7 Mart 2021 Pazar

Çarşı İzlenimlerim *

Çarşıya en son ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. En azından üç aydır gitmiyorum. Hafta içi gitme imkânım olmadı ancak hafta sonu gidebilirdim. Hafta sonlarım ise kısıtlılıklara takıldı. Hafta sonu yasağının kalktığı ilk cumartesi, saatimin pilinin bitmesi dışında önemli bir işim olmamasına rağmen yine de çıkasım geldi. Görüp geleyim, bakalım çarşıda ne vardı ne yoktu. Balkondan dışarıya baktım. Hava kapalı olsa da üşüten bir hava yoktu.

Çarşıya gitmek için yürümeyi tercih ettim. Hangi güzergahı izleyeceğimi de kafamda belirledim. Kayalıpark’a kadar gidecektim.

Öğle ezanları okunduktan sonra düştüm yola. Fatih Caddesi, Meram Yeniyol ve Yeni Orduevi’nin yanından geçerken 14.00 sularında o bölgedeki sokak lambalarının güpegündüz yandığını gördüm. Ardından araç trafiğine kapalı olan Zafer’de buldum kendimi. Zafer her zamanki gibi kalabalık günlerinden birini yaşıyordu. Esnaf ise dükkanını açmıştı. Karşıma gelen, sağım ve solumdan geçen herkes maskeliydi. Yan yana yürüyenlerde, belirlenen sosyal mesafe olmasa da dikkat çekecek bir yakın temasa şahit olmadım. Birkaç tane genç gördüm yüzünde maskesi olmayan. Onlar da bir eline içecek, diğer eline de atıştırmalık almışlar. Yiyerek yürüyorlar. Ayakta ve yürürken yemelerini garipsemedim. Zira aldıkları yerde yeme imkanları yoktu. Ya bir kenara çömelip yiyecekler ya da yürüyerek yiyecekler. Gençler ikincisini tercih etmişler.

Camlıköşk’ün etrafı, aylar öncesinde gördüğüm gibi yine kapalıydı. Işıklara varmadan, Camlıköşk’ün güneyinde, görüntüsü derme çatma, iğreti ve basitçe yapılmış yaya üst geçidine benzer bir üst geçit dikkatimi çekti. Böyle bir yerde, böyle bir üst geçit nasıl olur, ne diye yapmışlar derken Camlıköşk’ün güneyinde bir bina gözüme ilişti. Sanırım tadilat yapılıyor binada. Binadan çıkan molozları Camlıköşk’e dökmek ve binaya gerekli malzemeleri buradan taşımak için bu üst geçide ihtiyaç duyulmuş olmalı. Böyle kalabalık bir yerde bu tadilat başka türlü de yapılamazdı zaten.

Kalabalığın içerisine girmeden tramvay yolunu atladım. Alaeddin Tepesi’ni soluma alarak tenha yerden yürümeye başladım. Nihayet Kayalıpark’ı geçerek Fatih Çarşısında bir esnafı ziyaret ettim. Kısa süreli bir muhabbetin ardından Kadınlar Pazarı’na vararak birkaç ihtiyacımı aldım.

Eski Larende Caddesine girip eve doğru adımlamaya başlamışken Vakıflar Çarşısının yanına gelince bir başka dostum aradı. Onunla da görüşmek için Tevfikiye Caddesine saptım. Kapı Camiini geçmiştim ki bir zabıta arabası yolun ortasındaydı. İçinden birkaç tane zabıta indi. Zabıtalar, kadın ayakkabısı satan bir seyyar satıcının arabasını, üzerindeki ayakkabılarıyla birlikte arkası açık bir zabıta arabasına koydular. Satıcıya da “Sen de tablanın yanına bin” dediler ve gözden uzaklaştılar. Bu durumu gören genç bir kadının “Yazık! Yapmayın, dayanamıyorum bu duruma” serzenişini duydum.

Burada kısaca seyyar satıcılığa değinmek isterim. Seyyar satıcılık, Türkiye’nin bir gerçeği. Zabıtalar seyyar satıcıların, seyyar satıcılar da zabıtaların başının belası. Fi tarihinde bir zabıta dairesi başkanı dostumla görüştüğümde, seyyar satıcı-zabıta konusunu açtığımda başkan şöyle dert yanmıştı: “Ağabey, durum göründüğü gibi değil. Çoğu esnaf, seyyar satıcılar konusunda ikili oynuyor. Dükkanımın önünde seyyar satıcı var, bunu buradan kaldırın”, telefonu açıyor. Bizim görevliler, şikayet üzere seyyar satıcının yanına varıp satıcının sattığı ürüne ve aracına el koymaya kalktığı zaman az önce şikayet eden esnafın dışarıya çıkarak “Yazık ya, ne istersiniz Allah’ın garibinden. Sizin başka işiniz yok mu?” dediğine şahit oluyoruz. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık.” demişti. Neyse bu konu ayrı bir konu.

Dostumla bir yarım saat oturduktan sonra dönüşüm gecikeceği için Adalhan’dan dolmuşa bindim. Ödemeyi yaptıktan sonra boş tek koltuğa oturdum. Ardımdan biri “Öğretmenim, merhaba” dedi. Geriye dönüp baktım. Eski bir öğrencimdi bana seslenen. Yanında babası ve ilkokul üçe gittiğini öğrendiğim kardeşi vardı. Hal-hatırdan sonra III. Organizede bir şirkette mali müşavir olarak çalıştığını söyleyen babaya, masraftasın, dedim. “Poşetlerden belli olmuyor mu hocam” dedi. İlkokul üçe giden çocuğun sevincine diyecek yoktu. Yol boyunca döndü döndü babanın 200 lira vererek aldığı ayakkabıya teşekkür etti durdu. Çocuğa hangi okula gidiyorsun dedim, “Bilmiyorum, unuttum” dedi. Okulunu baba söyledi. Müdürünün adı ne dedim. “Onu da bilmiyorum” dedi. Bereket öğretmenini biliyordu. Benim sormam sonucunda çocuk, döndü döndü bana ablamın öğretmenliğini niye bıraktın hocam, dedi. Öyle icap etti desem de inmeden önce “Hocam, diyorum. Çünkü adını bilmiyorum” dedi. Bu tip yerlerde hitap için hocam hitabı çoğumuzun imdadına yetişiyor. Çocuk bile bu yaşında öğrenmiş bunu.  Bu arada çocuk iyi ki bilmiyor. Bilse, belki de adımla hitap edecekti bana.

Öğrencim ve ailesi benden önce indiler. Okulunun adını dahi unutan konuşkan ve her halinden zeki olduğu anlaşılan ilkokul üçüncü sınıf öğrencinin durumuna üzüldüm doğrusu. Çocuk unutmayıp da ne yapacaktı. Çünkü birinci sınıfı okuyup ikinci sınıfın ilk dönemini okulunda yüz yüze okuduktan sonra bu çocuk, martın ortasından itibaren, bu sene üçüncü sınıfı okumasına rağmen okulunun yüzünü bir daha görmedi. Uzaktan ders yapıyorlar hala. Belki okumayı da unutmuştur. İlk, orta, lise ve üniversite hangi aşamada olursa olsun, öyle zannediyorum, bu nesle pandemi nesli diyeceğiz ve bu nesil, sosyalleşmeden ve çoğu bilgiyi öğrenmeden ya bir üst sınıfa geçiyor ya da mezun oluyor. Yazık olacak bu nesle…

*08.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Kendisini Korumak İsteyenlerin Dikkatine!

Tüm kırmızılığımıza rağmen aylar sonrasında, cumartesi yasağının kalkmasıyla birlikte 19 Aralıktan sonra ilk defa çarşıya çıkıyorum.

Bakalım Konya yerinde duruyor mu?

Duruyorsa ben çarşıyı bulabilecek miyim?

Kafe ve kahvehaneler kapalı olduğuna göre çay içebileceğim bir esnaf çay ocağı bulabilecek miyim?

Çay bulursam, bir bardak çay kaç para olmuştur? Acaba çay fiyatı aynı mı yoksa aylardır çay içmediğim esnaf, önceki günlerin hıncını benden çıkartır mı?

Çay içerken Bilim Kurulu Üyesi Mehmet Bey beni görürse "Aman içme! Zira kafelerde çay içenlerden Covit-19’a yakalanalar var. İçeceksen, cebinde ıslak mendil götür, bardağın ağzına gelecek kısmını ıslak mendil ile sil" der mi?

Çarşıya giderken her ihtimale karşı, sair hafta sonlarında olduğu gibi bayat da olsa elime evden bir ekmek alsam da öyle dolaşsam olur mu? Çünkü ne olur ne olmaz.

Yanına uğrayacağım esnaf, zaten işler kesattı. Çay da yok kahve de diyerek bana çay ikram etmez olur mu?

Çarşı şu anda ne âlemde? Nasılsa yasak kalktı diye herkes kendini çarşıya atar da mahşeri kalabalığın içerisinde kalır mıyım?

Neyse ne! Görüp tatmadan bilinmez bunlar. Gidip merakımı gidermeliyim.

Bütün bunları niye yazdım? Olur ya, çarşıya çıkmaya kalkarsanız, tedbirinizi alın diye.

Meraklısı için not: 1. Çarşıya yürüyerek gideceğim.

                          2. Yürüyüş güzergahım: Aşkan Mahallesi-Fatih Caddesi-Evliya Çelebi Parkı-Lastik Durağı-Meram Yeniyol-Zafer-Alaeddin-Kayalıpark-Çıkrıkçılar İçi-Tevfikiye Caddesi-Kadınlar Pazarı’dır. Ne alaka demeyin. Güzergahımı vereyim ki kendinizi benden koruyasınız.

3. Foto, evden çıkmadan çekilmiştir. Kapıdan çıkar çıkmaz maskemi takacağım. Hemen maske demeyin. Tamam, anladık. O kadar da geri zekalı değilim. Maske takıp mesafeye riayet edeceğim. Hijyen derseniz, 20 saniye el yıkamaya kim uğraşacak, oldu olacak, tam olsun dedim. Duş bile aldım.


 

 

4 Mart 2021 Perşembe

Konya Mesai Saatleri *

“Covid-19 salgınının Türkiye'de yayılımının en aza indirilmesi amacıyla salgınla mücadele ve etkilerinin azaltılmasına yönelik faaliyetlerin zafiyete uğratılmaması ve kamu hizmetlerinin aksatılmaması şartıyla…” 02 Aralık 2020 tarihinden geçerli olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarında mesai saatleri 10.00-12.30, 13.00-16.00 olarak belirlenmişti. 01 Mart 2021 akşamı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın, kontrollü normalleşme adımları çerçevesinde, kamuda normal mesaiye dönüldüğü, valiliklerin illerine göre mesai düzenlemesi yapabileceği şeklindeki açıklaması üzerine her ilin valiliği, 02 Marttan geçerli olmak üzere yeni mesai saatlerini peş peşe kamuoyuna duyurdu.  

Normal saat uygulamasına geçmekle birlikte Türkiye, her yönüyle normale dönmedi. Yeni normalleşme adımları çerçevesinde illerimiz; düşük (mavi), orta (sarı), yüksek (turuncu) ve çok yüksek (kırmızı) şeklinde kategori ve renklere ayrıldı. Düşük ve orta riskli illerde kısıtlamalar esnetilmesiyle birlikte bu bölgelerin esnafı rahat bir nefes aldı, öğrencileri okullarına kavuştu. Yüksek ve çok yüksek illerde ise esnafa bir rahatlama gelmedi. Önceki kısıtlılık ve kapalılık hali yani olağanüstü uygulamalar aynı şekilde devam ediyor. Normalleşmeden bu illere düşen sadece cumartesi yasağının kalkması, 18 yaş altına ve 65 yaş üstüne günlük dışarı çıkış izninin birer saat artırılması. Olağanüstü hal devam etmesine rağmen bu illerin payına da diğer illerde olduğu gibi normal mesai uygulaması getirildi.

Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı hepimiz dinledik, okuduk ve hepsini biliyoruz. Burada normal mesai üzerinde duracağım. Normalleşme adımları çerçevesinde mesainin, normale dönmesi normal. Düşük ve orta riskli illerin normal mesaiye geçmeleri de normal. Normal olmayan ise yüksek ve çok yüksek riskli illerin de normal mesaiye geçmeleri. Neden derseniz, izninizle izah etmeye çalışayım. Buradaki çelişkiye işaret etmeden önce orta, yüksek ve çok yüksek riskli üç ilin, birbirinden farklı uygulamaya koyduğu mesai saatlerine yer vereceğim: Ankara, 08.30-17.30, 09.00-18.00, 10.00-19.00,

İstanbul, 09.00-12.30, 13.00-17.00,

Konya, 08.30-12.30, 13.30-17.30 mesaisini uygulamaya koydu.

Ankara, orta seviyede riskli il olmasına rağmen bu ilde yürürlüğe konan dört farklı mesai uygulaması, kendi içinde tutarlı. Çünkü bu alternatifli mesai ile Valilik, kamu çalışanlarının işe giderken ve işten dönerken toplu ulaşımda yığılmanın önüne geçmeyi, özel aracıyla işe gidip gelenlerin trafik sıkışıklığını önlemeyi hesaba katmış olmalı.

Yüksek riskli iller arasında olduğu için İstanbul Valiliğinin 08.30 başlangıcını 09.00’a çekmesi, öğle arasını bir saatten yarım saate indirmesi makul ve mantıklı.

Bu üç farklı mesai uygulamasına göre Ankara ve Konya, çalışanlarına 8 saat mesaiyi uygun görürken İstanbul, 7. 30 saat mesai yaptırmayı yeterli gördü.

Bu farklı üç mesaiden bana en makul ve anlaşılabilir geleni İstanbul Valiliğinin tercih ettiği mesai. Valilik, öğle arasını yarım saat yaparak çalışanlarının bir an evvel mesaisini yapıp evinin yolunu tutmasını istediği anlaşılırken diğer iki ilimiz, sanki normal zamandaymışız gibi öğle arasını bir saat yaptı. Bence makul olanı, bu salgın döneminde öğle molasını kısaltmaktır. Çünkü öğle arasına giren çalışanların kahir ekseriyeti, öğle arasını evine gitmeyerek kurumunda geçiriyor. İhtiyaçlarını gidermek için de belirlenen yarım saatlik süre yeterlidir. Ankara, orta riskli iller arasında olduğu için verilen bir saatlik arayı anlayabiliriz. Burada anlaşılır olmayan ise çok yüksek riskli iller arasında olmasına rağmen Konya’nın da öğle arasını bir saat yapması. Valilik, İstanbul gibi eksik mesai değil de tam mesai yaptırmak istiyorsa, pekala öğle arasını yarım saate indirerek mesaiyi 08.30-12.30, 13.00-17.00 şeklinde düzenleyebilirdi. Konya Valiliğinin bu öneriyi dikkate alacağını ümit ediyorum. Çünkü diğer iki ilimize göre Konya, riski çok yüksek bir şehirdir.

Yazıma son verirken mesai ile ilgili bir hususa daha değinmek istiyorum. Daha doğrusu bir çelişkiye dikkat çekeceğim. Devlet memurunun günlük 8 saat mesai yapması doğru olandır. Devlet, şartlara ve olağanüstü durumlara göre çalışma mesai süresini artırabilir de azaltabilir de. Buna kimsenin diyeceği olamaz. Mesai düzenlemesiyle ilgili bana garip gelen, şehirlerimiz düşük-orta-yüksek ve çok yüksek şeklinde sınıflandırılsa da salgın riski hala devam ediyor. Bugün düşük riskli olan bir şehir, bir hafta sonra çok yüksek riskli şehirler arasına girebildiği gibi bunun tersinin olması da mümkündür. Bu salgın riskine rağmen turuncu ve kırmızı şehirlerde de normal mesaiye geçilmesi bana garip geldi. Bu normal mesai düzenlemesiyle ilgili burada şunu sormak isterim. Salgına rağmen normal mesaiye geçebiliyorsak daha önce 10.00-12.30, 13.00-16.00 mesaisini yani günlük 5,5 saatlik bir mesaiyi niçin uyguladık? Salgın riski halen devam ediyorsa normal mesaiye niçin geçtik?

*06.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

3 Mart 2021 Çarşamba

Konya’ya Kırmızılık Yakışmıyor *

Güncel salgın risk haritasına bakarsanız; Türkiye'nin orta yerinde, çevresi sapsarı olduğu halde yanına Aksaray ilini almış, "Çok yüksek riskli iller" arasına girerek kıpkırmızıya boyanmış, yüzölçümü yönünden Türkiye'nin en büyük şehrini görürsünüz. Bilin bakalım, o şehir hangisidir? Hemen neresi olacak, Konya'dır diyeceksiniz. El cevap doğru dersiniz. Zira Celalettin Rumi türbesi yanında Etli ekmeği ile de meşhur olan bu şehir, bir yıldır da salgınla adından söz ettiriyor.

Salgının ilk başlarında vaka sayısının yüksek olmasını "Umrecilerin Konya'da karantinaya alınmasına" sonra "Yurtdışından gelenlerin şehrimizde misafir edilmesine" bağladık. Orta yerde ne umreci kaldı ne de yurtlarda kalan. Buna rağmen Konya, adını vaka sayısı ile duyurmaya ve zirveye oynamaya devam ediyor. 

Risk haritası seçim haritasını hatırlattı bana. İç Anadolu bölgesinde, belediye seçimlerini CHP'nin kazandığı Eskişehir ilinin kırmızıya, Konya’nın da AK Parti’nin rengi olan sarıya bürünmesine, kaç seçim aşinayız. Salgın bu rengi değiştirdi. Şimdi Eskişehir orta riskli iller arasında yerini alarak rengini sarıya, Konya ise kırmızıya döndürdü. Salgının başından beri kırmızı renge bürünmesi hiç değişmediğine göre zannedersem Konya, bu rengi pek sevdi. Kırmızı olsun, varsın beş fazla olsun misali, kırmızı olsun da varsın riski olsun diyor olmalı.

Konya’ya komşu illerin bazıları da çok yüksek riskli iller grubunda yer alsa, bu bölgede var bir şey diyeceğim. Sanırım İç Anadolu’da Konya gibi kırmızıya bürünmüş Aksaray’ın dışında sadece Burdur var. Bu durumda Konya’nın riskli iller arasında olmasını nasıl izah edebiliriz? Bir ara Konya, ilk üçü hiçbir ile kaptırmamıştı. Hatta çevremizde bu hastalığa yakalanmış nice tanıdıklarımız oldu. Hastalığa bu süreçte yakalananlar, yoğun bakım ünitelerinde yer bulmakta zorlandılar. O zamanlarda kırmızıya bürünse tamam derdik. Şimdilerde hastalığa yakalanan tanıdığımız pek yok. Olsa da hastanelerin doluluk oranları çok yüksek değil. Hastaneye alınması gereken hastalar da yer sorunu yaşamadan hastanelerde tedavi altına alınabiliyorlar. Durumumuz bu iken kırmızıya bürünmemiz düşündürücü.

Acaba çevre illerin covit hastalarının bir kısmı, Konya hastanelerine sevk edilerek tedavileri burada yapılıyor ve vaka sayısı yönünden Konya’nın hanesine yazılıyor olabilir mi?

Konya’nın huyundan ve suyundan mı yoksa “Etli ekmek kafalı” olduğundan mıdır?

Konyalılar, salgın kurallarına yeterince özen göstermediğinden midir?

İçki tüketimi yönünden ilk sırada olmamasına rağmen bir zamanlar içki tüketiminde Konya, ilk sırada, haberlerini okurduk. Acaba salgında da böyle bir şey yapılıyor olabilir mi? Böyle bir algı oluşturulduğuna hiç ihtimal vermiyorum.

Türkiye’nin ortasında olan bu şehir, virüsü kendine çekiyor mu yoksa?

Virüs mü Konya’yı sevdi, biz mi virüsü çok sevdik?

Hangisidir bilemeyiz. Bildiğimiz ve değişmeyen gerçek, şehrimizin renginin kıpkırmızı olması ve bir şeyleri yanlış yaptığımız gerçeği.

Aklıma, Konyalılar yeterince virüsle mücadele etmiyor ve kurallara riayet etmiyor geliyor. İnsanımızın çoğunun virüs konusunda duyarlı olduğunu ve kurallara uyduğunu söyleyebilirim. Başka illerde ne kadar duyarsız varsa bu şehirde de o kadar duyarsız olanı vardır diye düşünüyorum.

Sebep her ne olursa olsun bu kırmızı renk, Konya’ya yakışmadığı gibi bu rengin ceremesini de tüm Konyalılar birlikte çekiyoruz, normalleşemiyoruz. Bedelini de ağır ve pahalı ödeyeceğiz. Düşük ve orta riskli illerin esnafı, ekmek teknelerini açarak, öğrencilerini tam zamanlı öğretime geçirerek normal hayata merhaba derken normalleşme bekleyen Konya esnafı, iyice tükenmeye başlayan ümitlerini bir başka bahara erteledi. Öğrenciler ise tam zamanlı öğretimden yine mahrum kaldı.

Bu aşamadan sonra tüh ya, neden böyleyiz demenin bir anlamı yok. Yapılacak olan, nüfus yönünden Konya’dan daha kalabalık nüfusa sahip şehirlerin, virüsle nasıl mücadele ettiklerini, o şehrin yetkilerinin ne tür tedbirler alıp vaka sayısını düşürdüklerini, şehirlerini düşük ve orta riskli iller arasına girdirdiklerini Konya’da görev yapan yetkililerin bir güzel araştırmaları, aynı tedbirleri Konya’da da uygulamaya koymalarıdır. Bunu vakit geçirmeden mutlaka yapmaları gerekir.

*05.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

25 Şubat 2021 Perşembe

Kalbini Yarıp Deştiklerimiz *

“Bir sahabi savaşta ‘lâ ilâhe illallah’ dediği halde birisini öldürmüştü. Resulüllah buna kızdı ve onu azarladı. Sahabi, ‘O bunu korkusundan söyledi’ deyince Resulüllah, ‘Kalbini yarıp baktın mı, sen kıyamette bunun hesabını nasıl vereceksin!’ dedi ve öfkeli bir halde bunu o kadar çok tekrarladı ki sahabi, ‘Keşke şu ana kadar Müslüman olmamış olsaydım’ diye temennide bulundu. (Ebu Davud, sahih)

Bir gün Resulüllah’a kaba davranan birisi için Halid bin Velid, ‘Şunun boynunu vurayım mı ya Resulallah?’ dediğinde, ‘Hayır, namaz kılan birisi olabilir’ buyurdular. Halid; ‘Öyle namaz kılanlar var ki, dili başka kalbi başkadır’ deyince Resulüllah: ‘Ben insanların kalplerini deşmek, karınlarını yarmak için gönderilmedim’ buyurdu. (Bezzar, hasen)”

Ömer anlatıyor: Rasûlullah (a.s) buyurdular ki: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü’nedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”(Buhari)

Yazıma, Faruk Beşer’in 04.02.2018 tarihli Yeni Şafak gazetesindeki “Kalbini yarıp da baktın mı” başlıklı yazısında yer verdiği iki hadisi şerifi alıntılayarak başladım. Alıntıladığım iki rivayetin ilkini, herhalde duymayanımız yoktur. Zira Usame b. Zeyd’in başından geçen bu rivayet çok meşhur bir hadisi şeriftir. Aynı şekilde Hz Ömer'in rivayet ettiği niyet hadisi de hepimizin bildiği meşhur bir hadistir. Çoğumuz "kalbini yardın mı" ve "niyet" hadislerini biliriz bilmeye de… Anlattığımız ve duyduğumuz bu hadislerin biz neresindeyiz? Hadislerin vermek istediği mesajı hayatımıza tatbik edebiliyor muyuz? Bu sorulara evet denmesini ne çok arzu ederdim. Maalesef kalbini yarıp baktıklarımızın ve niyetlerini okuduklarımızın sayısı o kadar çok ki... Yeter ki bir kişi bizim gibi düşünmesin. Deşeler dururuz kalbini ve sorgularız niyetini. Hakkında hemen kesin hükmümüzü veririz:

"O mu? O bir proje adamıdır. O, birileri adına çalışıyor",

"Bunlar müsteşriklerin yerli işbirlikçisidirler",

"Bunların İslam'a verdiği zararı kimse veremez",

"Allah onları ıslah etsin",

"Bunlar sapıktırlar…” gibi.

Doğrusu, insanımız hakkında böyle konuşulmasını doğru bulmuyorum. Kişi ben şuyum diye itiraf etmediği müddetçe ya da kesin bilgi ve belgeye dayalı bir delil olmadıkça kişiler hakkında kanaat/zan/tespit/iftirada bulunulmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu şekil ithamları niyet okuma olarak görüyorum. Bu aynı zamanda kişinin kalbini yarmak demektir.  Hoş, kişinin kalbini yarsak ne olur? Karşımıza ancak delik deşik olmuş bir et parçası çıkar. Her ne kadar biz, insanları zahirlerine, söylem ve yaptıklarına göre değerlendirsek de kişilerin içinde neleri gizlediklerini bilemeyiz. Çünkü insanların içini bilme ve içinden geçirdiklerini bilme imkânımız yoktur. Melekler ve peygamberler dahi insanın içinden geçirdiklerini bilemezler. Kalpten geçenleri bilmek gaybi konulardandır. Bu bilgi ise yalnızca Allah’a aittir.

Hakkında ithamda bulunduğumuz kişiler, gerçekten bir proje adamı olabilirler, görüşleri hiç makul olmayabilir. Onlar, toplumun değerlerini alt üst eden ve topluma zehir zerk eden kişiler de olabilirler. Onlara böyle ithamlar yaparak bir yere varamayız. Varsa kendimizde bir maharet onların zehrinin panzehiri olmak için çaba sarf edebiliriz.

*03.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

21 Şubat 2021 Pazar

Günümüzde Mihr *

Mihrle ilgili ilk yazımda mihrin tarihçesini, ikincisinde ise İslam’da mihr konusunu ele almaya çalıştım. Bu yazımda da mihri masaya yatırmak istiyorum. Görüleceği üzere mihr nikahın şartlarından değil, sonuçlarındandır. Bu durumda eşler nikah öncesi mihri aralarında konuşmasa ve nikah esnasında mihrin miktarını telaffuz etmeseler de nikah geçerlidir. Burada mihrin de kadının sosyal güvencesi olduğunu bir kez daha hatırlayalım.

Durum bu iken günümüz evlilik ve boşanma sonuçlarını, değişen sosyal yapı ve meri hukuku birlikte düşündüğümüzde bugün mihrin evlilik öncesinde konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Niçin derseniz? Çünkü bugünkü boşanmalarda eşlerin evlilik esnasında tüm menkul ve gayrimenkul kazanımları ortak yani ikiye bölünüyor. Ayrıca günümüzde belli bir yıl ile sınırlandırılsın tartışması yapılsa da erkek, gelirine göre ayrıldığı eşine ömür boyu nafaka vermek zorunda. Bir de bunun üzerine erkeğin mihr esnasında konuşulan mihri, ayrıldığı eski eşine ödeyeceği düşünülürse bu erkeğin kolay kolay belini doğrultabilmesi ve yeni bir yuva kurabilmesi çok zor. Mal ortadan bölünmese ve eşe nafaka ödenmese boşanmayı göze alan erkek mihri ödesin. Eşinden ayrılmayı erkek isterse erkek yine mihri ödesin. Çünkü evlilik çocuk oyuncağı değil, sorumluluk gerektirir. Ama günümüzde erkek evliliği devam ettirmek istemesine rağmen kadın evliliği sonlandırma yoluna gidiyorsa, buna rağmen kadının ve ailesinin mihrim de mihrim hesabı yapmaları ve daha önce senede yazılan mihri kuruşu kuruşuna talep etmeleri ne derece doğru?

Mihr dediğimiz, eskisi gibi 12 duvar yastığı ve bir çift Demirci halısından ibaret olsa, eşinden ayrılmayı göze alan kadın, bunları da götürsün diyeceğim. Maalesef günümüzde evlilik öncesi telaffuz edilen ve erkeğin imza attığı mihr senedindeki rakam çok yüksek. Çoğunlukla da 300-500 gram altın, düzenlenen senede yazılıyor. Evliliği göze alan bir erkek, boşanma durumu olur mu diye hiç düşünmediği için yüksek rakamlara he diyebiliyor ve imza atabiliyor. Altının gramının yükselme durumu da göze alınırsa bir boşanma esnasında erkek neye imza attığını anlıyor ama iş işten geçmiş oluyor ve ödeme zorluğu çekiyor. Hasılı, mihr esnasında konuşulan ve şahitler huzurunda imzalanan mihr, bir ayrılık esnasında erkeğin belini büküyor.

Bu durumda ne yapılması lazım? Günümüzde eşler evlendikten sonra kazanılanlar ortak olduğuna ve herhangi bir ayrılık esnasında koca, eski eşine ömür boyu nafaka ödemekle yükümlü olduğuna göre evlilik öncesi mihr konuşulmamalı. Mihr, nikahın sonuçlarından olduğuna göre herhangi bir ayrılık esnasında mihri misil esas alınmalı. Yani kadının dengine ne kadar mihr belirlenmişse o kadar mihr takdir edilmeli. Şayet mihr konuşulacaksa da mihrin miktarı yüksek tutulmamalı. Bu oran 100-150 gram altın dolaylarında tutulmalı. Evliliği sonlandırmayı isteyen taraf kadın olursa, kadın mihrden pay alamamalı. Bu ve başka şartlar da yani mihri müeccel hangi durumlarda ödenir/ödenmez şartları, miktarla birlikte mihr senedine yazılmalı. Evliliği sonlandırmayı isteyen kadına şu şartlarda mihr ödenir denebilir: “Erkek eşini aldatıyorsa, ona şiddet uyguluyorsa, evine bakma yükümlülüğünü bile bile yerine getirmiyorsa kadın her halükarda mihr almaya hak kazanır” gibi.

Yazımdan, erkeği koruduğum anlaşılmasın. Bilin ki öyle bir niyetim yok. Ne erkeği korurum ne de kadını. İsterim ki evlilikler ilanihaye devam etsin, aileler parçalanmasın, arada çocuklar mağdur olmasın ve konuşulan mihre hiç ihtiyaç duyulmasın. Çünkü evlilikler devam ederse işin başında konuşulan mihrin miktarı ne olursa olsun, mihre hiç ihtiyaç olmaz.

*01.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

İslam'da Mihr *

İslam’da mihrin yeri nedir? Bu yazımda da bunu ele almaya çalışacağım. "Kur’an-ı Kerim’de, evlenen erkeğin kadına mihr vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının caiz olmadığı konusunda ayetler bulunmaktadır (Bakara, 2/237; Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; Mâide, 5/5). Kitap ve Sünnette mihr ödemenin gerekliliği üzerinde durulmasına rağmen hukukçuların çoğuna göre mihr, evliliğin şartlarından değil sonuçlarından biridir. Bu sebeple nikâh esnasında mihr belirtilmemiş, hatta verilmeyeceği şart koşulmuş olsa bile evlilik geçerlidir.

Kadına nispetle kocaya daha geniş boşama imkânlarının verildiği İslâm hukukunda mihrin özellikle müeccel (sonraya bırakılan) mihrin yüksek tutulması halinde, boşama hakkının kötüye kullanılmasına önemli ölçüde engel olduğu ve evli kadına belirli bir ekonomik güvence ve bağımsızlık sağlama amacına da hizmet ettiği söylenebilir.

İslâm hukukunda nikâh kıyılmadan önce genelde taraflar, kadına ödenecek mihrin miktarı ve ödeme şekli hususunda konuşup anlaşırlar; bu anlaşma nikâh akdinin yazı ile tespit edildiği durumlarda nikâh belgesinde de yer alır.

Mihr bütünüyle kadının malıdır, onda dilediği gibi tasarruf edebilir. Evlenecek kadın veya yakınları, mihr karşılığında bir çeyiz hazırlamak mecburiyetinde değildir. Bu yönüyle de Türklerde yaygın biçimde uygulanan ve karşılığında belli bir çeyiz hazırlama yükümlülüğü getiren başlıktan ayrılmaktadır. Ancak bu esas her yerde uygulamaya tam olarak yansımamıştır. (kurul.diyanet.gov.tr)

Nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre mihr ikiye ayrılır. Miktarı, nikâh anında belirlenmişse buna mihri müsemma, nikâh esnasında belirlenmemişse mihri misil adı verilir.

Ödenme zamanına göre mihr, mihri muaccel ve mihri müeccel olmak üzere ikiye ayrılır: Peşin olarak ödenen mihre, mihri muaccel, ödenmesi sonraya bırakılan mihre ise mihri müeccel ise denir. Bu mihrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mihrin kadına ödenmesi gerekir. Şayet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mihr, ivedilik kazanır ve hemen ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma halinde kocanın bu mihri ödemesi gerekir; ölüm halinde de bırakmış olduğu mirastan ödenir.

Mihrin miktarı Hanefîlere göre en az 10 dirhem (o dönemlerde yaklaşık iki koyun bedeli) olarak belirlenmişken üst sınır konmamıştır. Hz Ömer mihre bir üst sınır koymaya çalışmış olsa da gelen itirazlar üzerine bu ısrarından vazgeçmiştir." (kurul.diyanet.gov.tr)

Günümüzde bazı yörelerde düğün esnasında alınan ev eşyası düzenlenen mihr senedine yazılırken son yıllarda mihr olarak altın konuşulmaktadır. Taraflar arasında konuşulan mihr miktarı çok özel durumlar hariç genellikle 75 ila 500 gram altın aralığında değişmektedir.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığına göre mihr evliliklerde geçmişten günümüze var olan bir olgudur. Mihr ile kastedilenin, evliliğin devamını ve eşlerin birbirine ısınmasını; bir sebeple erkeğin kadını boşaması veya kocanın vefatı halinde, belirlenen mihrin, sosyal güvencesi olmayan kadının bir süre ayakları üzerinde durmasını, mağdur olmamasını, başkasına muhtaç olmadan çocuklarının geçimini sağlamak olduğu görülmektedir. Hazırlanan mihr senedine erkeğin imza atması ona bir mali sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumlulukla erkeğe “Evlilik çocuk oyuncağı değil, yuva kuracaksın. Yarın alıp başını gitmeyeceksin. Ben seni istemiyorum demeyeceksin. Şayet böyle yaparsan altına imza attığın bedeli ödemek zorundasın. Bu yüzden aklını başına al” denmektedir.  Yani mihrde caydırıcı yön olduğu görülmektedir.

*27.02.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.