16 Aralık 2020 Çarşamba

Sessiz Tayyareler *

Neydi o eski mobilet, motosiklet ve diğer iki tekerlekli binekler öyle... Km'lerce öteden ben geliyorum derdi sesiyle. Bazıları susturucu da takmazdı. Kulaklarını patlatırdı. Bazı gençler inadına bağırtırdı durmadan. Yanından geçerken konuşmayı keser, bu bağırgaçların çekip gitmesini beklerdin. Bakışınla rahatsız olduğunu hissederlerse az sonra geri dönüp yanından yine geçerlerdi, hem de defalarca. Zevk alırdı gençler bundan.

Son yıllarda sesleriyle bizi rahatsız eden benzinle çalışan bu bağırgaçların sayısı her geçen gün azalıyor. Çünkü bunların yerini yavaş yavaş elektrikli bisikletler almaya başladı. Yeni nesil bu bisikletlere ben sessiz tayyare diyorum. O kadar sessiz ki yanından geçerken haberin bile olmuyor. Hayran kaldım bu sessiz tayyarelere. Çünkü selefleri gibi sesleriyle rahatsız etmiyor artık.

Sayıları her geçen gün artan elektrikli bisikletlere hayran kalmakla beraber pek sevindiğim söylenemez. Sevincimi kursağımda bırakan da bazı elektrikli bisiklet sürücüleri. Çünkü trafik kuralı diye bir şey yok lügatlerinde. Ne zaman, nereden, ne şekil çıkacakları belli değil. Zira her yer ve yol mubah onlar için. Ne ışık biliyorlar ne yaya. Yollar, kaldırımlar, ana cadde, ara sokaklar, bisiklet yolları, yürüyüş parkurları, ters yollar, yoldan diklemesine geçmeler vs her yer onların. Yeter ki bir yere bu bisiklet girebilsin ve oradan geçebilsin. Bir bakmışsın; yanından, önünden, sağından ve solundan sessizce ve jet hızıyla geçivermiş. Ne oluyor ya! Neydi o öyle, deyip kala kalıyorsun o anda arkasından. Verilmiş sadakam varmış diyorsun.  Bisiklet sahibi ise hiçbir şey olmamış, seni korkutmamış gibi bir başka maceraya doğru yol alıyor. Sür sür bitmiyor da sürmeleri. Nasılsa pedal çevirip yorulma yok, aracına yakıt alma derdi yok, cebine dokunacak masraf yok. Aküsünü şarj ediyor, sürdükçe sürüyor. Keyfine diyecek yok anlayacağınız. Olan sana oluyor. Bu kural tanımaz elektrikli bisiklet sürücülerini yanımızdan geçerken görünce acaba sesiyle rahatsız eden benzinli iki tekerlekliler daha mı iyiydi diyorsun. Sesiyle rahatsız etse de en azından geldiğinden, yanından geçtiğinden haberin oluyor ve tedbirini alıyorsun.

Burada bir hakkı teslim edelim. Elektrikli bisiklet kullanan tüm sürücüler böyle değil. İçlerinde trafik kurallarına nizami bir şekilde uyanların sayısı da çok. Hepsi, trafik kurallarına uysa, bu sessiz tayyareler gürültü kirliliği yönünden bir nimet gerçekten.

Kural tanımayan, tehlike saçan, yüreğini ağzına getiren az sayıdaki bu sessiz tayyare sahipleri için bir şeyler yapılmalı, bunları hizaya getirmeli. Ama ne yapılmalı? İnanın bilmiyorum. Şimdilik sadece insaf diyorum.

 * 10/07/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

 


15 Aralık 2020 Salı

Öküz Altında Buzağı Aramanın Âlemi Yok! *

Pazartesi günkü “Sünnetullah ve Rahmet” başlıklı yazımda, cuma hutbesinde bahsedilen “Suyun önemi, kuraklık nedeniyle su kaynaklarının tükenmeye yüz tuttuğu, israf edilmemesi gerektiği ve namazdan sonra topyekûn yağmur duası yapılacağı” içeriği üzerine bir yazı kaleme almıştım. Yazımı da “Gelelim yağmur duasına. Cumanın farzından sonra tüm Türkiye'de yapılan dualara amin dedik. İnşallah dualarımız kabul olur da bol bol rahmet görürüz. Ama yağmurun yağması için dua, tek başına yeterli mi? Yağmurun yağması için sebepleri yerine getirdik mi? Sebepleri yerine getirmemişiz ki yağmur yağmıyor. Unutmayalım ki yağmur ve kar, dua ile yağmaz. Çünkü yağmur ve karın yağması, sebep-sonuç ilişkisine bağlı olan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalardan fiziksel yasaların bir gereğidir. Biz buna sünnetullah veya âdetullah diyoruz ve bu yasalar asla değişmez. Hasılı, Allah kulunu susuz bırakmaz. Yeter ki rahmetin sebepleri oluşsun ya da sebepleri oluşturalım. Tüm sebepleri yerine getirdikten sonra üzerine bir dua, aliyyülala olur.” şeklinde bitirmiştim.

Herkese açık olarak sosyal medyada paylaştığım bu yazım, altına yapılan yorum ve beğenilerden olumlu tepkiler aldı. Yazımın altına “Bu yazınıza/yazınızın şu kısmına, şundan dolayı katılmıyorum. Doğrusu budur” şeklinde yorum yazmayan bir kısım zevat ise bu yazıma cevap verircesine sayfasında verip veriştirmiş. Bu eleştiri yazısı üzerine, acaba nerede hata yaptım diye yazımı tekrar okudum. Yazımda ne bilime ne dine aykırı bir ifadeye rastladım. Yazımda yanlış olamaz mı? Olabilir. Değişik konularda yazdığım yazılarımın hepsine herkes katılmak zorunda değil. Zira yazılarım kendi düşüncemden ibaret ve beni bağlar. İsterim ki okuyucu ve takipçilerim, yazım ve serdettiğim görüşlerimden dolayı beni tenkit etsin. Tek istediğim, bu işi hakaret etmeden ve bir ithamda bulunmadan yapsınlar. Nitekim bunu yapan okuyucu ve takipçilerim var. Kimi, yazımın altına yorum yazarak görüşümü eleştirir. Kimi de özelden yazarak yazıma eleştiri getirir. İster özelden ister umuma açık olarak yazıma eleştiri getirenlere minnettarım. Çünkü kendimi geliştirebilmem için buna ihtiyacım var. Ama bunu yaparken laf olsun diye yapmanın, niyetimi sorgulamanın, ithamlarda bulunmanın, töhmet altında bırakmanın, öküz altında buzağı aramanın bir alemi yok. Zira bunun kimseye faydası olmaz.

Ne demişim yazımda? “Yağmurun yağması sebep-sonuç ilişkisine bağlıdır. Bu, evren yasalarından fiziksel yasaların bir gereğidir ve değişmez. Dua edelim ama duadan önce sebeplere sarılalım” demişim. Merak ediyorum, muhterem bu ifadelerin neresini, neden eleştirme gereği duydu?   Eleştiri diyorum nezaketimden. Zira ithamların eleştiri ile bir alakası yok. Zira ben ve benim gibi düşünenler ona göre, “Kemalist, seküler ve pozitivist zihniyete çanak tutuyoruz”, “Olayı sadece sebep-sonuç ilişkisine bağlamakla, gafil Müslümanlar” oluyoruz. Yine “Taştan nehir veya suyun fışkırmasını hangi fiziki yasa ile izah edeceksiniz?” diyerek bize soru soruyor.

Merak ettiğim, bu yazımda ben, Allah’ın gücünü mü sorguladım? Sebep ve sonuç olmadan Allah bir şeyi halk etmez mi dedim. Bilelim ki o her şeye kadirdir. Yoktan da var eder, vardan da var eder. Yeter ki ol desin. Sonra müminin silahı olan duaya karşı olmam söz konusu olabilir mi? Üstelik herkes gibi namazdan sonra ellerimi yere paralel indirerek yapılan yağmur duasına amin demişim ve inşallah beklediğimiz yağmurlar gelir, temennisinde bulunmuşum. Keşke duadan önce sebeplere sarılsaydık, ardından da güzel bir dua çok iyi olurdu, demişim. Fiziksel yasa gereği sebep-sonuç ilişkisine yer vermem, neden pozitivist zihniyete çanak tutmak olsun? Kimsenin niyetini bilemem ama sanırım muhterem, fiziksel yasalarla, liselerde okutulan fizik dersini karıştırdı. Halbuki benim bir-iki cümleyle değindiğim fiziksel yasalar, Allah’ın evreni yaratırken koyduğu “fiziksel, biyolojik ve toplumsal” yasalardan bir tanesidir. Ki bu konu, tartışılacak bir konu değil. Bunlar, genel-geçer, evrensel ve değişmez yasalardır. Üstelik bu konuyu bilmek için illa çok okumaya, kitaplar karıştırmaya da gerek yok. Orta üçüncü sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ilk ünitesi olan “Kader ve kaza inancı” bahsine bakılırsa bu yasaların, kader yasaları olduğu görülecektir. Fizik ve diğer müspet ilimler de bu evrensel yasaları bularak adına ilim/bilim diyor. Yani yeni bir şey ortaya koymuyor. Olanı tespit ediyor. Kur’an’da geçen evrensel yasaların, bilimle uyum içerisinde olmasının kime, ne zararı var? Üstelik bu, bizi fazlasıyla memnun etmeli değil mi? Muhteremin ilimden anladığı sadece dini ilimler mi acaba? Halbuki biz biliyoruz ki “İlim müminin yitiğidir. Nerede bulursa alır” ve “İlim öğrenmek kadın-erkek herkese farzdır”.

Hasılı bir kez daha ifade edeyim: Fiziksel yasalar gereği, yağmuru yağdıracak sebepleri oluşturduktan sonra ardından “Ya Rabbi! Ortaya koyduğun yasa gereği biz elimizden geldiği kadar sebepleri oluşturmaya çalıştık. Şimdi senden bu sebeplere binaen lütfünden yağmur yağdırmanı istiyoruz” dercesine elleri ona kaldırmaktan bahsediyorum. Lütfen, sapla samanı karıştırmayalım. Zira bir duruş sergileyeceğim diyerekten seküler, laik ve pozitivistlerin düşüncesine göre pozisyon almanın, bu mahallenin insanlarını, benim gibi düşünmüyor diyerek ötekileştirmenin, kimseye özellikle bu mahalleye zerre katkısı olmaz. Niyetimiz bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Ne olur, insanları anlamaya çalışalım. Bunu yaparken de kendi düşüncelerimizi insanlara aktaralım. Unutmayalım ki dini tekelimize almanın, başka düşüncelere geçit vermemenin ve herkese/her şeye ayar vermeye çalışmanın ne dine ne de topluma katkısı olur. Yerimizde sayar dururuz hatta gerileriz.

*16/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

13 Aralık 2020 Pazar

Tartışmalı Dini Konulara Dair *

Din, bu toplumu birbirine bağlayan ortak bir değer olmasına rağmen dini alanda yapılan tartışmalar göstermiştir ki artık din, bizi bir arada tutan ortak değerler arasında değil. Kendi elimizle dini, bir ayrışma noktası haline getirdik. Ehli kıble dediğimiz insanlar bölünmenin zirvesini yaşıyor. Taraflar, birbirleriyle mücadeleyi din üzerinden veriyorlar.  Herkes kendi gittiğin yolun tek doğru yol olduğuna inanıyor, farklı düşünceleri yok etmek için amansız bir mücadele veriyorlar. Sanıyorlar ki rakiplere baskı kurunca din kurtulacak ve her şey güllük gülistanlık olacak. Artık din denince aklıma bölünmüşlük geliyor. Halbuki fikirlerin açıkça ifade edilememesi, kişiyi içi başka, dışı başka yapar.

Müntesiplerine dünya ve ahiret mutluluğu amaçlayan din,

-söylemde kalıp uygulamaya geçirilmedikçe ve herkes anladığını başkasına dayatmadan yaşamaya çalışmadıkça,

-birbirimizi anlamaya çalışmadıkça ve katılmadığımız farklı görüşlere saygıyı esas almadıkça,

-ortak noktalarımızı ön plana çıkarmadıkça,

-geçmişten günümüze çözülememiş, tartışmalı konuları gündeme getirdikçe…

 Bu tartışmalar artarak devam edecek ve bu bitmez tartışmalar bizi birbirimizden koparacak, bize onulmaz yaralar açacaktır. Çünkü dini ve tarafları anlamak için tartışma yapmıyoruz. Tartışmayı din üzerinden yaparak rakiplerimizi susturmak için yapıyoruz. Yani dini emellerimize alet ediyoruz. Halbuki din, söylemde kalmak için gönderilmiş bir din değil. Bir din, müntesiplerince uygulama alanı buldukça dindir. O da ahlakın beyin ve vücudumuzda hayat bulmasıyla olur. Yoksa söylemden ibaret din, ayak bağı olur. Şu anda dinin bu yönünü yaşıyoruz.

Bu açıklamadan sonra din konusunda bilgi, birikim, tecrübesine güvenen ve bu konuda kendisini yeterli gören bir insan; dine dair yeni, farklı ve aykırı bir görüş ortaya koyacaksa şu hususlara dikkat etmesinde fayda var:

1. Ele alacağı bu konunun dine, dinin müntesiplerine ne yarar sağlayacağına,

2. Bu konuyu ne zaman, hangi platformda, hangi kitleye söyleyeceğine,

3. Konuşacağı konuya, toplumun ve belli mahfillerin hazır olup olmadığına,

4. Konuyu nasıl bir üslupla dile getireceğine, hangi kelime ve cümleyi kuracağına,

5.Konuşmaya, gelmesi muhtemel tepkilere ne cevap vereceğine ve bu tepkilere karşı nasıl bir üslup takınacağına,

6.Konuşmasını yaparken başka görüş sahiplerini suçlamamaya,

7. Görüşünü tek doğru gibi sunmamaya vs özen göstermesi gerekir.

Tüm bu hassasiyetlerden önce aykırı ve farklı düşüncesini, halka açık olmayan bir platformda meslektaşlarıyla enine boyuna tartışmalı. Meslektaşları da onu önyargısız ve can kulağıyla dinlemeli. Görüşün eksi ve artısı, fayda ve zararı masaya yatırılmalı. Bu konuda meslektaşlarını ikna yolunu denemeli. İkna ettiyse, konuyu toplum nezdinde ele almalı. Yok, ikna edemediyse görüşünü rafa kaldırmalı. Görüşünde ısrar ederse, bu konuyu halka indirirken izleyeceği yol ve üslup önemlidir. Bunun için bu konuda daha önce söylenmiş görüşlere, delilleriyle birlikte yer vermeli. Ardından tüm bu görüşlere ilaveten kendisinin de şu delillerle şu görüşe vardığını, bu konunun tartışılması gerektiğini, doğruyu Allah Teala’nın bildiğini ifade etmekten kaçınmamalıdır. Dinleyenler de öküz altında buzağı aramamalı, kişiyi anlamaya çalışmalı, yargısız infaz yapmamalı, niyetini sorgulamamalı. Baktı ki ele aldığı konu, bizi bölüyor, faydadan ziyade zarar veriyor, tartışma başka alanlara çekiliyor. Bu durumda konuyu, topluma açık platformlarda dile getirmekten kaçınmalıdır. Çünkü toplum buna hazır değilse ne söylense boştur.

Tüm bu yazdıklarım, Türkiye’de olur mu? Bu bölünmüşlük, kutuplaşmış, tarafgir görüntümüzle, farklı fikre tahammülsüzlüğümüzle ve suçlayıcı yönümüzle bu, şimdilik zor görünüyor. Ama imkansız değil. Yeter ki biz buna hazır olalım. Bu konuda iyi niyetli olalım.  

 *05.04.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

12 Aralık 2020 Cumartesi

Alışverişte Kimin Uykusu Gelir? *

Perşembe günümü hizmette sınır tanımadığım oğluma ayırdım. Hani şu 20 yaşın altında olduğu için marttan beri 65 yaş üstü büyüklerle beraber koruma altına aldığımız, evlere kapattığımız, gözümüz gibi koruduğumuz, uğruna okulları tatil ettiğimiz, ekmek almaya dahi göndermediğimiz, ekmek ve diğer yiyeceklerini ayağına kadar getirdiğimiz, şimdilerde kendilerine korona aşısı yapılması bile düşünülmeyen nesilden bahsediyorum. Eskiden olsa ekmeği iki ben alırsam üçüncüsünde olmazsa bir de ben alayım derdi ya da evlat, iki ekmek al gel derdim. Nazla, şifayla gider, alır gelirdi. Şimdi git, ekmek al gel desem, “Baba, unuttun galiba! Benim dışarıya çıkmam yasak” diyor. Zorla göndersem, “Duyun millet! Babam beni ekmek almaya gönderdi” şeklinde CİMER’e bir yazı yazsa, gel de  kurtar kendini ve çık çıkabilirsen işin içinden.

Neyse bakımı ve masrafı bana ait, devlet koruması altındaki bu çocuğu; dışarı çıkışı, serbest saatinde direksiyon eğitimi için piste götürdüm. Eğitimini alıncaya kadar yol kenarında elektrik direği görevi üstlendim.

Test sürüşü bittikten sonra arabamıza bindik. Eve doğru gelirken, ev alışverişi için markete uğrayacağım. İstersen seni eve bırakayım istersen markete gidelim, dedim. Her zaman “Markette benim yapabileceğim bir şey var mı? Yoksa beni eve bırak” diyen çocuk, biraz düşündükten sonra bu sefer, “İyi, ben de markete geleyim seninle” dedi. Şaşırdım doğrusu.

Ben aldım, o, market arabasını sürdü. Listeye göre şunu alayım, bunu alayım derken liste dışına da çıkıp birkaç erzak daha aldım. Ben önde, o arkada ödeme için kasaya geldik. Kasiyerin telaffuz ettiği rakam ok gibi içime saplansa da ödemeyi yapıp çıktık.

Alışveriş poşetlerini arabaya yerleştirip evin yolunu tutarken yolda, evlat! Sıkıldın mı dedim. Ne dese beğenirsiniz? “Yok, sıkılmadım da biraz uykum geldi” demez mi? Siz ne yaparsınız bu durumda? Ağa bana, “sıkıldım” dese gam yemeyecektim. Ne demek uykum geldi? Üstüme iyilik sağlık! Bir insanın alışverişte hem de ayakta nasıl uykusu gelir? Halbuki market arabası sürerken onun uykusu gelirken ben, tereklere gelip alacağım ürünlerin fiyatlarını gördükçe bırakın uykuyu, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Zira aldığım ürünlerin fiyatı, önceki alışverişlerime göre uçmuştu. Bu durumda benim uykum nasıl gelir? Bırakın, alışveriş esnasında uyumayı, sonrasında da kolay kolay uyku tutmaz. Ta ki bu market alışverişini unutuncaya kadar. Tam uçuk fiyatları unutup uyku düzenim gelmeye başlayınca mutfakta hazırlanmış yeni alışveriş listesi gözüme çarpar. Yeni fiyatlar nerede, acaba eski fiyatına alabilir miyim yoksa yeni sürprizler beni mi bekliyor, şeklinde düşünmeye başlayınca daha markete gitmeden uykum yine kaçıyor.

Şimdi düşünüyorum da alışverişte nasıl uykun gelir diye oğlana kızmakla haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Niye uykusu gelmesin ki? Nasılsa fiyatlardan haberi yok. Ekmek kaç para, bilmiyor. Mutfağa ne lazım? Fiyatlar nerede? Böyle bir derdi yok. Üstelik, devlet korumasında. İstediği her şey, babası tarafından ayağına getiriliyor. Masraf babadan, pişirip önüne koymak da annesinden. Ekmek elden, su gölden yaşayıp gidiyor. Ah bir de önüne yemek gelince “Bunu mu pişirdin, başka yiyecek bir şey yok mu” deyip yemek seçmesi yok mu? Bu durumda seni uyku tutsun da göreyim.

Hasılı alışveriş esnasında, oğlumun ayakta uykusunun gelmesi bana normal geldi. Onun yerinde olsam, ben de uyurdum hatta mümkün olsa kış uykusuna bile yatardım markette. Üzerime de yorgan isterdim.

İyi uyumalar evlat! Babalar uyumasalar da olur. Zaten fiyatlar böyle giderse pek uyuyabileceklerini de sanmıyorum.

*25/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Sünnetullah ve Rahmet *

11 Aralık tarihli cuma hutbesinin konusu; suyun önemi, su kullanımında israftan kaçınılması gerektiği, kuraklık nedeniyle su kaynaklarının azaldığı, üzerineydi. Cuma namazının farzının ardından topluca yağmur duası yapıldı.

Bu yazımda suyun önemi üzerinde durmayacağım. Zira su, hayattır. Olmazsa olmaz birkaç ihtiyacımızdan biridir. Suyun israf edilmesine gelince su konusunda savurgan olduğumuz doğrudur. Bu savurganlığı kim yapıyor? Suyu kaçak kullanmayan ve kullandığı suyun bedelini ödeyen vatandaşın suyu israf ettiğini sanmıyorum. Zira suyu fazlaca kullanmak yürek ister. Kim suyu boşa akıtırsa gelecek su faturası cebini yakar. O yüzden suyu israf eden vatandaş olamaz. O zaman kim? Bana göre bizim su ihtiyacımızı karşılamakla yükümlü olan belediyeler, su israfında başı çekiyor. Belediyelerdeki çim ekme sevdası, mevcut su kaynaklarının daha hızlı tüketilmesine neden olmaktadır. Birileri, bu çim hizmetinden belediyeleri mahrum etmesi lazım. Meclis, “Her türlü çim ekme, yetiştirme, bakım ve sulama yasaktır” şeklinde tek maddelik bir yasa çıkarmalıdır. Ben, park ve bahçelerde çimden mahrum olmaya dünden razıyım. Yeter ki belediyeler bu sevdadan vazgeçsin. Burada yanlış anlaşılmasın, yeşil ve çim düşmanı değilim. Kuraklık kapıda iken göze ve gönle hitap eden, ne kadar sularsan sula, yeter demeyen çim büyütmenin zamanı değil.

Diyelim ki iş inada bindi. Çim ekilmeye devam edecek. Bari, çimleri yerinde, zamanında ve kıvamında sulayalım. Çoğunuzun gördüğü birkaç örnek vermek istiyorum. Meteorolojiye göre bugün yağmur yağacak veya az önce yağmur yağmış. Belediye görevlisi, “Bugün sulama yapmayayım” demiyor. Açıyor suyu. Bahtına artık çimin. Suyun ne kadarı çime geliyor bilmem. Gördüğüm, yoldan geçenler, yol kenarına park edilmiş araçlar, kaldırım ve yollar sudan nasibini alıyor. Bir Allah’ın kulu da  bu su, niçin buraları suluyor demiyoruz. İşçinin amiri de gelip "Bu ne" deyip denetlemiyor. "Buradaki sıkıntıyı nasıl çözeriz" demiyor. 

Gördüğüm bir örneği daha anlatayım. Parkın parkurunda yürüyorum. Üşüten bir soğuk var. Ağaçlardan dökülen yaprakları toplayan bir görevli gözüme ilişti. Elinde fıskiyeye benzer bir alet var. Aletin gözlerinden fışkıran sıvı bir şeyi gazellerin üzerine tutuyor. Yapraklar bir yerde toplanıyor. Süpürgeye gerek kalmadan yaprakların bir yere toplanması dikkatimi çekti. Merak edip bu akan nedir, dedim. "Su" dedi. Akıllı adam, doğrusu görevli. Niye süpürgeyi çalıp kolunu yorsun. Nasılsa yapraklar toplanıyor. Ha boşa akan suyla ha süpürgeyle. İsrafmış, su boşa gidiyormuş, önemli değil onun için. Nasılsa çimin, çim sularken kaldırım ve yolların yıkanması ve yaprak toplamak için akan suyun bedeli eşit bir şekilde fatura sahiplerine çıkacak. Bu, görevlinin ve görevlinin bağlı bulunduğu kurumun sorunu değil, vatandaşın sorunudur. 

Su israfı konusunda bir de genel bir şey söyleyeyim. Suyu tasarruflu kullanmak ve bunu hutbe konusu yapmak için kuraklık baş gösterip su kaynakları alarm vermeye başlayınca tasarruf aklımıza gelmemeli. Her daim su tasarrufu yapılmalı. Özellikle barajların dolu olduğu anlarda. Çünkü bir şeyden varken tasarruf edilir, sular bitmeye yüz tuttuğu zaman tasarruf ne işe yarar... 

Gelelim yağmur duasına. Cumanın farzından sonra tüm Türkiye'de yapılan dualara amin dedik. İnşallah dualarımız kabul olur da bol bol rahmet görürüz. Ama yağmurun yağması için dua, tek başına yeterli mi? Yağmurun yağması için sebepleri yerine getirdik mi? Sebepleri yerine getirmemişiz ki yağmur yağmıyor. Unutmayalım ki yağmur ve kar, dua ile yağmaz. Çünkü yağmur ve karın yağması, sebep-sonuç ilişkisine bağlı olan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalardan fiziksel yasaların bir gereğidir. Biz buna sünnetullah veya âdetullah diyoruz ve bu yasalar asla değişmez. Hasılı, Allah kulunu susuz bırakmaz. Yeter ki rahmetin sebepleri oluşsun ya da sebepleri oluşturalım. Tüm sebepleri yerine getirdikten sonra üzerine bir dua, aliyyülala olur. 

*14/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 

11 Aralık 2020 Cuma

Ereğli Gofreti *

Herhalde içinizde gofret yemeyeniniz yoktur. En azından tatmışsınızdır. Öyle zannediyorum seviyorsunuzdur da. Kim sevmez ki... Küçüklüğümden beri ben de çok severim. Yeter ki gofret alabilecek param olsun. Giderdim bakkala. Uzatırdım şimdilerde pul olmuş bozuk paramızı. Gofret istiyorum derdim. Bir gazetenin içine koyar, uzatırdı bakkal. Çekilirdim bir kenara kütür kütür yerdim bir çırpıda. Ağzımın tadı gelir, karnımı doyurur, bayram ederdim. Olsa daha da yerdim. 

Sonraları bu sade gofretlerin değişik markalara ait güzel ambalajlar içerinde vanilyalısı, muzlusu, çileklisi, kakaolusu çıktı. Yine gofretler, çikolata kaplı olarak tezgahlarda yerini aldı.

İster aroma katkılı ister çikolata kaplamalı ister sade ister kakaolu olsun, içine konan katkı maddelerinden midir, çocukluğumda aldığım hazzı yediğim gofretlerden alamaz oldum. Sadece kokusu geliyor. Ağzıma gelen tat, doğal şeker olsa yine gam yemeyeceğim. Şeker mi yiyorum yoksa glikoz şurubu mu içiyorum belli değil. İçinde katkı maddesi olarak daha neler var  neler… Üstelik çok da ucuz değil eskisi gibi. Hasılı görüntüsü on numara ama alacağın lezzeti ara ki bulasın.

Gofretlerden aldığım eski tadı alamaz olunca çocukluk aşkım gofretlere mesafe koydum. Kolay kolay almaz oldum. Alırsam da tadımlık. Çünkü hepsi fabrikasyon üretim.

*

Uzun bir aradan sonra çocukluk aşkım gofretle yeniden buluştum. Yüzde yüz pancar şekerinden yapma, glikoz şurubu içermeyen, doğal el yapımı gofret buldum. Meğersem bu gofret, burnumun dibindeki Ereğli’de yapılıyor ve Ereğli, doğal el yapımı gofretiyle ünlü imiş. Bunu da bir öğretmenin  “Size Ereğli gofreti getirdim. Buyurun yiyin” diye önümüze koymasıyla öğrendim. Görüntüsü, tereklerdeki fabrikasyon gofretler gibi olmayan bu gofreti yedikçe yedim. Tadı damağımda kalmış ve çocukluğumdaki gofret tadını yeniden almış olmalıyım ki soluğu Ereğli gofretinin satıldığı yerlerde aldım. Değişik markalara ait Ereğli gofretini kah pazarlarda buluyorum kah bazı marketlerde. Buldukça fazla fazla alıyorum. Kah acıkınca kah atıştırmalık kah çayın yanında kah zevkine yiyorum. Oh be! Dünya varmış diyorum. Yedikçe gofretsiz geçen yıllarıma üzülüyorum. Gecikmiş bu yaşımda da bu gofreti tatmasaydım herhalde gözüm açık giderdi.

Sanmayın ki abartıyorum. Ha fabrikasyon ha el yapımı demeyin. Fabrikasyon olanlarını tatmışsınızdır. Bir de doğal el yapımı Ereğli gofretini tadın. Damak zevkiniz varsa abartmadığım gibi aralarındaki farkı da görürsünüz. Eğer bugüne kadar Ereğli gofretini biliyor, alıyor ve yiyor da bunu bana söylemedi iseniz, Allah sizin hayrınızı versin derim. Şayet bu gofreti hala tatmadı iseniz, hangi markası olursa olsun, yapacağınız, bu gofretten almaktır. Gofret alırken tek yapacağınız, bu gofretin Ereğli’de yapılmış olmasına dikkat etmenizdir. Göreceksiniz ki ağzınızın tadı gelecektir ve giderken gözünüz açık gitmeyeceksiniz.

Aklınıza, “Ereğliler buna, hakkımızda yazı yazsın, gofretimizin reklamını yapsın diye koli koli bedava gofret göndermiş. Bu da Ereğli gofretinin reklamını yapıyor” gelmesin. Böyle bir şey yok. Üstelik ün yapmış, Ereğli gofretinin de bu reklama ihtiyacı yok. Yukarıda anlattığım gibi aldığım ve yediğim her gofreti, kuruşu kuruşuna parasını vererek aldım ve almaya devam edeceğim. Ama Ereğlili hemşerilerim, “Bu da bizden sana hediye” derlerse de almam demem. Afiyetle yerim. Yeter ki gelen gofret, Ereğli gofreti olsun.

Ağzımızın tadını getiren gofretlerinden dolayı Ereğli’yi tebrik ediyorum. İnşallah el emeği ve göz nuru emeklerinin karşılığını fazlasıyla alıyorlardır.

Bahsettiğim bu gofretle ilgili bir eksikliği de burada dile getirmek istiyorum: Ereğli gofreti her markette bulunmuyor. Bunun sebebi, yeterince üretim yapılmayışından mı yoksa çoğu marketler Ereğli gofretini satmak mı istemiyor?

*22.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

10 Aralık 2020 Perşembe

Tekfircilik Hastalığımız *

Dini bir konuda genel kabul görmüş ve toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmiş konularda yeni bir fikir ve görüş serdetmek; geçmişte söylenmiş ve tozlu raflarda yerini almış şaz görüşleri dile getirmek, ben bu konuda şöyle düşünüyor ve bu görüşü tercih ediyorum demek, ateşle oynamak gibidir. Zira bu yol, akıllı ve zeki birinin takip edebileceği bir yol değildir. Başa gelebilecek tehlikeleri sezememek demektir. Kim ki bu yola girerse huzurunu, vücut ve akıl sağlığını kaybetmeyi, dışlanmayı ve linçe tabi tutulmayı göze alması gerekir.

Örnek, geçmiş ve tecrübelere dayanarak böyle birinin başına neler gelebilir, gözünüzün önüne bir getirin. Siz bunu yaparken ben, gözümün önünden geçenleri bir sıralayayım. Bu kişiye ne denir veya başına ne gelir?

 “Hadis ve sünnet düşmanı”, “sünnet ve hadisleri inkar ediyor”, “oryantalist ve şarkiyatçı”, “oryantalistlerin yerli olanı ve onların işbirlikçisi”, “bunun verdiği zararı İslam düşmanları vermemiştir”, “yaptığı, misyonerlikten başka bir şey değil”,

“Dini bozuyor”, “eski köye yeni âdet getiriyor”, “bunun dediğini niye daha önce bir başkası söylememiş? Reklamını yapmaya çalışıyor ve meşhur olmak istiyor”, “söylediğinin kime, ne faydası var?”,

 “Bu kişi, bu görüşüyle nasıl devlette görev yapabiliyor?”, “nasıl üniversitede çalışabiliyor? Çünkü gençlerin kafasını zehirliyor”, “Görevinden ihraç edilmesi gerekir”, “İstifası yeterli değil, unvanları da alınmalıdır”, “Türkiye gibi bir ülkede böyle bir şeyi nasıl söyler?”, “hakim ve savcılar, bu kişi hakkında harekete geçerek işlem yapmalıdırlar”, “Bu kişi, Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor”, “Cami duvarına işiyor”, “zira yaptığı fikir ve inanç özgürlüğü değildir”,

“Bu sözüyle bu kişi, “sapık”, “sapıtmış”, “tırlatmış”, “birilerine yaranmaya çalışıyor. Dinde bunun yaptığı belamlıktır”, “kafir/mürtet olmuştur”, “şu sözü elfazı küfürdür”, “İslam dairesinden çıkmıştır”, “tövbe etmesi gerekir. Böyle yapmadan giderse kafir olarak gider”, vs gibi.

Bu yazdıklarım ve daha fazlası bu ülkede hatta sosyal medya aracılığıyla organize bir linçe tabi tutulması, hepimizin gördüğü sistematik ve olağan bir hal aldı. Tüm bu olup bitenlerden benim anladığım, “Bak, bu yoldan gidenlerin başına neler geliyor. Bunu gör ki aynı yoldan gitmeye kalkma. Bu durum senin de başına gelir. Aklın varsa görüşün sende kalsın. Yoksa…” anlamında aba altından başkasına sopa göstermektir.

Bu toplumun din anlayışını ve kafasını karıştıran yeni, farklı ve aykırı görüşlere hiç tepki vermeyelim mi? Tepki verilmeli elbet. Önce muhatabın ne dediğini, konuşmasının siyak ve sibakını da dikkate alarak tümden dinlemeli ve anlamaya çalışılmalı. Ardından, bu görüşe katılmadığımızı belirtebilir, hatta bu kişiyi bu görüşünden dolayı eleştirebilir, kınayabiliriz. Kendisine reddiye yazabilir, bu işin aslı ve doğrusu şöyledir ya da ben bu konuda şöyle düşünüyorum diyebiliriz. Tüm bunları yaparken yangına körükle gitmemek, belden aşağı vurmamak, o kişiyi hedef göstermemek ve bir linçe tabi tutmamak gerek. Bunu, bu konuda algı oluşturmadan ve oluşturulmak istenen algılara teslim olmadan, sıcağı sıcağına yapmalı. Konuşmanın ne zaman, hangi platformda yapıldığına dikkat etmeli. Eğer gündeme düşen ve bomba etkisi yaratan bir konuşma, eski bir konuşma ve bu konuşma bütün olarak değil de kesip kırpılarak servis edilmişse söz ve görüşten önce bu konuşmayı bu şekilde servis edenler, ne amaçlıyor diye düşünmek ve kafa yormak lazım. Çünkü birileri, bizi bize kırdırmak, gündem değiştirmek ve ardından tarafların oynayacağı tiyatroyu bir güzel seyretmek isteyebilir.

Tüm bunları yaparken kişiyi tekfir etmemeye özen göstermek gerek. Kişileri tekfir etmek, onları din dairesinden çıkarmak bu kadar kolay olmamalı. Kimsenin niyetini bilmediğimiz gibi kimin din dairesinde kalıp kalmadığı da bizim vazifemiz değil. Üstelik bu, tehlikeli suda balık avlamaya benzer ve bu yolun kimseye faydası olmaz. Allah kimseye tekfir mührünü vermiş değil. Unutmayalım ki bu din, Hıristiyan dünyasında uygulanan din gibi değildir. Kişi, İslam’a girerken kendisine ne belge verilir ne de İslam’dan çıkarken aforoz edilir. Bu yetki kimseye verilmemiştir. Ayrıca ne de çok seviyoruz insanları din dairesinden çıkarmayı. Halbuki asıl olan, insanları din dairesinde tutmaya çalışmak değil mi? Yoksa herkes cennete giderse bize yer kalmayacak diye mi endişe ediyoruz? Korkmayın, Allah’ın cennetinde herkese yer var. Yeter ki biz o cenneti hak edelim.

Hasılı bir konuda söyleyecek sözü olan bu işi kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden, haddini bilerek ve kişi, aksini izhar etmediği müddetçe o kişiyi tekfir etmeden yapmalıdır. Unutmayalım ki kendi fikrine, inancına, düşüncesine güvenen, bu konuda söyleyecek sözü olan ve kendi gittiği yolun doğru olduğuna inanan kişi için başkalarının sapıklığı o kişiye zarar veremez. Yoksa kendi gittiğimiz yolun doğru olduğundan şüphemiz mi var?

Diyelim ki aykırı görüş serdedenler bir başkasını zehirliyorlar. O zaman bu tiplerin panzehiri sen ol. Ondan önce kitlelere sen ulaş. Bu konuda senin elini, kolunu, ağzını bağlayan mı var? Unutmayalım ki bu toplum, tezlere kulak verdiği kadar antitezlere de kulak verir. Yoksa hakaretten ve tekfircilikten başka elimizde malzememiz mi yok?

*18/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.