boyunca geçerli olduğu gibi çocuğumuzun merkeze gelecek puanı yetinceye kadar aynı yöntemle her yıl geçici olarak tekrarlanır. Kadrosunun bulunduğu okulda görev yapmayarak bir yolunu bulup merkezde görev yapan bu kadın ve erkek öğretmenlere MEB’in prens ve prensesleri diyorum ben. Çoğunluğun içinde bu şekil görevlendirilen öğretmen sayısı az olsa da var böyleleri. Bu arada MEB’de veya devletin diğer kurumlarında arkası olan diğer prens ve prensesler de var. Onlar şimdilik konumuz değil.

Atandığı yerde görev yapmayıp her yıl görevlendirme ile merkezde çalışan bu kimselerin kadrosunun bulunduğu yerde o okulun öğrencileri ne yapar? Bunları kim okutur? Buraya bir atama yapılır mı? Buraya yeni bir atama yapılmaz, nakil yoluyla da kimse gelmez. Çünkü MEB, geçici görevlendirme ile merkeze gidenin yerine yeni öğretmen vermediği gibi norm kadro yönetmeliğine göre de burayı açık göstermez. Açık gösterilmediği için burası dolu görünür. Yani buranın kadrolu öğretmeni var ama öğretmen yok orta yerde. Buradaki öğrencileri okutsun diye o okulun bağlı bulunduğu ilçe, buraya ücretli öğretmen görevlendirir. Ücret karşılığı görevlendirilen bu öğretmenlerin önemli bir kısmı da girdiği dersin ve sınıfın öğretmeni değil. Devlet, torpilli öğretmeni ihtiyaç olmayan yere çekerek hem ona maaş ve ücret ödüyor hem de yerine görevlendirdiği ücretli öğretmene ücret ödüyor ve sigortasını yapıyor. Devlet zarar ediyormuş, ücretli kişi ehil değilmiş, bunlar çok önemli değil. Önemli olan prens ve prenseslerimizi memnun etmektir. Onların memnuniyetinin ve huzurunun yanında, devletin zarar görmesinin, bu paranın vatandaştan çıkmasının lügatimizde yeri yoktur. Bu tür görevlendirmeler, bazı kişilere özel olarak yıllar yılı yapılmaya devam ediyor, buna kimse dur demiyor. Bu şekil görevlendirilen kişiler, “Emsallerim köyde görev yapıyor, benim geçici görevlendirme ile merkezde görev yapmam doğru değil” demiyorsa, torpil yaptıran, “Bu yaptığım hakkaniyete sığmaz,” demiyorsa,  torpile alet olan MEB yetkilisi ve atamaya yetkili valisi, buna boyun eğiyorsa ve tarafların hepsinin vicdanı bu durumdan rahatsız olmuyor ise demek ki bu işin normali bu olsa gerek.

Bu geçici görevlendirmeler maalesef bu ülkenin bir gerçeği. MEB veya devletin diğer kurumları, arkası olan bazı kişileri hoş etmek için bulundukları makamı kötüye kullanmaya devam edeceklerse, bari, geçici görevlendirme ile aldıkları prens ve prensesleri, kadrolarıyla birlikte merkeze çeksinler. Çeksinler ki boşalttıkları yere, orada görev yapacak birileri gelsin de o muhitin çocukları mağdur olmasın. Onlardan istediğim bir şey daha var: Geçici görevlendirme taraflarının hiçbiri asla dürüstlükten bahsetmesinler.

Yazım uzadı, biliyorum. Burada bir cümle ile de proje okullarına görevlendirilen öğretmenlere değinmek istiyorum. Zira proje okul adı altında bir okuldan alınan öğretmenin yerine de yenisi verilmiyor. Bu okullara seçilen öğretmenlerin kadrosu da boşaltılırsa çok iyi olur kanaatindeyim. Çünkü aynı mağduriyet, öğretmeni proje okuluna alınan okullarda da yaşanıyor.

Son bir cümle de ülkenin en ücra yerinde çalışan öğretmenlere olsun. Merkezde çalışmak varken hala uçsuz bucaksız, kuş uçmaz ve kervan geçmez yerlerde çalışıyorsanız, bu demektir ki siz asla prens veya prenses olamazsınız. Talihinize yanın.

*12.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

7 Mart 2021 Pazar

Yardımın Cılkını Çıkarmamak Lazım *

Yardım denince İslam, İslam denince de yardım akla gelir. Çünkü İslam dini bir yardım dinidir. İhtiyaç sahiplerini görüp gözetmek bu dinin bir emri ve tavsiyesidir. Zekat, sadaka, infak, fıtır, fitye gibi çeşitleri vardır. Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde bu tür yardımlara sık sık değinilir. Din, zor durumdaki birine borç vermeyi (karzı hasen) bile Allah’a borç verme olarak görür. Din, yardıma muhtaç insanların elinden tutmayı emir ve tavsiye ettiği gibi aynı zamanda insanların faydasına olan yol, çeşme, hamam, cami, okul, cami, hastane gibi yerler yapmayı da ölmez eser olarak kabul eder ve buna sadakayı cariye adını verir. Hadisi şerifte bu hayrı yapanların, buna sebep olanların öldükten sonra dahi amel defterlerinin kapanmayacağı bilgisi verilir.

Bundandır ki bu millet, yakınlarından başlayarak ihtiyaç sahiplerini görür gözetir. Aynı zamanda herkesin faydalanacağı binaların yapımına öncülük eder. Bu tür yerlerin yapımı için çoğu zaman cuma ve bayramlarda sergi açılır. İçine gidip ibadet ettiğimiz camiler ve Kur’an öğrenmek için gittiğimiz Kur’an kursları da bu şekilde yapılmıştır ve hala yapılmaktadır. Şimdilerde bir kısmının yapımını devlet üstlense de İmam Hatip Okullarının kahir ekseriyeti geçmişte aynı yol ile yani toplanan yardımlarla yapılmıştır.

Bu yardım şekil ve çeşitlerine şimdilik bir virgül koyalım. Şimdi gelelim günümüze… Malumunuz son bir yıldır salgınla boğuşuyoruz. Salgın riskinden dolayı birçok esnafın işyerini açmasına izin verilmiyor. Bazı sektörler kapalı olduğu için buralarda çalışan niceleri işini kaybetti. Dükkanı açık nice esnaf da hafta yasakları ve diğer kısıtlılıklardan dolayı doğru dürüst iş yapamıyor. Yani dün zekatıyla, sadakasıyla ihtiyaç sahiplerinin elinden tutan; cami, kurs, okul yapımında kesenin ağzını açan, her daim kapısına müracaat edilen ve daima veren el olan esnafımızın çoğu, bu salgından dolayı kan ağlıyor. Kafe, kahvehane, kantin, lokanta esnafı, yurt işletenler…bu sektörlerde çalışan niceleri, evine ekmek götüremiyor ve yiyecek ekmeğe muhtaçlar. Bunlara belediyeler, defaten yardım ediyor ama taşıma suyla değirmen döner mi? Elden gelenle öğün olur mu? Olursa da zamanında gelir mi? Hasılı, ismine yer verdiğim ve vermediğim nice esnaf, veren el iken halihazırda alan el durumuna düştü. Geçen ay işyeri kapalı birçok esnafa -Konya için söylüyorum- üç yardım kuruluşu gıda yardımı yapmak zorunda kaldı. Aldığım bilgiye göre önümüzdeki ay da bir başka üç yardım kuruluşu yine gıda yardımı yapacakmış.

Dün cami, kurs ve İHO/İHL yapımında kapısını çaldığımız ve az veya çok yardımını aldığımız esnaf bu durumda iken bugün yardım işleri ne âlemde? Devlet geçen yıl bir yardım seferberliği başlatmış, toplanan yardımları ihtiyaç sahiplerine defaten ulaştırmışsa da bunun arkası gelmedi ve salgın hala etkisini sürdürüyor. Durum bu iken mesela cami ve kurs yapımı için her cuma hutbesinde “Yapımı devam etmekte olan muhtelif cami ve Kur’an kurslarına yardım” talebinde bulunan Diyanet, bu zor durumdaki esnafımız için ne yapıyor? Bildiğim kadarıyla böyle bir inisiyatif almadığı gibi sanki ülke normal bir zamandan geçiyormuş gibi cuma hutbelerinde hala cami ve Kur’an kursları için yardım talep ediliyor. Vatandaş aç iken Diyanet’in cami ve kurs yardım talebine tek kelimeyle pes diyorum.

İsterdim ki bu süreçte Diyanet İşleri Başkanlığı, cami ve kurs yardım taleplerine bir virgül koysun ve müftülükleri harekete geçirsin. Her müftülük, kaymakamlıklardan mahalli yardım onayı alsın ve her cami imamı, muhitindeki ihtiyaç sahipleri yani cemaatinden muhtaç olanlar (işyeri kapalı ve işini kaybetmiş kişiler) için bir yardım talebinde bulunsun. Hutbede “Aziz cemaatimiz, malumunuz salgın dolayısıyla birçok esnaf siftah yapamıyor ver bazı esnafın işyerleri kapalı. Bunlar ne yer ne içer? Hiç düşündük mü? Biz düşündük, taşındık. Cemaatimizden bir komisyon oluşturduk. Bu komisyon, cami cemaatimizi ve muhitimizde ikamet eden insanımızı araştırdı ve mahallemizde ikamet eden zor durumda olan şu kadar esnaf ve bu kadar işini kaybetmiş kişi tespit etti. Namazdan sonra bu kardeşlerimiz için sergi açıyoruz. Ne verirseniz elinizle, o gider sizinle” dese, daha iyi olmaz mı? Toplanan yardım bu kişilere pay edilse nasıl olur? Bence çok güzel olur. Müslüman kardeşimizin derdiyle dertlenmiş oluruz. Bu insanlar da der ki “Cemaatimiz bize zor zamanda kucak açtı. Allah onlardan razı olsun.” der mi der. Bu yardım toplamayı salgın devam ettikçe ve bu esnafa kısıtlılık hali devam ettikçe ara ara tekrarlasak çok iyi olur.

Yardımsever yönü olan milletimizin, bu yardıma canı gönülden destek olacağına inanıyorum. Yeterince yardım toplanmasa da en azından yiyeceğe muhtaç bu insanların yanında olduğumuzu, onların derdiyle dertlendiğimizi ortaya koymuş oluruz. Hasılı, Diyanetimizin böyle bir inisiyatif almasını bekliyorum.

*10.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Çarşı İzlenimlerim *

Çarşıya en son ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. En azından üç aydır gitmiyorum. Hafta içi gitme imkânım olmadı ancak hafta sonu gidebilirdim. Hafta sonlarım ise kısıtlılıklara takıldı. Hafta sonu yasağının kalktığı ilk cumartesi, saatimin pilinin bitmesi dışında önemli bir işim olmamasına rağmen yine de çıkasım geldi. Görüp geleyim, bakalım çarşıda ne vardı ne yoktu. Balkondan dışarıya baktım. Hava kapalı olsa da üşüten bir hava yoktu.

Çarşıya gitmek için yürümeyi tercih ettim. Hangi güzergahı izleyeceğimi de kafamda belirledim. Kayalıpark’a kadar gidecektim.

Öğle ezanları okunduktan sonra düştüm yola. Fatih Caddesi, Meram Yeniyol ve Yeni Orduevi’nin yanından geçerken 14.00 sularında o bölgedeki sokak lambalarının güpegündüz yandığını gördüm. Ardından araç trafiğine kapalı olan Zafer’de buldum kendimi. Zafer her zamanki gibi kalabalık günlerinden birini yaşıyordu. Esnaf ise dükkanını açmıştı. Karşıma gelen, sağım ve solumdan geçen herkes maskeliydi. Yan yana yürüyenlerde, belirlenen sosyal mesafe olmasa da dikkat çekecek bir yakın temasa şahit olmadım. Birkaç tane genç gördüm yüzünde maskesi olmayan. Onlar da bir eline içecek, diğer eline de atıştırmalık almışlar. Yiyerek yürüyorlar. Ayakta ve yürürken yemelerini garipsemedim. Zira aldıkları yerde yeme imkanları yoktu. Ya bir kenara çömelip yiyecekler ya da yürüyerek yiyecekler. Gençler ikincisini tercih etmişler.

Camlıköşk’ün etrafı, aylar öncesinde gördüğüm gibi yine kapalıydı. Işıklara varmadan, Camlıköşk’ün güneyinde, görüntüsü derme çatma, iğreti ve basitçe yapılmış yaya üst geçidine benzer bir üst geçit dikkatimi çekti. Böyle bir yerde, böyle bir üst geçit nasıl olur, ne diye yapmışlar derken Camlıköşk’ün güneyinde bir bina gözüme ilişti. Sanırım tadilat yapılıyor binada. Binadan çıkan molozları Camlıköşk’e dökmek ve binaya gerekli malzemeleri buradan taşımak için bu üst geçide ihtiyaç duyulmuş olmalı. Böyle kalabalık bir yerde bu tadilat başka türlü de yapılamazdı zaten.

Kalabalığın içerisine girmeden tramvay yolunu atladım. Alaeddin Tepesi’ni soluma alarak tenha yerden yürümeye başladım. Nihayet Kayalıpark’ı geçerek Fatih Çarşısında bir esnafı ziyaret ettim. Kısa süreli bir muhabbetin ardından Kadınlar Pazarı’na vararak birkaç ihtiyacımı aldım.

Eski Larende Caddesine girip eve doğru adımlamaya başlamışken Vakıflar Çarşısının yanına gelince bir başka dostum aradı. Onunla da görüşmek için Tevfikiye Caddesine saptım. Kapı Camiini geçmiştim ki bir zabıta arabası yolun ortasındaydı. İçinden birkaç tane zabıta indi. Zabıtalar, kadın ayakkabısı satan bir seyyar satıcının arabasını, üzerindeki ayakkabılarıyla birlikte arkası açık bir zabıta arabasına koydular. Satıcıya da “Sen de tablanın yanına bin” dediler ve gözden uzaklaştılar. Bu durumu gören genç bir kadının “Yazık! Yapmayın, dayanamıyorum bu duruma” serzenişini duydum.

Burada kısaca seyyar satıcılığa değinmek isterim. Seyyar satıcılık, Türkiye’nin bir gerçeği. Zabıtalar seyyar satıcıların, seyyar satıcılar da zabıtaların başının belası. Fi tarihinde bir zabıta dairesi başkanı dostumla görüştüğümde, seyyar satıcı-zabıta konusunu açtığımda başkan şöyle dert yanmıştı: “Ağabey, durum göründüğü gibi değil. Çoğu esnaf, seyyar satıcılar konusunda ikili oynuyor. Dükkanımın önünde seyyar satıcı var, bunu buradan kaldırın”, telefonu açıyor. Bizim görevliler, şikayet üzere seyyar satıcının yanına varıp satıcının sattığı ürüne ve aracına el koymaya kalktığı zaman az önce şikayet eden esnafın dışarıya çıkarak “Yazık ya, ne istersiniz Allah’ın garibinden. Sizin başka işiniz yok mu?” dediğine şahit oluyoruz. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık.” demişti. Neyse bu konu ayrı bir konu.

Dostumla bir yarım saat oturduktan sonra dönüşüm gecikeceği için Adalhan’dan dolmuşa bindim. Ödemeyi yaptıktan sonra boş tek koltuğa oturdum. Ardımdan biri “Öğretmenim, merhaba” dedi. Geriye dönüp baktım. Eski bir öğrencimdi bana seslenen. Yanında babası ve ilkokul üçe gittiğini öğrendiğim kardeşi vardı. Hal-hatırdan sonra III. Organizede bir şirkette mali müşavir olarak çalıştığını söyleyen babaya, masraftasın, dedim. “Poşetlerden belli olmuyor mu hocam” dedi. İlkokul üçe giden çocuğun sevincine diyecek yoktu. Yol boyunca döndü döndü babanın 200 lira vererek aldığı ayakkabıya teşekkür etti durdu. Çocuğa hangi okula gidiyorsun dedim, “Bilmiyorum, unuttum” dedi. Okulunu baba söyledi. Müdürünün adı ne dedim. “Onu da bilmiyorum” dedi. Bereket öğretmenini biliyordu. Benim sormam sonucunda çocuk, döndü döndü bana ablamın öğretmenliğini niye bıraktın hocam, dedi. Öyle icap etti desem de inmeden önce “Hocam, diyorum. Çünkü adını bilmiyorum” dedi. Bu tip yerlerde hitap için hocam hitabı çoğumuzun imdadına yetişiyor. Çocuk bile bu yaşında öğrenmiş bunu.  Bu arada çocuk iyi ki bilmiyor. Bilse, belki de adımla hitap edecekti bana.

Öğrencim ve ailesi benden önce indiler. Okulunun adını dahi unutan konuşkan ve her halinden zeki olduğu anlaşılan ilkokul üçüncü sınıf öğrencinin durumuna üzüldüm doğrusu. Çocuk unutmayıp da ne yapacaktı. Çünkü birinci sınıfı okuyup ikinci sınıfın ilk dönemini okulunda yüz yüze okuduktan sonra bu çocuk, martın ortasından itibaren, bu sene üçüncü sınıfı okumasına rağmen okulunun yüzünü bir daha görmedi. Uzaktan ders yapıyorlar hala. Belki okumayı da unutmuştur. İlk, orta, lise ve üniversite hangi aşamada olursa olsun, öyle zannediyorum, bu nesle pandemi nesli diyeceğiz ve bu nesil, sosyalleşmeden ve çoğu bilgiyi öğrenmeden ya bir üst sınıfa geçiyor ya da mezun oluyor. Yazık olacak bu nesle…

*08.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.