17 Ocak 2021 Pazar

Miras Meselesi (2) *

Gelelim günümüze… Günümüzde kadın da evin geçimini sağlamada, anne babaya bakmada erkek kadar sorumluluk üstlenmiş durumda. Yani sosyal yapı değişmiştir. Bu durumda miras paylaşımı nasıl yapılacaktır? Erkek ve kadın hakkında Kur’an’ın öngördüğü 2’ye 1 oranı aynen korunmalı mı yoksa Türk Medeni kanununun öngördüğü şekilde eşit mi olmalı? Bu konu tartışılmalı diye düşünüyorum.

Burada Kur’an’ın öngördüğü ve “bunlar Allah’ın sınırlarıdır” dediği oranları değiştirelim iddiam yok. Bu benim ne hakkım ne de haddim. Şu da bir gerçek ki 2’ye 1 oranındaki paylaşım da dindar ve mütedeyyin ailelerin çoğunda uygulanmıyor. Bugün çoğunluk Medeni Kanunun oranını esas almaktadır. Bu durumda ne yapılmalı? “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişebileceğini” söyleyen Mecelle kaidesi burada uygulanamaz mı? Çünkü bugünkü toplum yapısı Kur’an’ın indiği toplumdan çok uzaktır. Kur’an, o günün toplum yapısına ve aldıkları sorumluluğa paralel olarak Nisa 11 ve 12’de bir paylaşım yapmış olamaz mı? Günümüz için uygulanabilecek şekilde Nisa 7.ayet baz esas alınamaz mı? Bu ayette biliyorsunuz, Allah bir orandan bahsetmemektedir: “kadın ve erkek az veya çok bir pay almalıdır” buyurur. Günümüzde bu ayeti esas alırsak mirastan pay alacak aile fertlerinin üstlendiği sorumluluk gözetilerek yeni bir paylaşım öngörülemez mi? Çünkü şartlar ve sorumluluklar değişmiştir.

Türk Medeni Kanununun öngördüğü miras paylaşımı adaleti değil, eşitliği esas almaktadır. Mirastan pay alacak kardeşlerin hepsi aynı oranda sorumluluğu üstlenmişse bu eşit paylaşım adil görülebilir. Yalnız kardeşlerin hepsinin aynı oranda sorumluluk aldığını söylemek zor. Buradan hareketle bu paylaşımın, içinde çok hakkaniyet barındırdığını düşünmüyorum. 

Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım: İki erkek kardeşten biri okumuş, devlet memuru olmuş, Türkiye’nin değişik yerlerinde vazife yapıyor. Diğer erkek kardeş ise anne babasının yanında onlara bakıyor, ailenin işini yürütüyor ve büyütüyor. Hastalık ve sağlığında, iyi ve kötü gününde ailenin yanında. Aileden biri öldüğünde memur kardeş “Miras hak. Ben mirastaki payımı almaya geldim ve eşit paylaşacağız” derse bu paylaşım ne derece doğru olur? Görüldüğü gibi Medeni Kanunun miras paylaşımı da tartışmaya açık.

Sonuç olarak, hem Medeni Kanuna göre hem İslam Dinine göre miras haktır. Bu hak -ister erkek ister kadın olsun- vereselerin, aile içinde aldıkları sorumluluğa göre olmalı ve oranlar da farklı olmalı. Buna hak ediş diyebiliriz. Hak ediş, haktan ayrıdır. Hak, doğuştan gelen bir hak iken hak ediş, üstlendiği sorumluluğa göre elde edilen bir haktır. Benim bu anlayışıma göre aile içinde kadın-erkek, kadın-kadın, erkek-erkek üstlendikleri sorumluluğa göre mirastan pay alabilmelidir. Hepsi aynı oranda sorumluluk almışsa eşit almalılar. Eğer kız kardeş anne ve babaya bakma konusunda erkek kardeşlerinden daha fazla sorumluluk almışsa mirastan daha fazla pay alabilmelidir. Erkek kardeş, diğer erkek kardeşlerine veya kız kardeşlerine oranla daha fazla sorumluluk almışsa hepsinden fazla pay almalıdır.

Yazımı uzattım, farkındayım. Umarım meramımı anlatabilmişimdir. Yazıma son verirken şunu da söylemek isterim. Getirdiğim öneriler benim doğru kabul ettiğim ve son kararım değil. Doğrusunu Allah bilir. Bu hususta, bu konunun uzmanlarının söyleyecekleri sözler ve getirecekleri eleştiriler ufkumuzu açacaktır.

*22/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Miras Meselesi (1) *

15 Ocak tarihinde camilerde okunan cuma hutbesi, miras üzerineydi. Seçilen konuyu takdir ettim. Çünkü pek dillendirilmese de bu toplumda miras konusu, kanayan bir yaradır ve bu konuda insanımız ikilem yaşamaktadır.

Miras konusu derinlemesine incelenmesi gereken bir konu olmasına rağmen hutbede detay yoktu. Takdir edersiniz ki süresi belli bir hutbede başta paylaşma oranları olmak üzere mirasın tüm detaylarına girmek mümkün değil. Aynı zamanda bu konuda detaya girmek, bir tartışmanın fitilini de ateşleyebilirdi. Çünkü Medeni Hukuk, kadın-erkek arasında eşit paylaşımı öngörürken dinin bu konudaki oranı farklıdır.

Bundandır ki miras hukukuna genel hatlarıyla işaret edildi: “Dinimiz, hayatın her alanında olduğu gibi miras paylaşımında da adaleti öngören ayrıntılı hükümler getirmiştir. Miras taksim edilirken her hak sahibine hakkının verilmesi, kadın-erkek, büyük-küçük hiç kimsenin mağdur edilmemesi esastır. Kadınlara miras verilmemesine yönelik örf ve âdetler, dinimize göre adaletsizliktir, zulümdür, asla meşru değildir…”. "Anne babanın ve yakınların miras olarak bıraktıklarından erkeklere pay vardır; yine anne babanın ve akrabanın miras olarak bıraktıklarından kadınlara da pay vardır; azından çoğundan, belli pay." (Nisa, 7) “"İşte bu, Allah'ın koyduğu sınırlarıdır…” (Nisa, 13)

Diyanet’in bu hutbesinin muhatabı, öyle zannediyorum, bazı bölgelerde erkek kardeşlerin kız kardeşlerine mirastan zırnık koklatmaması olsa gerek. Çünkü kadının, hakkı olan mirası istemesi, bazı yerlerde aileden dışlanması için yeter sebeptir. Ki bu hutbeyle bile bu sorunun çözüleceğini sanmıyorum. Yerleşik adetler dinin emrinin önündedir maalesef. Bir de işin ucunda paylaşılması gereken, değeri büyük bir mal varsa, canın yongası olan maldan hangi bir erkek kolayca vazgeçer? 

Kız kardeşi mirastan mahrum etmenin yanında, paylaşımda bir başka sorun da karşımıza çıkıyor: Medeni hukuk, mirası vereseler arasında eşit bölerken Nisa 7.ayette “kadın olsun, erkek olsun, mirastan az veya çok pay alırlar” diyerek belli bir oran vermezken, 11 ve 12.ayetlerde kimin ne kadar pay alacağının oranları farklı farklı verilmiş. (Bu detaya girmeyeceğim.) Fakat Kur’an’ın kadına takdir ettiği oranın, erkeğin yarısı olduğu bir gerçektir. Müslümanların yaşadığı ikilem de burada başlıyor. Paylaşım, meri kanuna göre mi yapılacak yoksa dinin belirlediği orana göre mi? Eşit paylaşmaya bazı erkek kardeşler karşı çıkabiliyorken 2'ye 1 oranındaki bir paylaşıma da bazı kadınlar karşı çıkabiliyor. Bu konu pek sesli dillendirilmese de vereseler arasında bir sorun. Hatta birçok kardeş, miras yüzünden birbirine küs durumda. Burada erkek kardeşin hakkından feragat ederek kız kardeşine eşit veya fazla vermesinin önünde bir engel yok denebilir. Eyvallah. Fakat kaç erkek böyle bir paylaşıma razı olur? 

Burada amacım, yeni bir tartışma açmak değil. İsterim ki miras konusu enine boyuna konuşulsun. Tarafların razı olacağı ve adaleti esas alan bir orta yol bulunsun. Çünkü din, her konuda olduğu gibi mirasta da adaleti esas alır. Fakat sosyal yapının değiştiği günümüzde İslam dininin bu miras paylaşımının çok anlaşıldığını sanmıyorum. Hatta bazı kesimler böyle paylaşım mı olur diye tepki göstermektedir. İslam Dininin Nisa 11 ve 12.ayetlerde aile fertleri için farklı oran vermesinin temelinde, ailede fertlere verilen sorumluluğun önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Yani sorumluluğa göre mirastan pay vermiştir. Evini geçindirme ve çoluk çocuğunun geçimini sağlama görev ve sorumluluğunu erkeğe yüklediği için erkeğe mirastan daha fazla pay vermiştir. Erkeğe göre daha az sorumluluk verdiği kadına da mirastan pay vererek o günün Arap toplumunun kadına miras vermeme anlayışını yıkmıştır. Sonuç itibariyle erkek ve kadının evliliği esas alındığında kadının aldığı 1 pay ile erkeğin aldığı 2 pay toplandığında, karı-kocanın aldığı miras toplamı üç pay olmaktadır. Buradan, İslam Dininin mirasta eşit paylaşmayı değil, adil paylaşımı öngördüğü anlaşılmaktadır. Buna kamu ya da özelde çalışan kimselerin sorumluluk ve aldığı risk dolayısıyla emsallerinden fazla maaş aldığını örnek olarak verebiliriz. (Bu yazıya devam edeceğim.)

*20/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

16 Ocak 2021 Cumartesi

Cumamı Zehir Eden Cami *

15 Ocak Cuma günü günübirlik gidip gelebileceğim bir yolculuğa çıktım. İçeri Çumra’ya varınca namaz vakti geldi. Yolun kenarındaki görkemli görüntüsüyle; gel namazını burada kıl, rahat edersin diyen bir caminin önünde mola verdim. Cami hınca hınç doluydu. Ama bir anormallik vardı. Cami buz gibiydi. Dışarıdan fazla üşüdüm içeride. Dondum desem yeridir. O kadar kalabalık cemaatin nefesi bile ısıtamamıştı camiyi.

Bugüne kadar farklı birçok camide namaz kıldım. Hiç bu kadar üşümemiştim. Anlaşılan bu caminin ısıtma sistemi, kış girdi gireli hiç devreye sokulmamış. Termometrelerin 3-4 derece gösterdiği sıcaklık, cami içinde eksilerdeydi. Kılınan namaz, vakit namazı olsa üç beş cemaat için yakmaya gerek yok diyeceğim. Cuma namazında da bu caminin ısınma sistemi devreye sokulmayacaksa ne zaman devreye sokulacak?

Dişlerim takırdarcasına dinledim hutbeyi. Bu arada son yıllarda dinlediğim güzel hutbelerden biriydi hutbe konusu. Maalesef bu güzel hutbeyi, tam kendimi vererek dinleyemedim. (Bu konuya bir başka yazımda değineceğim inşallah.)

Cumanın son sünnetini kılmadan dışarı attım kendimi. Benimle beraber soluğu dışarıda alanların sayısı da az değildi. Adeta kaçıştılar. Neredeyse cami boşaldı. Belirtisini de akşam eve gelince hissetmeye başladım. Kah hapşırıyorum kah burnumu çekiyorum kah öksürüyorum. Boğazımda ise yanma var. Başımdaki ağrı da işin tuzu biberi. Hasılı gribin tüm belirtilerini taşıyorum ve ikide bir soluğu lavaboda alıyorum. Ne alt duruyor ne de üst. Bilirim bu, beni öldürmeyecek ama hafta sonumu zehir ettiği gibi etkisini birkaç gün sürdürecek. Bakalım kime satarım. Bu arada yok mu alan? Yok mu beni bu hastalıktan kurtaracak olan…

Böyle şifayı kapacağımı bilseydim, adıma çıkan grip aşısını vurdururdum. Nereden bilebilirdim, yolum bu camiye düşecek ve böyle bir havada bu cami yanmayacak. Ne bilirdim bu caminin, “Bir daha bana gelirsen görürsün gününü” diyeceğini.

Öyle zannediyorum, cemaatin önemli bir kısmı da benim gibi yolcu idi. Vakit gelince bu camiye girmişti. Bir daha bu camiye girerler mi bilmiyorum. Ben kendi adıma söyleyeyim: Bir daha yolum bu camiye düşerse herhalde namazımı bu camide kılmam. Hele kış günü, asla! Allah affetsin der, yoluma devam eder ve vebali imamın boynuna derim. Hatta bundan sonra yaz günü bile bu camiye girmem. Çünkü namaz kılarken bu yaşadığım, aklıma gelecek ve kendimi namaza veremeyeceğim. İyice naçar kalırsam yol üzerindeki diğer seçenekleri değerlendiririm.

Vaktim olsaydı, tüm cemaat dağıldıktan sonra görevliye, caminin ısınma sisteminin niçin devreye sokulmadığının hikmetini sormak isterdim:

-Caminin yakıtı karşılayacak imkanı mı yoktu? (Namaz kıldığım cami, kenar-köşe, fakir bir muhitin camisi değil. Aksine imkanı bol bir mahallin camisi. Şadırvanı, tuvaleti, minaresi ve büyüklüğüyle zaten kendini gösteriyor.)

-Caminin kalorifer sistemi arızaya mı geçti? (Caminin kalorifer sistemi, dünden bugüne arızaya geçmiş olamaz. Eğer öyle olsaydı yani daha önce bazen yanmış olsaydı, cami bu kadar soğuk olamazdı. Görünen, kış girdi gireli, bu cami, kışın bütün soğuğunu içine çekmiş.)

-Kaloriferi yakacak bir görevli yok muydu? (İmam, bu benim görevim değil düşüncesindeyse, bu durumu cemaatine söylese kaç tane gönüllü çıkacağından eminim.)

-Bu durum, imamın keyfi bir uygulaması mıydı? (Kim bilir? Bunu bilmek için görevlinin içine girmek lazım.)

-Nasılsa cemaat kalabalık olur. Cami, nefeslerle ısınır diye mi düşündü? (Eğer böyle düşündüyse kendisi de gördü ki o kadar kalabalık cemaate rağmen faydası olmadı.)

-İmam, tasarrufu mu düşündü? (Eğer böyle bir düşüncesi varsa, bu durumda şu soruları sormak isterim: Acaba odasında elektrikli soba var mı, yok mu? Kendisi, hutbe okumak ve namaz kıldırmak için cemaatin arasına karıştığında odasındaki elektrikli soba hala yanmaya devam ediyor muydu? Eğer böyleyse imamın bu hareketine ancak kendine Müslüman denir.)

-Bu soğukta kaç cemaat, hutbeyi bir güzel dinleyebildi ve namaza kendini verebildi? (Benimle beraber çoğunluk camiden çıktığına göre anormallik sadece bende değil.)

-İmam kaloriferlerin yakılmasını unutmuş olabilir mi? (Hutbenin sonunda yapımı devam etmekte olan camiler için yardım toplanmasını hatırlatmayı nasıl ki unutmuyorsa bunu da unutmamalıydı.)

-Sebebi her ne ise bu durumu hutbe bitiminde görevli bir güzel izah edebilir. Bu duruma kimse bir şey demezdi.ben de bu durumu yazı konusu edinmezdim.

Bu soğukta öğrenciler, kaloriferi yanmayan bir okulda ders işlemiş olsalardı, veliler isyan eder; okul yönetiminden şikayetçi olurlar ve okul yönetimi hakkında inceleme ve soruşturma başlatılmasına sebep olurlardı.

Burada Diyanet’e büyük görevler düşüyor. Bu iş sadece camiye görevli atamakla, haftada bir Cuma hutbesi hazırlayıp alın, bunu okuyun, demekle olmaz. Camilerin işleyişi sadece görevli kişilerin inisiyatifine bırakılmamalı. Camiler, insanımızın gönül huzuru içinde ibadetini yapabileceği yerler olmalı. Bunun için görevlilerin önce bilgilendirilmesi, takibi ve yerinde denetimi yapılmalı. Bu konuda il ve ilçe müftülüklerine büyük görevler düşüyor.


*18/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 


13 Ocak 2021 Çarşamba

Sordun, Olmaz! *

Bu ülkede kimi zaman doğal kimi zaman da suni krizler çıkar ya da çıkarılır. Bu krizler bir müddet gündemi işgal eder, çözülür veya çözülmez sonra gündemden düşer. Çünkü fazla devam etmesinin bir anlamı yoktur. Zira bu vesileyle ya gündemden bir şeyler saklanmıştır ya da istenen olgu oluşturulmuştur. Kimi krizler bir daha gündeme gelmezken kimisi de ısıtılıp ısıtılıp tekrar önümüze konur. Bir krizimiz var ki değişmeyen kaderimizdir bu. Bunun adı ekonomik krizdir. Bu kriz bizi belirli periyotlarla yoklar. Her gelişinde de bazılarını ve fırsatçıları ihya etse de orta ve dar gelirliyi bitirir. Elinde avucunda ne varsa alır götürür.

Böyle bir kriz öncesi, ayağımı yerden kesecek LPG'li bir arabanın sahibi oldum. Hükümet, krizi aşmak için LPG'li araçlara medet bağlamış. Benzin ve dizel araçların dört katı MTV düzenlemesine imza attı. Bu karar, Anayasa Mahkemesinden döner düşüncesiyle çoğu LPG'li araç sahibi bu vergiyi yatırmadı. Ne olur ne olmaz, sonrasında bu katmerli verginin bir de faizini ödemeyeyim endişesiyle gidip gününde yatırdım. 

Bir duydum ki MTV'yi katmerli yatıranlar, dilekçe verdikleri takdirde Anayasa Mahkemesi ilgili düzenlemeyi iptal ettikten sonra fazla ödemelerini geri alabileceklermiş. Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye işlemez ama bir umut deyip dilekçe yazmaya karar verdim. 

Dilekçe yazacaktım ama dilekçeyi kimin adına verecektim. Çünkü arabanın kaydını üzerime alamamıştım. Ne var ne yok, tüm artırdığımı bu eski modele vermiştim. Dilekçeyi kendi adıma mı vereyim, onun adına mı? Kendi adıma versem, araç üzerime kayıtlı değil. Arabanın resmi sahibinin adına versem, o kişiyle aynı ilde yaşamıyoruz. İlgili resmi kurum müdürünün yanına girip bu durumu izah ettim. Müdür bana “Arkadaş, bize bu durumu izah etmeden gelip dilekçe verseydin, kimin adına versen kabulümdü. Siz dürüstçe açıkladınız. Bu durumda olmaz" dedi. 

Müdür nezdinde dürüst olmam, dilekçemin işleme konmamasına sebep oldu. Gerçi katmerli vergiyi Mahkeme iptal etti. Dilekçe verenler de fazla ödemeyi geri alamadı. Üzerine bir bardak soğuk su içip hayatlarına devam ettiler. Bu vergiyi yatırmayanlar ise haliyle karlı çıktı.

*

2000’li yıllarda Adana’dayım. Aracımın muayene zamanı geldi. Günü geçtiği zaman faiz işlemese de bir kontrolde polisin aracımı bağlama durumu vardı. Yol bilmem, yolak bilmem, nereye gideceğim bilmem. Tanıdığım bir polise durumu söyledim. “Boş ver, binmeye devam et. Muayene yaptırmana gerek yok. Polis yakalarsa benim adımı söyle, yeterli” dedi. Abi, sağ olasın ama ben kaçak köçek işleri sevmem. Şunun muayenesini yaptıralım, dedim. “O zaman ruhsatı ver, ben hallederim,” dedi. İstasyon görevlileri, “Aracı bari görelim” demişler. Tanıdığım arabayı götürüp getirdi. Ödediğim cüzi miktar parayla aracım muayene edilmiş oldu.

Bir sonraki muayene zamanı geldiğinde tanıdığım polise tekrar yük olmaktansa bu sefer kendim yaptırayım dedim. Araç muayene istasyonunun yerini öğrenip gittim. Arabama bakılmadan aracımın muayenesi yapıldı. Ödemeyi yaptıktan sonra memur şurayı imzala diye önüme bir evrak uzattı. İmzalayacağım yerde ismim yoktu. Arabanın önceki sahibinin adı vardı. Çünkü hala aracı üzerime almamıştım. Polise, isim benim değil ama dedim. Polis bana, “Sordum mu? İmzala şurayı” dedi. Haklıydı adam. Sormamıştı zira. Şom ağızlığım, neredeyse pişmiş aşa su katacaktı. Hiç sesimi çıkarmadan imzaladım. Arkama bakmadan oradan ayrıldım.

Bu anekdottan anladığım, kamuda memura ve amire bir konuda “Efendim, mesele şöyle. Ben böyle yapabilir miyim” demeyeceksin. Çünkü kazara sorarsan zaten cevap hazır: Olmaz. Hazretli, sorarsa ancak o zaman cevap vereceksin. Sormuyorsa, ağzını açmayacaksın ve işini çıkaracaksın. Böyle yapmazsan, maazallah, sonucuna katlanırsın.


*03/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 


12 Ocak 2021 Salı

Bu Öğretmen Milletinin İşi İş! *

Nagehan Alçı’yı ne okurum ne de TV kanallarına çıktığı zaman takip ederim. Kanalları gezinirken konuşur görürsem, es geçerim. Sayın Alçı,“Okulları kapalı tutarak bir nesli mahvetmek üzereyiz” başlıklı bir yazı kaleme almış. Yazısının içinde geçen “Öğretmenler rahata alıştı sanki” kısmı başta öğretmenler olmak üzere çoğu kimsenin tepkisine neden oldu. Ne demiş diyerek yazısını bularak okudum.

Kadın, baştan sona “Okulların kapalı tutulmasından dert yanıyor. Başka ülkelere göre en uzun süreli okul kapatmanın bizde olduğundan dem vuruyor. Çocuklar markette, her yerde ama okullara alınmıyor. Böyle giderse bir nesli yok ederiz” diyor özetle. Yazının tümüne birden bakarsak haklı bir haykırış var ve tespitleri doğru. Açıkçası bu kadar tepkiyi anlamış değilim. Hele bir cümleye takılıp kalmayı hiç doğru bulmuyorum. Çünkü o cümle yani “Öğretmenler rahata kavuştu sanki” cümlesi, yazıdan çıkarılabilecek bir ana fikir bile değil. Diyelim ki burada öğretmenlere bir sataşma var. Tepki göstereceğiz. “Sayın Alçı, okulların kapalı olmasının müsebbibi biz değiliz. Sizin gibi biz de bekliyoruz. Bunu MEB’e iletin. Bilim Kurulunu aşarak bunu başarabilirseniz bundan biz de memnuniyet duyacağız. Uzaktan eğitim derslerinde verimin ve geri dönüşün olup olmadığını gözünüzle görmek isterseniz, sizi derslerimize misafir kabul etmek isteriz.” şeklinde bir tepki daha şık olmaz mıydı? Eğitimcilere de böyle bir üslubun çok güzel yakışacağını düşünüyorum.

Gelelim çok tepki gösterilen “rahatlık” meselesine…

Bu rahatlık bakış açısına göre değişir. Öğretmenler hem rahat hem değil diye düşünebiliriz. Rahattır. Çünkü soğuk ve sıcakta belli bir mesafe kat etmeden evinden veya bulunduğu yerden okulunca belirlenen ders programına göre dersini veriyor. Bu, rahatlık değil mi? Burada zaman kaybı, fiziken yorulma ve derse yetişeceğim, trafiğe takılacağım telaşesi yok.

Öğretmenler rahat değil. Bunu derken öğretmen tıpkı okuldaki görevini evinde yerine getiriyor. Neler yapıyor?  

1.      Okulunun verdiği haftalık ders programını, EBA’daki “Harici canlı ders ekle” butonunu açarak işleyeceği dersin konusunu, sınıfını, saatini, dersi işleyeceği platformun linkini, şifresini, şubesini, ünitesini ve dersine girecek öğrencileri belirliyor ve kaydediyor. Tüm bunları yaparken sistem arıza verdiği zaman sorunu çözmek için okulların öğretmen grupları geç vakte kadar yazışma yapıyor ve sorunu çözüyorlar.

2.      İşleyeceği dersi öğrencilerine duyurmak için tüm sınıfın veli/öğrenci telefonlarını kaydederek bir iletişim grubu kuruyor, link gönderiyor. Buradan öğrenci ve velileriyle haberleşiyor. Dersine kimin katılmadığını anında veliye bildiriyor. Ödevini buradan veriyor. Dersine sürekli katılamayan öğrencinin velisine ulaşıyor ve niçin katılamadığını araştırıyor. Hepsi olmasa da çoğu öğretmen, planlanan dersinin dışında akşam, zoom üzerinden ilave ders yapıyor.

3.      Dersini saatinde açan öğretmen, tüm öğrencilerinin derse katılımını “Günaydın, hoş geldin” diyerek tek tek karşılıyor.

4.      Öğrenci çözemediği soru için öğretmenine whatsapp aracılığıyla soru gönderiyor, ödevini soruyor. Öğretmenler anında cevap veriyor.

5.      Hafta sonu geldiğinde öğretmen, ben tatilim demiyor. Milli Eğitim Müdürlüklerinin her cumartesi ve pazar günleri, farklı sınıflara yaptığı kazanım değerlendirme sınavlarına öğrencilerinin katılımını sağlıyor. “Şu katılmadı, bu katılmadı, şöyle katılacaksınız, şifreleriniz bunlar…” yazışmalarını yaptığına inanmazsanız, her şeyimizi kaydeden Whatsappa sorabilirsiniz. Sınav bittikten sonra da sınav analizi hazırlamak zorunda öğretmen.

6.      Öğretmenin işlediği canlı dersine, öğrencinin dışında evde olan herkes katılıyor. Yani sınıf mevcudundan fazla kişi dersi dinliyor. Bir öğrenciye soru sorduğunda, öğrenciden cevap alamazsa aynı anda Whatsappına anne, “Öğretmenim, sorduğunuz soruyu çocuğum biliyor. Yalnız mikrofonu bozuk” cevabını alan öğretmen sayısı az değil. Yani ders herkese alabildiğine açık ve şeffaf. Sayın Alçı da bu derslere katılabilir.

7.      Dersini vermeden önce öğretmenin ilgili konusuna hazırlığını, oluşturacağı ders materyalini saymaya gerek yok sanırım.

8.      Evinde işlediği derslerin yanında haftada bir gün de okuluna gidip yapılan toplantıya katılmak zorunda öğretmenler.

9.      Dersi, bire bir öğrencinin okumasına bağlı olan uygulama derslerinde ise öyle öğrenciler var ki “Öğretmenim! Ben ders okumak istiyorum, dersime hazırım. Beni okutmak için müsait misiniz?” mesajı gönderdiğini gecenin 11’inde öğretmenin zoomu açıp öğrencisiyle bire bir ders yaptığını öyle zannediyorum, çoğunuz gibi Nagehan Alçı da bilmiyordur.

10.  Teknik vs nedenlerle dersini işleyemeyen öğretmen, çocukların uygun olduğu bir saatte dersini yapıyor…

Hasılı, yüz yüze öğretimde olduğu gibi dersini ayakta işleyemeyen öğretmen, canlı derslerde de zamanla yarışarak bir koşuşturma içine giriyor ve en az yüz yüze eğitimde olduğu gibi yoruluyor.

Buna rağmen bu aşamadan sonra okulların açılması, çoğu öğrencinin ve öğretmenin işine gelir mi? Doğrusu açılması. Mantık da bunu kabul eder. Ama vücut ve insanların psikolojisi buna hazır mı? Buna pek hazır diyemeyeceğim. Çünkü vücut işe gitmeden evde iş yapmaya alışmıştır. Bu da doğaldır. Malumunuz çoğu öğrenci ve çalışanda pazartesi sendromu olur. Pazar gününden başlar bu sendrom. Pazartesi okul veya işe ölümüne gider ama akşamına alışır. Marttan bu yana bazı sınıf kademelerinin kısa süreli yüz yüze eğitim yapmasının dışında bu ülkede 10 aydır okullar kapalı. Dile kolay. Uzun süre işinden uzak olan öğrenci ve öğretmen elbette ilk etapta zorlanacaktır. Keşke açılsın da varsın tüm zorluk bu olsun.

Bu arada öğretmenlerim! Siz de pek alıngan olmayın. Bugüne kadar Nagehan Hanım’a gelinceye kadar yüz yüze eğitim yaparken bile az mı eleştiriye tabi tutuldunuz? Her şeyin müsebbibi olarak sizler gösterilmediniz mi? Maalesef toplumun bir kesiminde böyle bir algı var. Ağzınızla kuş tutsanız dahi bu kesime yaranamazsınız ve bu algıyı değiştiremezsiniz. Bırakın balık bilmezse Hâlık bilsin.

*13/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

11 Ocak 2021 Pazartesi

Üniversitelerimizi Nasıl Bilirsiniz? *

Boğaziçi Üniversitesine yapılan rektör ataması Türkiye’nin gündemine oturdu. Atanan rektör üzerinden taraflarca olurdu, olmazdı tartışması yapıldı. Boş bir tartışma bana göre. Bu yapısıyla üniversitelerin başına Ali gelse ne olur, Veli gelse ne olur? Bilirim ki bu tartışma bir süre devam eder sonra herkes mevcut duruma alışır gider.

İsterdim ki üniversiteler masaya yatırılsın. Çünkü üniversitelerimiz toplumun beklentilerinden, gençleri mesleğe hazırlamaktan ve Türkiye’nin istihdam alanını gözetmekten, buna göre eğitim-öğretim planı ve bilimsel çalışma yapmaktan, bu ülkeye bir katma değer üretmekten çok uzak. Hatta çoğu üniversite ve çoğu bölümler bu ülkenin sırtında bir kambur.

İsterdim ki üniversitede okuyan öğrenciler arasında, okuduğu bölümden memnun olup olmadığına dair bir memnuniyet araştırması yapılsın. Böyle bir çalışma yapılırsa, yüzde 90’ın üzerinde bir öğrencinin, bölümünden memnun olmadığını görürsek hiç şaşırmayalım. Çünkü istihdam alanı itibariyle birkaç bölüm dışında hiçbir bölüm çocuklara umut vermiyor.

İsterdim ki 20 bin üniversite içerisinde ilk beş yüze giren kaç üniversitemizin olduğu tartışılsın. Görüyoruz ki ilk beş yüzde, otuz yıllık bir geçmişi bile olmayan sadece Koç Üniversitesi var. İlk bine giren üniversitelerimiz arasında sırasıyla Sabancı, Bilkent, Orta Doğu, Boğaziçi, İTÜ, Ankara, Hacettepe ve İstanbul Üniversitesi var. Diğer köklü üniversitelerin sıralamada esemesi okunmuyor. Halbuki çoğu üniversite, rektöründen öğretim görevlisine varıncaya kadar -tepeden tırnağa- tüm personeli belli dini, etnik grup, STK ve düşünceye mensup kişilerden oluşuyor. Buna ahbap çavuş ilişkisi ve beşik ulemalığı da diyebiliriz. Bunların önlerinde akademik çalışma yapmak, bilimsel makale yazmak ve üniversitelerinin itibarını yükseltmek ve korumak için hiçbir engel yok.

İsterdim ki 2020 Mart ayından itibaren bu üniversiteler niçin yüz yüze öğretim yapmıyor, tartışılsın. MEB, “Şu gün açacağım, bugün açacağım, kademeli açacağım, seyreltilmiş eğitim yapacağım, Bilim Kurulunun önerisini bekliyorum…” diyerek verdiği umutlar gerçekleşmese de okullarını açma çabası var. Üniversitelerin böyle bir derdini ben göremedim. Hepsi, 2020-2021 öğretim yılı başlamadan “Biz uzaktan eğitim yapacağız” diyerek köşelerine çekildiler. Herkesin gözü MEB’e bağlı okullarda olduğu için üniversiteler bu uzaktan eğitimi de ne derece yapıyorlar? Bunu bilmiyoruz. Her şeyden geçtim. Mesleği, uygulamaya dayalı tıp, hemşire, ebe, mühendis vs. olanlar, pratik yapmadan ya bir üst sınıfa geçiyor ya da mezun oluyor. Bu kişiler, mesleklerini ne derece sağlıklı ifa edebilecekler, tartışılır. İleride bunlara pandemi mezunu/nesli denirse hiç şaşırmam.

İsterdim ki belli düşüncelere peşkeş çekilmiş ya da parsellenmiş 200’ün üzerindeki üniversitelerimizin, kaçında farklı düşüncede kaç akademisyen var? Hangi üniversite hangi düşüncenin kalesi ya da çiftliği? Belli bir düşünce ve fikrin kalesi olan bu üniversiteler ne derece özgür ve özerk ne derece bilimsel çalışma yapıyor? Adrese teslim öğretim görevlisi almakla, bu ülkede bilim adamı yetişir mi? Üniversitelerin bugünkü durumundan,  her devirde hiç elini çekmeyen siyasilerin payı yok mu? Bunlar tartışılsın. Üniversitelerin bu görüntüsü çok iyi ise aynen devam edelim. Yok, iyi değilse bu hastalığımızdan ne zaman kurtulmayı düşünürüz? Gecikmiş de olsa bunu konuşalım.

Yazımı bitirirken üniversitelerimizin kendini bulabilmesi, bu ülkeye katkı sunabilmesi, bilimsel çalışma yapabilmesi ve itibar kazanabilmesi isteniyorsa, öncelikle şu yolu açmamız lazım: Tüm üniversitelerimiz, her düşüncedeki insanın, bileğinin hakkıyla akademisyen olabileceği yerler olabilmeli. Hiçbir üniversitemiz belli bir düşüncenin kalesi olmamalı. (Mevcut çöreklenmenin önüne geçmek için belli bir süre bir üniversitede görev yapan öğretim görevlilerine rotasyon getirilebilir.) Üniversitelerin yönetim kadroları da birilerine ulufe dağıtılan yerler olmaktan çıkarılmalı. Öğretim görevlilerine de bilime hizmet ve bilimsel çalışmaya teşvik amacıyla yazdığı makale ve alanında yaptığı bilimsel çalışmalara göre performans sistemi getirilebilir.

*15/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

 

10 Ocak 2021 Pazar

Whatsapp Bizi Sırtından mı Atıyor?

—Whatsapp, 08 Şubattan itibaren koşullarını ve gizlilik ilkesini güncelliyormuş. Güncellemeyi kabul edenler yürürlüğe girecek yeni şartları kabul etmiş olacak, kabul etmeyenler ise bu tarihten itibaren Whatsapp hizmetinden yararlanamayacak. Whatsapp bu şartları bize dayatıyor. Zira AB ülkeleri bu kapsama dahil değil. Bu konuda ne dersin?

—Bu şartları ya kabul edip yoluna devam edeceksin ya da başka alternatiflere yönelip onları yükleyeceksin.

—Whatsappı bu durumda kabul etmek demek, mahrem bilgilerimizi kendi onayımızla onlara teslim etmiş olacağız demektir. Çünkü bu yeni güncelleme ile bilgilerimizi kullanabilecekmiş.

—Yahu, mahrem bilginin ne işi var böylesi dijital ortamlarda?

—Ama herkes böyle yapıyor.

—İyi de mahrem bilgiler sır gibidir. Sende kaldığı müddetçe senin esirindir. Bir yere kaydettiğin zaman artık sen onun esirisin. Sonra bugüne kadar Whatsappın bu özel bilgileri kullanmadığına dair bir garantin var mıydı? Belki de çoktandır kullanıyor. Adını, sanını bilmediğin yerlerden sana gelen mesajlar, senin bilgilerinin firmalara satıldığını gösterir. Yani sana özel bilgilerinden istediğini, bal gibi kullandı. Whatsapp böyle bir güncelleme yoluna giderek ileride kendi aleyhine açılacak dava ve tazminatlardan kurtulmak istiyor. Sanki bir başka şeyden daha doğrusu bizden de kurtulmak istiyor gibi.

—Nasıl?

—Şu ana kadar Whatsapp aracılığıyla ve diğer sosyal medyalar aracılığıyla yazdığımız, çizdiğimiz her türlü bilgiler elinde. Bu bilgileri yeterli görmüş olabilir. Çünkü çıktığı andan itibaren topladığı veriler bizim nasıl biri olduğumuzu, yumuşak karnımızın ne olduğunu, neden zevk alıp neden nefret ettiğimizi, sinir uçlarımızı vs fazlasıyla ele verir. Fazlası tekrar olur. Gereksiz depolama olur. Çünkü her bilgiyi depolamak için yeterli depolama gerekli. Fazla tekrar bezdirmiş olabilir.

—Nasıl?

—Whatsaapp, Facebook gibi sosyal medya aracılığıyla o kadar yavan, bayat bilgiler paylaşılıyor ki iyice gına gelmiş olabilir. Belki de bizden istedikleri, ileride kullanabilecekleri özgün bilgiler. Kuru, yavan ve bayat bilgileri ne yapsın?

—Mesela?

—Çoğu dini bilgiler, asparagas ve algıya dayalı haberler, resim formatındaki cuma mesajları

—Cuma mesajları derken?

—Birbirinin aynısının bezerinin fotokopisi olan cuma mesajları perşembe akşamından cuma akşamı geç saatlere kadar dolaşımda. Bu, her hafta devam ediyor. Bunlar da depolamada yer işgal ediyor.

—Anladım.

—Bir de bizim restimize rest diyor olabilir.

—Yani?

—Mesela bazıları, “Yarın tüm fotoğraflarınızın izinsiz kullanabileceği yeni Facebook kuralı yürürlüğe girecek. Bugünün son teslim tarihi olduğunu unutmayın! Paylaşımlarınız mahkemede, size karşı kullanılabilir. Paylaştığınız her şey bugünden itibaren herkese açık hale geliyor, mesajların veya fotoğrafların silinmesine izin verilmiyor. Basit bir kopyala ve yapıştırmanın maliyeti yok, üzgün olmaktansa güvende olmak daha iyidir. Facebook'a veya Facebook ile ilişkili herhangi tüm şirket, marka ve uygulamalara hiçbir fotoğraf, bilgi, mesaj veya gönderimlerimi kullanma izni vermiyorum. Bu açıklama aracılığıyla, Facebook'a bu profilin içeriğini bana karşı kullanma, kopyalama, dağıtma izni vermediğimi beyan ederim. Bu profilin içeriği özel ve gizlidir. Mahremiyet ihlali suçtur. Facebook artık halka açık bir şirkettir.” şeklinde yazılmış bir yazıyı durmadan paylaşıp duruyor. Hatta bazıları bu yazının içine Whatsappı da dahil ederek paylaşıyor. Tüm bunları yani restleri gören Whatsapp, şunlara bir de ben rest çekeyim, bakalım ne yapacaklar demek istiyor olabilir.

—Ne olacak şimdi?

—Olacağı, sanırım büyük çoğunluk alternatiflere yönelecek.

—Hangileri var?

—Telegram, Bip, Dedi gibi

—Telegram hakkında ne dersin?

—Ruslarınmış. Whatsapp kadar kullanışlı imiş.

—Bu güvenilir mi?

—Tekrar başa dönmeyelim. Kime, nasıl güveneceksin? Adı üzerinde Rus yapımı. Büyüklerimiz “Ayıdan post, Rus’tan dost olmaz” derlerdi.

—Bip?

—Adı üzerinde Bip. Yerli deniyor ama çok kapsamlı ve kullanışlı değil. Bir ara çoğunluk Bip’e geçmişti. Sonra herkes terk etti.

—Dedi nasıl isim böyle?

—Beğenemedin mi?

—Sen yükleyeceksin Dedi’yi, karşıdaki yükleyecek Dedi’yi. İki Dedi bir araya gelince olacak bir dedikodu. Zaten yaptığımız da bu değil mi?

—Peki, bu Bip’e ve Dedi’ye güvenilir mi?

—Kendinden başka kimseye güvenmeyeceksin. Bunlar da Whatsapp gibi seni yarı yolda bırakabilir. Bilgilerini paylaşıp satabilir. Hepsi senin gibi çiğ süt emmiş bunların.  Ayrıca yarın bunları Whatsappın almayacağına bir garanti mi var? Çünkü Facebook, hepsine parayı bastırıp alabiliyor. Whatsapp da öyle olmadı mı? Hangi bir firma yüklü miktarda bir parayı görünce satmaya kalkmaz ki…

—Bu durumda ne yapalım?

—Ne yapacağını bilemem. Zira ben de ne yapacağımı bilmiyorum. Bildiğim tek şey bugüne kadar Whatsappın pazarıydık, bugünden sonra da bir başkasının pazarı olacağız. Bizim kendimize biçtiğimiz rol bu. Birileri yapacak, biz de kullanacağız. Buna sen ister kullanma de ister kullandırma de. Fark etmez. Sonuç aynı kapıya çıkar.

—Konuyu kapatmadan söyleyeceğin var mı?

—Bu mahrem bilgilerin kullanılmasından pek korkmamak lazım. Zaten korkacağımız kadar bilgi ve doküman var ellerinde. Ayrıca tüm konu, Whatsapptaki bilgiler değil ki. Bizler elimizdeki bu telefonlar sayesinde mahremiyetimizi kaybettik zaten. Bunlar sayesinde 7/24 kayıt altındayız. Gittiğimiz yeri de biliyor, girdiğimiz yeri de. Hatta girdiğin yerin neresi olduğunu bilemesen bile “Burayı nasıl buldun. Puanlar mısın” mesajı geliyor sana. O yüzden akıllı telefon kullandığın müddetçe senin hiçbir mahremiyetin yoktur. Yeter ki cemaziyelevvelini pardon mahremiyetini ortaya dökmek istesinler. Senin unuttuklarını bile bir bir sıralar ve gözünün önüne getirirler.

—Ne yapacağız bu durumda?

—Yapacağın tek şey her türlü teknolojide nasılsa bir başkasının velinimetiyiz. Biz onlara müşteri olmaya devam edelim. Tüm bunları yaparken de “Biz öyle bir milletiz ki…” diye övünmeye devam edelim ve hiçbir şey üretmeyelim.

—İçimi kararttın artık. Bu konuşmaya bir son veriyorum.

—Dur hele bir de cuma mesajcılarının içini karartayım. Sonra sen yoluna, ben yoluma.

—Onlara ne oldu?

—Ne olacak? Ellerindeki hazır resimli cuma mesajını her perşembe akşamından bir tuşla kayıtlı numaralara gönderiyorlardı. Bundan sonra bunların işi zor.

—Niye ki?

—Niye olacak. Bundan sonra istediği herkese aynı mesajı gönderemeyecek. Çünkü kimi Telegram, kimi Dedi, kimi Bip yükleyecek, kimi de Whatsappta kalacak. Hepsine göndermek isterse bunların hepsini telefonuna yüklemesi gerekecek.

—Daha neler! Bu kadar da değildir herhalde.

—Sen bilmezsin bu mesaj grubunu. Sana ulaşmak için her yolu denerler. Tüm yollar bitse evine kadar gelip sana “hayırlı cumalar” bile derler. Çünkü istenmemesine rağmen onlar için cuma mesajı göndermek, içki müptelası gibidir. Sen “Arkadaş, bana gönderme” desen de göndermeye devam ederler. Hatta Whatsappla gönderdiği mesaj, belki gitmemiş olabilir diye mesaj yoluyla da teyit edenler bile var. Belki de Whatsapp bu cuma mesajlarından kurtulmak için bizi üzerinden atmak istedi. Kim bilir?