29 Aralık 2020 Salı

“İçkiyi Azalt” *

Camilerdeki saf düzeni, bir boşluktan iki boşluğa çıkartılınca cami birden dolar oldu. Bundan dolayı bir defasında cuma namazını dışarıda kılmak zorunda kaldım. Eski kışlardan eser kalmasa da kış kıştır, işin ucunda üşümek de var deyip yer kapmak için camiye daha erken gitmeye başladım.

Girdim camiye. İmam vaaz veriyor. Konu da piyango bileti üzerineydi. “İstanbul’daki meşhur ablanın bayisinden bilet almak için uzun uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Helal paranıza haram karıştırmayın. Bu, dinimizde haramdır…” şeklinde konuştu. O konuştu ben ve cemaat sessizce dinledik.

Ezanın ardından ilk sünneti kıldıktan sonra imam hutbe irat etmeye başladı. Elindeki hutbeyi okudu. Hutbe de içki üzerineydi. İçkinin zararları üzerine durdu.

Vaazı dinlediğim gibi hutbeyi de dinledim. Dinlerken de Adıyaman Kahta’da birlikte görev yaptığım meslektaşım Mahmut Orman aklıma geldi. Sessiz-sakin, kendi halinde, nur yüzlü meslektaşımın biraz da göbeği vardı. Kulakları çınlasın.

Mahmut Hocam, bir ilaç yazdırma veya mevsimsel bir hastalık dolayısıyla doktora gider. Doktor reçeteyi yazarken bir eliyle de Hocamızın göbeğine dokunur ve “İçkiyi biraz azalt” tavsiyesinde bulunur. İçkinin hiçbir türünü ağzına almamış Mahmut Hocam, doktora ne cevap verdi bilmiyorum ama anlatılır anlatılır gülerdik. Zaman zaman karşılaştığımız zaman kendisine “İçkiyi azalt” muhabbeti yapardık. Bereket, doktorun tavsiyesine uyup içkiyi azaltmak için içkiye başlamamış.

Bu anekdotu anlattıktan sonra sadede geleyim. Bu vaaz ve hutbeyi dinlediğim tarih, 25 Ocak. Yani yılbaşına altı gün kala. Belli ki vaaz ve hutbe konuları da yaklaşan yeni yıla uygun seçilmiş. Geçen yılın ve hatta önceki yılların son haftasının vaaz ve hutbeleri de kuvvetle muhtemel aynı konular üzerineydi. Anlamadığım, biz her yıl aralık ayının son haftasında bu konuları işlemek ve dinlemek zorunda mıyız? İçki sadece yılbaşında mı içiliyor? Müptelası için günlük çay içmek gibidir. Sabah-akşam içer. Bunun için illa yılbaşını beklemesi gerekmiyor. Üstelik bu yılbaşında tüm eğlence yerleri kapalı ve sokağa çıkma yasağı uygulaması vardı. İçecek olan, gündüzünden alıp evinde kafayı çekti. Aynı şekilde Milli Piyango bileti ve diğer şans oyunları sadece yılbaşında satışa sunulmuyor. Müşterileri her daim bu pazara para yatırıyor. Mevzubahis olan, 31 Aralıkta yapılacak çekiliş, büyük ikramiye olduğu için daha fazla dikkat çekiyor sanırım.

Bir diğer konu, ben ve o camiye gelenlerin kahir ekseriyeti, zannı galiple söylüyorum, ne Milli Piyango bileti alır ne de içki içer. En azından ben ne Milli Piyango bileti ne şans oyunlarına dair bir bilet aldım ne de içki içtim. Bilet alan veya içki içenler varsa çoğunluğu öyle zannediyorum, camide değiller. Eğer varlarsa da yıllardır yapılan vaaz ve hutbeler kendilerine tesir etmemiş, belli ki. Yani bir azınlığı temsil ediyorlar camide. Hasılı, hocamız, sözünü meclisten içeriye değil de dışarıya söyledi. İsterdim ki sözümüz hep meclisten içeriye olsun ki müstefit olalım. Hutbe ve vaazlarda sık başvurulan bu yöntemden vazgeçmek lazım diye düşünüyorum. Çünkü içki içmeyen çoğunluğa, içki içmeyin ve piyango bileti almayanlara almayın demektir bunun Türkçesi. Çünkü muhatapların çoğu camide yok. Bu, karanlıkta kaybolan iğnenin aydınlıkta aranmasına benzer. Bu da bir faydaya haiz değildir.

Cami imamımız ve bu hutbenin seçilmesinden okunmasına yetkili olan Diyanet, gerçekten bu ülkede Milli Piyango bileti satılmasın, içki içilmesin diyorlar ve halkımızı bu beladan kurtaralım istiyorlarsa, bir defa cami dışına çıkmalıdırlar. DİB Başkanı, yetkililerden randevu alarak piyangonun kaldırılması ve içki üretiminin olmaması gerektiğine dair yetkililere bir brifing vermeli ve bir talepte bulunmalıdır. Ha buna güç yetirilmedi mi, din görevlileri aralarında organize olacak ve bir plan dahilinde araziye çıkacak. Gidecekleri yerlerin başında piyango ve içki bayileri olmalı. Önce onlarla bir diyalog ortamı oluşturmalı. Aralarında oluşacak bu hukuktan sonra icra ettikleri işin vahameti onlara anlatılmalı. Yaptıkları bu işi bırakmaları karşılığında yeni ve farklı bir iş üzerine onlara alternatifler sunmalı. İlk müşterin de ben olurum demeli. Ardından bayiden içki alanlara ve meşhur abladan (imanın deyimiyle) bilet almak için kuyruğa girmiş olanlara usulünce öğüt vermeli. Ne kadar başarılı olurlar, devlet bu gelirden vazgeçer mi, içki içenler içmekten, bilet alanlar bilet almaktan vazgeçerler mi bilemiyorum. En azından bataklığı kurutma iradelerini göstermiş olurlar. Ardından da camiye gelip bu uğurda şu mücadeleyi verdik, şu kadar kişiyi piyango bileti almaktan ve bu kadar kişiyi içki içmekten vazgeçirdik, hutbesini okurlarsa inanın, can kulağıyla dinlerim. Zira çok büyük hizmet etmiş olurlar. Böyle yapmazlarsa, her sene aralık son hafta hutbesini piyango ve içkiye ayırırlar, bizler de dinler dururuz.

Not. Yeni yılın herkese hayırlar getirmesini dilerim. Bu yılda hutbe konularını seçerken Diyanetin, rutini yerine getiren, bizi uyutan, bol tekrarlı hutbe konularını terk edip gönüllere dokunan konularla karşımıza çıkmasını temenni ediyorum.


*01/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Aralık 2020 Pazartesi

Süründüren Ücret *

—Yeni açıklanan asgari ücret konusunda bir şey demedin.

—Ne diyeyim? Hayırlı olsun.

—İyi mi oldu, kötü mü? Yüzde 21,56 zammı nasıl buldun?

—Şu anda bir şey diyemiyorum.

—Niye? Oran belli.

—Oran belli olmaya oldu da. Bu konuda değerlendirme yapmayı kendi açımdan erken buluyorum.

—Anlamadım.

—İşin ucunda sap gibi ortada kalmak da var.

—Ne alaka?

—Alakası şu: Bu ekonomik darboğazda bu oran az desem, işveren bana yüklenecek: “O kadar biliyorsan, bir işçiyi çalıştır da göreyim, diyecek. Çok desem, asgari ücretli “Gel bu fiyata sen geçin” diyecek. Çalışma Bakanı, “İşçilerimize enflasyonun üzerinde bir zam verildi. Onları enflasyona ezdirmedik, diyecek.

—Doğru, derler. Bu konuda kimseye kendini beğendiremezsin.

—Ama bunların ne dediğine ben pek bakmıyorum. Ben esas, bu tarafların dışında asgari ücreti, 2002 öncesi asgari ücretle kıyaslayanlardan çekinirim. Ben desem ki verilen bu zam, bu hayat pahalılığında yeterli değil desem, bu iki kesimin dışında bir kesim daha var ki dediğine seni pişman ederler. Bunları karşıma alamam.

—Ne demek istiyorsun? Biraz açar mısın?

—Daha önce birileri tarafından hazırlanmış ama kimin hazırladığı belli olmayan ve doğruluğunu kimsenin bilmediği öyle bir istatistiği, tablo halinde ortaya koyarlar ki ağzını açamazsın.

—Mesela?

—Mesela, 2002’de bir asgari ücretle, 8 çeyrek altın alınırken şimdi 9 çeyrek alınabilir. 2002’de 10 kg kırmızı et alınabilirken şimdi 12 kg alınabiliyor gibi. Hatta hızlarını alamayıp 2002’de trafiğe çıkan araç sayısı ile günümüzdeki araç sayısını bile verirler. Tablo bu şekilde uzar gider. Eski ve yeni tabloyu yan yana koyarak sana öyle bir veriler ortaya koyarlar ki “Tüh ya! Ben niye düşünemedim bunu, benim bu gerçeklerden niye haberim yoktu, keşke istatistik bilgisi konusunda biraz mürekkep yalasaydım, diyorsun.

—Evet, yapıyorlar bunu ama yapsınlar ne sakıncası var?

—Sakıncası yok da bir savunma refleksi seziyorum ben burada.

—Kim, niye savunsun ki?

—Asgari ücret zammının yeterli olmadığını söylemeni bile hükümete yapılmış bir eleştiri gibi görüyorlar. Halbuki asgari ücret konusunda esas yetkili işveren kesimdir. Burada hükümetin ve işçi temsilcilerinin çok bir etkisi yok. Buna rağmen savunma gereği duyuyorlar. Merak ettiğim, bu tabloları kim hazırlayıp niçin servis ediyor? Bunlar bu tabloları nereden elde ediyorlar? Acaba bu tabloya niçin gerek duyuyorlar? Halbuki her dönemi kendi dönemiyle karşılaştırmak lazım.

—Haklısın.

—Doğrusu, oran ne olursa olsun, asgari ücret, adı üzerinde asgari bir ücrettir: Ne öldürür ne ondurur ancak süründürür. Hasılı, asgari ücretlinin durumunu ne sen bana sormuş ol ne de ben cevap vermiş olayım. Allah geçim konusunda milletimize, asgari ücretle çalışanlara, işini kaybetmiş ve işyeri kapalı olan kişilere yardım etsin.

*30/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

27 Aralık 2020 Pazar

Zina ve Fuhuş İsnadı *

Zina ve fuhuş isnadına geçmeden önce halvet konusunu kısaca açıklamak istiyorum. Sözlükte “Bir yerin boş olması, o yerde hiç kimsenin, hiçbir şeyin bulunmaması; yalnız kalma veya biriyle baş başa kalma” anlamlarına gelen halvet kelimesi dinî literatürde, aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle -bir- kadının baş başa kalmasını, fıkıh terimi olarak sahih bir nikâhtan sonra karı kocanın, üçüncü bir kişinin izinsiz muttali (bir durum üzerine bilgi edinmek) olamayacağından emin bulundukları bir yerde cinsî birleşme olmaksızın baş başa kalmalarını ifade eder. (TDV An. Halvet, Orhan Çeker) Kısaca, evliliğinde sakınca olmayan iki karşıt cinsin, başkasının giremeyeceği bir yerde baş başa kalması demektir. “İzinsiz girilemeyen ev, oda, kapıları kapalı bahçe, çadır gibi yerler halvete mahal teşkil edebilir. Ancak mescitler, kapıları kapalı olmayan yerler, başkalarının geçebileceği açık alanlar, yollar, etrafı açık damlar halvete mahal olamaz. (TDV An. Halvet, Orhan Çeker)  İslam dini, “Zinaya yaklaşmayın…” ayeti gereğince zinaya giden yolları da yasaklar. Çünkü halvet de zina ortamını sağlayan ve zinaya giden yollardan biridir.

Adına ister zina ister fuhuş diyelim, her iki eylemin ortak yönü, bu eylemin üçüncü şahısların giremeyeceği ve göremeyeceği kapalı kapılar ardında yapılmış olmasıdır. Yani bir gizlilik ve insanlardan kaçınma durumu söz konusudur. Fuhuş veya zina; gözlerden ırak, gizli, kapaklı yerlerde yapıldığına göre o kimselerin zina yaptığına nasıl hükmedilir? Ki halvet durumu gerçekleşmiş olduğunda bazı sonuçlar ortaya çıksa da bu ayrıntıya girmek bizi konumuzdan uzaklaştırır. Sadece şu kadarını söyleyeyim şartları gerçekleşmiş bir halvet durumunda, taraflara zina yaptı isnadıyla had cezası uygulanmaz. Çünkü zina için bazı şartlar gerekiyor. Nedir bu şartlar?

-Zina yapan tarafların “Biz zina yaptık” itirafında bulunmaları.

-Karısının zina ettiğini iddia eden erkeğin, hakim huzurunda eşiyle birlikte lanetleşmesi. Buna liân denir. (Liân işlemine hâkim huzurunda önce koca başlar ve dört defa, “Allah’ı şahit tutarım ki ben zina isnadında doğru söylüyorum” der ve beşinci olarak da, “Eğer zina isnadında yalancı isem Allah’ın lâneti benim üzerime olsun” sözüyle yeminini tamamlar. Ardından kadın dört defa, “Allah’ı şahit tutarım ki kocam bana zina isnadında yalan söylemektedir” der ve beşinci olarak da, “Eğer doğru söylüyorsa Allah’ın gazabı benim üzerime olsun” sözüyle liânı tamamlar… Liân işleminin tamamlanmasından sonra Ebû Hanîfe’ye göre hâkim eşleri birbirinden ayırır…” (TDV Ans. Liân)

-Bir kişiye zina isnadında bulunan kişinin dört şahit getirmesi gerekir. (Burada dikkatinizi çekerim: İslam, diğer hususlarda iki şahidin şahadetini yeterli görürken zina isnadında dört şahit şartı koşar.) Dört şahit aynı anda gelip “Bunlar zina yaptı” demeleri gerekiyor. Bu da yeterli değil. Bu dört şahidin, cinsel ilişki esnasında cinsel organların girip-çıktığını (Burada af edersiniz, konu iyice anlaşılsın diye böyle yazmak zorunda kaldım.) çıplak gözle görmeleri gerekir. Yoksa iftira etmiş olurlar ve kendilerine kazf (seksen sopa) cezası uygulanır, bir daha şahitlikleri kabul edilmez ve güvenilmez kişi muamelesi görürler.

-Bu şartlara, cinsel ilişkiye girenlerin kamera görüntülerinde ilişkiye girdiklerinin tespit edilmesi de eklenebilir.

Bu açıklamalar ve şartlar göz önüne alındığında, kişinin tek başına gördüğü ve suçüstü yakaladığı zina veya fuhuş, durum tespiti için yeterli değildir. Bu durumda kendi itirafları olmadığı müddetçe kişilerin, zina ettiğinin tespit edilmesi çok zor görünüyor. Durum bu iken “Şunlar zina yaptı…Şu kimseler, burada kalan kişiler, şuralarda zina ya da fuhuş yapıyorlar. Bunu gidin buranın komşularına sorun” demek ne derece doğrudur? Bu durum, İslam’ın zina tespit hassasiyetine sığar mı?

Bu demek değildir ki zina ve fuhşu ve bunu yapanları kendi haline bırakalım. Hayır, fuhuş ve zina ile mücadele edelim. Bu konuda yetkilileri, anne babaları ve toplumu göreve çağıralım. Onlara hassasiyetimizi dile getirelim. Gençleri bu konularda bilinçlendirelim. Elimizdeki imkanlar çerçevesinde gerekli tedbirleri alalım. Tüm bunları yaparken ve tehlikeye işaret ederken bir yerleri, bazı kesimleri töhmet altında bırakacak suçlamalardan kaçınalım. Çünkü bu tür suçlamalar, hassas ve ele alınması gereken bir konuyu konuşulmaz kılabileceği gibi zina edildiğini ve fuhuş yapıldığını ispatlayamadığımız takdirde, kendimiz müfteri durumuna düşebiliriz. Aman dikkat! Ava giderken avlanmayalım. Birilerini haber yapacağız derken kendimiz haber olmayalım.

Bu konuda söz söyleyeceklerin ve yazıp çizeceklerin İslam tarihinde ‘İfk Hadisesi’ olarak bilinen ve sebebi nüzulü Hz Ayşe olan Nur süresinin 11-20 ayetlerini bir daha okumalarında fayda var.

*08/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Zina ve Fuhuş *

Bu yazımda zina ve fuhşa yer vereceğim. Zira zina ve fuhuş  insanlığın baş belası, toplumların kanayan yarasıdır. Toplumun en küçük yapıtaşı olan aile kavramının köküne dinamit koyan, onların dağılmasına sebebiyet veren, nesillerin sağlıklı gelmesinin ve gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.

Kökeni insanlık tarihi kadar eski olan, halen devam etmekte olan ve bundan sonra da hız kesmeden kah kapalı kapılar ardında kah alenen devam edecek olan fuhuş ve zina ile mücadelede, hangi yollar denenirse denensin, ne devletler ne toplumlar başarılı olabilmişlerdir. Zinayla ilgili din, bırakın zina yapmayı, “Zinaya yaklaşmayın. Zira o fuhşiyattır (hayasızlıktır) ve çok kötü bir yoldur” derken zinaya giden/götüren yolların bile yasaklanmasını ister. Yine Nahl, 90.ayet mealinde Allah, “…fuhşiyatı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar” buyurmaktadır. Kaynağını dinden alan ahlak da tasvip etmez fuhuş ve zinayı. Hakeza toplumun örf ve değerleri de fuhuş ve zinaya geçit vermez. Buna rağmen fuhuş ve zina, kesintiye uğramadan yoluna devam ediyor. Çünkü bu konuda ne dinin ne ahlakın ne de toplum örfünün bir yaptırımı vardır. Bunların tüm yaptırımı; haramdır, günahtır, ayıptır demek suretiyle bu işi kişinin vicdanına ve Allah korkusuna havale etmekten ibarettir. Bunlarla mücadele için çıkaracağı kanunla devlet, kolluk kuvvetleri aracılığıyla mücadele edebilir. Devletin de bu mücadelede çok başarılı olduğunu söyleyemem. Zira devlet nezdinde şikayet söz konusu olmadığı müddetçe zinanın bir cezası ve yaptırımı yoktur. Devlet, para karşılığı yapılan fuhuşla mücadele ediyor. Bunun da yaptırımı, caydırıcı olmadığı için zina kadar fuhuş da yapılmaya devam ediyor. Çünkü devlet, “Şurada fuhuş yapılıyor” şikayeti üzerine o eve bir baskın düzenlese veya fuhuş yapanı suçüstü yakalasa, ilgili kişi ve kişilere Kabahatler Kanununa göre para cezası yazıyor, geçip gidiyor. Fuhuş yapan da yaptığı bir fuhuştan kazandığı paradan daha azı olan bu cezayı ödeyip mesleğini icra etmeye devam ediyor. Gönüllü birliktelik diyebileceğimiz zinaya ise devlet zaten bir şey demiyor. Bu işi yapanlar veya yapanlara destek olanlar da yüksek sesle “Bizim özgürlüğümüze kim karışabilir” diyebiliyor. Hasılı işimiz zor. Zira ne yaparsak yapalım, bir çıkmazın içindeyiz.

Yazımın bundan sonraki kısmında fuhuş ve zina kavramları üzerinde duracağım. Çünkü bu iki kavram zaman zaman aynı anlamda kullanıldığı gibi bazen de birini diğerinin yerine kullanabiliyoruz. Bu iki kavramın ortak yönleri olsa da aralarında nüans olduğunu düşünüyorum.

TDK'ya göre fuhuş, "İçinde bulunulan toplumun kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma; bir veya birkaç kişiyle para karşılığında cinsel ilişkide bulunma; taşkınlık, aşırı davranma", zina ise aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişki” demektir.

Tanımlardan anladığıma göre bu iki kelimenin, evlilik bağı olmayan kişiler arasında, toplum kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma yönüyle aynı anlama geldiğini söyleyebiliriz. Biz buna kısaca gayrimeşru ilişki diyebiliriz. Bu iki kelime birbirine yakın olmakla beraber fuhuş kelimesinin ikinci anlamıyla ön plana çıktığını düşünüyorum. Her ne kadar İsra, 32.ayete göre zina, fuhuş olarak kabul edilirken devletin ve TDK’nın gözünde fuhuş denince “Bir veya birkaç kişiyle para karşılığı cinsel ilişkiye girme” anlaşılmaktadır. Hatta çoğu zaman TV’lerde “Fuhuş yapıldığı tespit edilen bir eve polis baskın yaptı” şeklinde haberlere rastlarız. Bu işi yapanlara da “Vücudunu satarak para kazanan kimse” anlamında fahişe diyebiliriz. Hayat kadınlarının yaptığını buna örnek olarak verebiliriz. TDK sözlüğünden hareketle, cinsel ilişkiyi para karşılığı yapma işine fuhuş, bir şikayet söz konusu olmaksızın gönüllü gayri meşru ilişkiye ise zina denir şeklinde anlayabiliriz. Buna göre her fuhuş zinadır ama her zina fuhuş değildir diyebiliriz.

Bu yazımda aynı zamanda fuhuş ve zina isnadına değinmek istiyordum. Görüyorum ki sayfam buna el vermeyecek. Çünkü fuhuş ve zina isnadı/iftirası birkaç cümle ile ifade edilecek bir durum değildir. Zinanın bu yönünü de nasip olursa bir başka yazımda ele almak isterim.

*06/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

26 Aralık 2020 Cumartesi

Allah'ın Boyası *

Yüz, boy, ten ve saç rengi gibi özelliklerimiz, fiziki yönden bizi bir başkasından ayırt eden yönlerimizdir. Bunlar insanın tanınırlığına dair alametifarikasıdır. Bazen tanıdığımız bir kişiyi, onun tanımadığı birine tanıtırken “Uzun/kısa boylu, sarışın-kumral-esmer, beyaz tenli…” gibi tanıtırız. Beni de birileri başkasına tanıtırken “kırmızı saçlı, kızıl saç, turuncu kafa, havuç rengi, sarışın” şeklinde tanıtıyor.  Zira benim saç rengim, kahir ekseriyete göre havuç renginde. Şimdi saçlarım ağarıp havuçluktan pek eser kalmasa da beni tanıyanlar böyle tanır. Bu yönümle, kalabalıklar içerisine girince hemen dikkat çekerim. İsterdim ki benim de saç rengim çoğunluğun saç rengi gibi olsun. Ama her şey benim istediğime göre olmuyor. Allah böyle takdir etmiş. Allah’ın boyası benim bu taşıdığım. Nitekim herkesinki de öyle. Bu farklı saç rengim, askerde içtima ve talim sırasını bulmakta zorlananlara çok hizmet etti. Beni gören, “Ha, ben bu arkadaştan iki öndeyim, üç arkadayım” deyip yerini şaşırmaz ve nerede duracağını bilirdi.

Bizi tanınır kılan bu fiziki yönlerimiz -beğensek de beğenmesek de- bizden bir parça. Hastalık ve psikolojiyi bozacak çok özel bir durum olmadığı müddetçe bize has kılınan bu yönlerimizi değiştirmemek gerektiğini düşünüyorum. Topuklu ayakkabı giymek suretiyle boylu olduğumuzu göstermeye çalışsak da boyumuz değişmez, aynı şekilde tenimiz de. Sağlık ve psikolojik durum nedeni hariç vücutta, ameliyat ve diğer yollarla bir değişikliğe gidilmesine de sıcak bakmıyorum. Bu yazımda, yüz ve saçta yapılan değişikliklere değinmek istiyorum. Çünkü yüze uygulanan makyajla veya saçın boyanmasıyla kişi bambaşka bir görünüme bürünüyor. Hem yüz hem de saçtaki bu değişime ben, yüze ve saça takılan bir maske olarak görüyorum. Bu durumda olan kimseleri tasvip etmesem de onları kınamıyorum. Zira kendi tercihleridir. Yüz de onların, saç da onların, hayatta onların.

Yüz hattının makyajla, saçın da boyanmak suretiyle fiziki özelliğin değişmesine niçin sıcak bakmadığımı biraz açmak istiyorum. Yüze uygulanan normal makyajdan geçtim. Öyle makyaj yapılıyor ki iyi tanıdığım bir kişi, bir başkası olup çıkıyor. Gözüm, makyajlı haline aşina olmuşsa; makyajsız hali, makyajsız haline aşina olmuşsa; makyajlı hali, kişiyi tanınmaz kılıyor. Başıma geldi böylesi. Üç yıldır beraber çalıştığım bir meslektaşıma, mesai sonrası bir evrak imzalatmaya gittiğimde, buluşma yerinde, gelip kendini tanıtmasa, onu tanımam mümkün değildi. Bir makyajın, insanın yüz hattını bu kadar değiştirebileceğini o zaman anladım. Demek ki ben, daha önce hep makyajlı halini görmüşüm. Yüze uygulanan bu makyajın kullanımı kolay mı zor mu, insanın ne kadar vaktini alıyor, kullanılan bu makyaj pahalı mı, ucuz mu, yüzü tahriş ediyor mu? İnanın bilmiyorum. Bildiğim, bu farklılık için bu emeğe, bu zamana ve masrafa değer mi? Öyle zannediyorum, yapılan bu makyajın akşama kadar korunması, bunun için belki de yemeden, içmeden kesilmesi ve eve varınca da silinmesi gerekecek. Ömür dediğin hep böyle makyajlı geçer mi?  

Saçlara gelince, saç rengi olarak siyah, beyaz, kumral, sarışın, kızıl gibi renkler gözümün önüne geliyor. Öyle saçlar görüyorum ki gökkuşağındaki bütün renklerden daha fazla rengi, rengarenk görüyorum. Bazı saçlarda desen gibi birden fazla renk göze çarpıyor. Saçını boyatan aynı renge devam etse, buna da eh diyeceğim. Üç beş güne bir saç rengi değişir mi? Alın size bir örnek: Yürüyüş parkurunda herkes, Mersin istikametine doğru yürüyüş yaparken tersine yürüyüş yapan ve zaman zaman karşılaştığım sarışın biri var. Bir gün yine yürürken siyah saçlı tersinden gelen birini gördüm uzakta iken. Al sana bir ters kişi daha dedim. Yaklaştığım zaman gördüm ki daha önce gördüğüm sarışın kişi. Olabilir, demek ki bundan sonra sarışın saçlar yerine siyah saç kullanacak dedim. Aynı kişiyi birkaç gün sonra gördüm ki saçlar yine eski haline getirilmiş. Merak ettiğim boyanan bu saçlar, bu kadar kısa zamanda tekrar niye değişir? Çok mu ucuz bu saç boyama, çok mu kolay? Sanırım saç boyama yüze makyaj yapmak gibi değildir. Bunun için illaki kuaföre veya güzellik salonuna gidilmesi gerek. Öyle zannediyorum bu saç boyama, çok da ucuz değildir ve kişinin epey bir zamanını alıyordur. Her neyse de bu pandemi döneminde, salgın riskine rağmen bir kişi, bu kadar sık saç boyamayı nasıl göze alır? Pes doğrusu!

*29/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

25 Aralık 2020 Cuma

Esnek Çalışma mı Dediniz? *

Malumunuz bugünlerde kamu kurum ve kuruluşları, detaylarını valiliklerin belirlediği “Esnek çalışma”ya göre mesai yapıyorlar. Yasal dayanağı, yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Genelgesi olan bu çalışma şekliyle, “Kovid-19 salgınının yayılmasının en az indirilmesi, bu salgınla mücadeleyi ve salgının etkilerinin azaltılmasına yönelik faaliyetleri zafiyete uğratmama amaçlanmaktadır.

Bu Genelgeye göre kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlar, 10.00-16.00 saatleri arasında bir mesaiye tabiler. Genelge ayrıca çalıştırılma biçimlerine bakılmaksızın çalışanlara uzaktan çalışma ve dönüşümlü çalışma gibi imkanlar sunulmaktadır.

Çalışanlar bu esnek çalışmadan yararlanırken özlük hakları aynen korunduğu gibi kuruma gitmedikleri günlerde de idari izinli sayılmaktadırlar.

Kamu kurum ve kuruluşları esnek çalışmaya geçerken Genelgenin onlardan istediği tek şey, kamu hizmetlerinin aksatılmamasıdır.

Özel sektöre de önerilen bu esnek çalışmayı kaç özel sektör dikkate alıyor? Araştırmaya değer. Ki kamuda sekiz kişinin yaptığı işi bir kişiye yaptıran özel sektörün tavsiye edilen bu çalışma şekline geçmesi mümkün değildir. Kamu ve özel sektörde çalışma hem ücret hem mesai hem de iş garantisi yönüyle değerlendirildiğinde “Sırtını devlete dayayacaksın” sözünün gerçekliği bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu, hemen hemen her siyasi partinin personel rejimi adı altında özel sektör ile kamu sektörü arasındaki uçurumu giderme sözlerinin havada kaldığına bir örnektir. Neyse kamu-özel sektör konusu ayrı bir yazı konusudur. Biz gelelim yeniden kamudaki esnek çalışmaya.

Burada değinmek istediğim, kamuda uygulamaya konan esnek çalışma ile kamu hizmetlerinin aksatılıp aksatılmadığıdır. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarını test etme imkanım yoktur. Belki vatandaşın beklediği hizmetler, bazılarında aksatılmadan yerine getirilmektedir. Gelmeyen personelin uhdesinde olan işi, kurumda nöbete kalan personel yapmaktadır.  Ki öyle de olmalıdır. Vatandaş, bir iş için o kuruma iki defa gelmemelidir. Çünkü bu Genelge, salgın nedeniyle insan yoğunluğunu azaltmayı hedeflemektedir.

Genelge ile murat edilenin, bazı kurumlar için geçerli olmadığına bir örnek vermek istiyorum: Küçük ve basit ama zamanla sınırlı bir işim için bir kuruma, evden hazırlayıp gittiğim bir dilekçe götürdüm. Saklambaç oynamaya çok müsait olan kurumun ilgili birimini araya araya buldum. Üç kişinin ortaklaşa kullandığı birimde tek kişi beni karşıladı. Dilekçeme baktı. “Bu işe bakan arkadaş bugün gelmedi. Bilgisayarına şifre ile girmek gerekiyor. Biliyorsun Genelge gereği esnek çalışıyoruz. (esnek çalıştıklarını söylemesine gerek yoktu aslında. Bunu maske, mesafe ve temizlik gibi biliyoruz.) O arkadaş yarın gelecek. Siz en iyisi mi bu dilekçeyi, birkaç bina ötedeki bölüme götürün, o arkadaşlar da biliyor bunu. Ama acele edin. Çünkü saat 16.00’ya geliyor. Kapatıp gidebilirler” dedi. Kendisine, sizin odayı bile araya araya zor buldum. Zira doğru dürüst yönlendirme bile yok. Yönlendirdiğin yere gitmem için ben, epey yol kat etmem gerekir. Madem öyle, dilekçem burada kalsın. Ben yarın öğleden önce uğrarım, dedim. İyi olur. Zaten yarın ben de buradayım, dedi. 

Ertesi günü öğle mesaisinin bitimine 1 saat kala dilekçeyi verdiğim yere tekrar geldim. Odada dün görmediğim gençten biri vardı. Durumu izah ederek dilekçemin akıbetini sordum. "Ben dün yoktum. Bu işe ben bakmıyorum” dedi. Delikanlı, dilekçeme cevap verilmiş olmalı. Şu boş iki masanın üzerine bakarsanız, belki masaüstünde bana verilecek çıktıyı bulabilirsiniz dedim. Masaların üzeri evrak dolu, bulamam. Dünkü dilekçe verdiğiniz kişi burada. Dışarı çıktı. Az sonra gelir dedi. Koridora çıkıp geri geldim. İlgili kişi bir yerlerde oyalanıp gecikebilir. Telefonla arar mısınız dedim. Bu sefer bir gerekçe öne sürmeden aradı. Aradığı kişinin telefonu masasında çalmaya başladı. “Telefonunu yanına almamış” dedi. 

Koridora çıkıp ilgili kişiyi beklemeye koyuldum. Beklerken de upuzun koridoru arşınlıyorum. Tek tük gelip geçen oluyor. Aradığım kimse acaba bu mu diyorum. İşimin görüleceği kapıya girmeyince bu değil diyorum. Beklediğim, nihayet koridorda belirdi. Beni görünce de tanıdı. Dilekçene cevap yazıldı. Verelim dedi. İçeri girdi, ben de arkasından. Az önceki gencin kurban ettiği bir koltuğa buyur etti. Ardından telefonla şefim dediği birini aradı. Şef geldi. Bugün olması gereken ve benim dilekçeme cevap verecek kişinin bilgisayarına geçti. Şifreyi yazarak bilgisayarı açtı. Daha önce hazırlanmış cevabi yazımı yazıcıya gönderdi. Benimle ilgilenen kişi, masaya bir göz attı. "İki adet çıktı alınmış zaten. Bak, masanın üstüne konmuş. Yeni çıktı alma" dedi ama yazım yazıcıdan çıktı.

Bana çıktı vermeden, evrakı aldığıma dair tebellüğ belgesi imzalayarak istediğim yazıyı verdiler. Ardından "Yazıya bir bak. Yanlışlık varsa düzeltelim" dedi biri. Bu yazının bilgisi sizde. Ben yanlışlık olup olmadığını bilemem. Bu yazı bana şimdilik yeter deyip teşekkür ederek ayrıldım.

Tüm kurumlar esnek çalışmayı ümit ediyorum ki benim başıma gelen kurum gibi yerine getirmiyordur. Olmayan bir personelin eksikliğini diğeri gideriyordur. Ki öyle de olmalıdır. İlgili personel bugün yok deyip ertesi gün gelmen isteniyorsa veya alakası olmayan uzaktaki bir bölüme gönderiyorsa o zaman bu kurum esnek değil, gevşek çalışıyordur. Mesai arkadaşının evrakı hazırlayıp masasının üzerine koymuş olabileceğini hatırlatmama rağmen koltuğundan kalkma lütfünde bile bulunmayan bir personel, tüm gün mesai yapsa ne olur, esnek çalışsa ne olur. Kurum bu işleyişiyle, personeldeki bu hizmet anlayışıyla bu çalışma şeklinin adı esnek değil, olsa olsa gevşek çalışma olur. 

*28/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

Mina *

Bilir misiniz, kimdir Mina? Nereden bileceksiniz. Bilseniz bilseniz şeytan taşlanan yer gelir aklınıza. Hakkınız var. O zaman aklınıza gelen Mina'dan bahsedeyim önce. Sonra bizim Mina’ya geleyim.

2000 öncesi bir genel seçim arifesiydi. Güneydoğu’nun bir ilinde çalışıyorum. Siyasi partiler adaylarını belirlemiş, seçim kazanmak için tüm kozlarını ortaya koymuşlardı. Kutuplaşma ve gerilim had safhada. Rakibi nasıl alt ederiz düşüncesiyle her şey mubahtı.

Birlikte görev yaptığımız bir Kürt arkadaş yanıma geldi. "Bundan sonra sizinle kardeş değiliz, tamam mı?" dedi. Hayırdır demeye kalmadan önüme bir gazete koydu. "Şurayı oku" dedi. Ömrünü tetikçiliğe adamış bir gazete, milliyetçi bir partiden Gaziantep listesinde vekil adayı olan birini, sekiz sütuna manşet olacak şekilde gazetenin ilk sayfasına taşımıştı. Yazar ve akademisyen olan bu aday, fi tarihinde bir kitap yazmış. Kitabında "Kürtlerin şeytan soyundan" geldiğine dair bir mitolojiye de yer vermiş.

Yazıyı okudum. Hiç tepki vermedim. Zira benim için üzerinde durmayı gerektiren bir haber ve iddia değildi. Aday üzerinden o partinin oy kaybetmesi murat edilen bir haberdi.

"Ne diyorsun" dedi. Ne diyeyim. Allah bana hac nasip eder, gidebilirsem, üzerime vacip olan şeytan taşlama eylemini gerçekleştirmek için Mina’ya çıkmayacağım. Malum, bu yıllarda şeytan taşlamaya gidiş gelişlerde oluşan izdiham* sonucu ezilip ölen yüzlerce hacı var. Böyle bir riski göze alamam. Bunun yerine, hac dönüşü Güneydoğu’ya gelirim. Gördüğüm Kürt’ü taşlarım. Böylece postu deldirmemiş olurum, dedim. Abonesi olduğu gazetenin haberine üzülüp benimle kardeşliği bozmayı göze alan meslektaşım, yaptığım bu izaha dişlerini gösterircesine katıla katıla güldü ve morali yerine geldi. Kardeşlik hukukumuz bozulmadığı gibi aynen devam etti. Her karşılaştığımızda da “ah seni” diyerek gülümsemesini eksik etmedi.

Birkaç gün sonra namaz kılmak için okulun mescidine gittim. Bir grup, cemaatle namaza kalkmış. İmamlığa geçene baktım. Bizim Mahmut Hoca imamlığa geçmiş. Fırsatı kaçırır mıyım hiç. Hemen yanına vardım. Kulağına, “Hocam, mitoloji de olsa bir bilim adamının yazdığı kitaba göre şeytan soyundansın. Buna rağmen namaz kılman güzel ama ardında namaz kılamam” dedim. O da bana “O zaman sen geç, ben sana uyayım” dedi gülerek. Kıldırır mıyım hiç. Ben söyleyeceğimi söylemiştim. Sonra arkaya geçtim. Onun imamlığında namazımı eda ettim. (Bu arada başta Kürtler olmak üzere herhangi bir milliyete mensup olan kimseleri şeytan soyundan gelme gibi bir iddiayı -mitoloji bile olsa- kabul etmem mümkün değildir. Bizimki zırva haber üzerine muhabbetten ibaretti.)

Sizin ilk etapta aklınıza gelen Mina’dan bahsettim. Şimdi sıra benim Mina’da. Bahsedeceğim Mina bir isim. Bakalım kimmiş bu Mina?

5’lerden bir sınıfa, harici ders atamamı yaptım. Belirlediğim ders saati gelince hazırlığımı yapıp online dersimi başlattım. Öğrencilerimin derse giriş yapmasını beklemeye koyuldum. Her giriş yapan öğrencinin de ismini listeden kontrol ediyorum. Çünkü dersimize ders linkini bulan başkaları da geliyor zaman zaman. Öğrencilerin çoğunluğu geldikten sonra dersimi işlemeye başladım. Dersin bitimine doğru öğrenciler, “Öğretmenim, Mina diye biri derse giriş yaptı. Böyle biri yok bizim sınıfta” dediler. Mina! Kendini tanıtır mısın, dedim. Cevap yok. Mina kimsin, dedim. Tık yok. Mina! Bir başkasının ismiyle mi giriyorsun? Ses yok. Mina! Görüntünü açar mısın, dedim. Açmadı. Öğrenciler, “Öğretmenim, bu Mina, Matematik dersine de girdi. Cevap vermeyince öğretmen dersten attı. Siz de atın dediler. İyi fikir dedim. Son kez, Mina! Bak dersten atacağım, dedim. Ne dediysem, Nuh dedi peygamber demedi Mina. Atıp derse geçtim. O da ne? Mina tekrar geldi. Ben attım, o geldi. O geldi, ben attım. Artık dersi bıraktık. Öğrenciler, Mina geldi diyor, ben atıyorum. 7-8 defa tekrarladık bunu. Bulmuştum belayı. Ne yapacağımı da şaşırdım. Sistemde engelleme butonu var mıydı bilmiyorum. Varsa da bulamadım. Son gelişinde nihayet kamerasını açtı. Ben kız öğrenci beklerken ekranda, Mina ismi altında bir erkek belirdi. Mehmet, sen misin mübarek! Niye cevap vermedin? Sen ses vermeyince sistemden atmak zorunda kaldım. Kim bu Mina? Niye isminle giriş yapmadın dedim. “Öğretmenim! Mina benim kuzenim. Dün bize geldi. Bizde iken dersine bağlandı. İsmini de Mina diye değiştirmiş. Benim bundan haberim yoktu. Siz Mina dedikçe hiç üzerime almadım. Ben de öğretmen beni niye atıp atıp duruyor dedim durdum. Mehmet! Senin bu azmini tebrik ediyorum, dedim. Gülüştük.

Hasılı, gördüğünüz gibi Mina’nın kim olduğunu ben de bilmiyorum. Tek bildiğim, bizim öğrencinin kuzeniymiş. Kendisi olmasa da dersimi epey bir kaynattı. Bu Mina’dan bir yazı çıkar, dedim. Elan bunu da gerçekleştirmiş bulunuyorum.


*26/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

*1990’da 1426, 1994’de 270, 1998’de 118, 2001’de 35, 2003’de 14, 2004’de 251, 2006’da 364, 2015’de 753 kişi Mina’ya şeytan taşlamaya giderken veya Mina’dan gelirken tünelde veya Mina’da şeytan taşlarken oluşan izdiham sonucu vefat etmişti.