6 Aralık 2020 Pazar

Sosyal Medya Tetikçileri *

Yazılı ve görsel medyadan sonra hayatımıza hızlı bir şekilde giren sosyal medya, kalabalıklar arasında gittikçe yabancılaşan insanımız için bilgiyi ayağına getiren ve kişiyi gerçek hayattan koparmayan bir alemdir. Çünkü bu alemde kişiler, kendini farklı göstermeye çalışsa da bu alem, reel hayatın bir yansımasıdır. Etkisi ve gücü yönüyle yazılı ve görsel medyadan daha etkili ve tehlikeli. Eskiden dördüncü kuvvet kabul edilen yazılı ve görsel medya, tek düze yayım yapmaya başlayınca etkisini kaybetti. Bugün dördüncü kuvvet rolünü, bu alem yerine getiriyor dense yanlış olmaz.

Bilgi ve haberi ayağına getiren, yalnızken bile dünyada neler olup bittiğine ulaşabileceğin, otururken düşündüklerini yazıp paylaşabileceğin bu alemin, yerinde ve kıvamında kullanıldığı takdirde faydalı olabileceğini düşünüyorum. Zira kalabalıklar arasında gittikçe yalnızlaşan insanımız, bu alem aracılığıyla görüp yaşadıklarını aktarabiliyor, sevinç ve üzüntülü günlerini buradan duyurabiliyor, bir konudaki düşüncelerini paylaşabiliyor. Yine bir başkasının paylaşımlarından haberdar olabiliyor.

Peki, sosyal medyayı yerli yerinde kullanabiliyor muyuz? Maalesef buna evet diyemeyeceğim. Çünkü bu alem vasıtasıyla insanlar, görüşlerinden dolayı mimlenebiliyor, dışlanabiliyor, kara listeye alınabiliyor ve istenmeyen adam ilan edilebiliyor. Denetimsiz olduğu ve oturmuş etik kuralları olmadığı için bu alem dezenformasyon bilgilerle dolu. Bu bilgiler arasında doğru bilgiyi bulabilmek bir çaba ister. Algının ve karalamanın her türlüsü bu alemde pazarlanıyor. Her zihniyetin trolleri burada cirit atıyor. Üzerine atılan lekeyi temizlemek için kişinin çok fırın ekmeği yemesi gerekiyor.

Algı, karalama, trollük, bayat bilgilerin ısıtılıp ısıtılıp konmasının yanında bu alemde gittikçe prim yapan bir kesim daha ortaya çıktı. Ben buna tetikçilik diyorum. Maalesef bu alem tetikçilik yapanlarla dolu. Bu tipler, arkasına sığındıkları güç sayesinde kah devlet oluyor kah hakim kah savcı. Kendisi gibi düşünmeyenlerin kellesini istiyor. Bu tipleri bilirsiniz aslında. Bunlar, Emil Michel Cioran’ın "En vahşi zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar" dediği tipler. Arkasında bir güç yok iken korkusundan sesi soluğu çıkmayan, toplum ve devlet nezdinde bir özgül ağırlığı olmayan bu kişiler, bu alemde karton mücahitliği yapıyorlar. Aslında oynadıkları rol, korkusuz korkaklıktır. Canı çok kıymetli bu tipler, bir tehlike anında hemen sıvışıverirler. Bakmayın asıp kestiklerine. Tüm dertleri ya makamlarını korumak ya da bir makama kendilerini pazarlamaktır. Paylaşımlarıyla birilerine “Bakın, ben sizin için kelle koltukta mücadele ediyorum” mesajı veriyorlar.

Mahallesinin dışında bir kesimle oturup bir fikri mücadele vermeyen bu tiplerin özelliği, başka fikirlere kapalı olmalarıdır. Asla başka bir fikre tahammülleri yoktur. Çünkü hep körler ve sağırlar olarak birbirlerini ağırlamışlardır. Özgürlük, hoşgörü ve fikir özgürlüğü onlar için sözüm ona ‘Ağzında pis sakızı çiğnemeye’ benzer. Nerede farklı bir görüş sahibi varsa hurra, üzerine çullanırlar. Meydanı boş buldukları için hakaretin her türlüsünü kendilerine mubah görürler. Çünkü muhatap bundan anlardı ve ona anladığı dilden cevap verilmeliydi. Nazik ve kibar davranmak, o kişiye cevap vermeye kalkmak hem korkaklık hem tavizdir onlar için.

Böyle ve daha fazlasını yapıyorlar. Büyükleri de kör ve sağır değiller ya, “Bu adam bize çok sadık, şunu değerlendirelim” diyor ve onu bir makama getiriyorlar. Doğrusu, hak etti de. Ne güzel yakışıyor, tetikçilikten sonra koltuk. Bu aşamadan sonra tetikçilik bitecek mi? Aynı hızla hatta dozajını artırarak devam etmeli ki daha büyük makamları hak edebilsin.

Bu tiplerin geldiği/getirildiği makamda gözüm yok. Bilirim ki bu tipler, yazdıklarıyla kalemlerinden kan damlatıyorlar. Kafa yapısı itibari İŞİT’den farklı değiller. Tek farkları, İŞİT, elinde silah, bomba ne varsa efendilerine hizmet babından yakıp yıkıyor ve öldürüyor. Sosyal medya mücahitleri de oturdukları yerden birilerine yaranmak için birilerinin biletini kesiyorlar.

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan sonra yazıyı göndermeden önce sosyal medyada ne var ne yok diye bir göz attım. Kemal Öztürk’ün bu konuyu ele alan enfes yazısı önüme düştü. Bir solukta okudum. Okumanızı isterim: https://www.haberturk.com/yazarlar/kemal-ozturk/2893606-sagirlar-dovusu

*07/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

4 Aralık 2020 Cuma

Konya Büyük Bir Tehlike Atlattı

Konya’yı bilenler Meram Yeni Yol Caddesini iyi bilirler. Bu yol gidiş ve geliş itibariyle araç trafiği yönünden işlek bir cadde olmasına rağmen yaya trafiği yönünden tenha mı tenhadır. Tenhalığından mıdır, sağa sola sapmadan beni çarşıya götürdüğünden midir, çarşıya giderken zaman zaman bu yolu takip ederim.  

Perşembe günü öğle sıralarında çarşıya gitmek için evden çıktım. Evliya Çelebi Parkından Meram Yeni Yola girdim. Karşı kaldırıma geçmeden yoğun araç trafiğinin arasında, kaldırımda bir başına yürüyorum. Ne önümde kimse var ne arkamda ne sağımda ne de solumda. Neredeyse upuzun km’lerce uzayan kaldırımlar bana ait.

Ben böyle yürürken vızır vızır geçen araba seslerinin arasından kulağıma bir ses geldi. Kimdir, necidir, beni tanıyan biri bana mı seslendi, diye önüme, arkama, soluma ve sağıma baktım. Ses sağ taraftan geliyormuş. Yan yana yürüyen iki polismiş seslenen ve bana sesleniyorlarmış. Zaten benden başka da kimseler yoktu kaldırımda. “Ne diyorsunuz, dercesine elimi kaldırdım. “Maskeni tak” dercesine kendi maskelerini gösterdiler. Yola kadar indiklerine göre seslerini duyurmak için epey efor sarf etmiş olmalılar. Bir elimle elimi göğsüme götürerek teşekkür ettim, diğer elimle de boynumdaki maskeyi yüzüme usulüne uygun takıp yürümeye koyuldum. Onlar da yol boyu yürüyüşlerine devam ettiler. Anladığım kadarıyla bu iki polis, maske kontrolü yapmak için bu yolda görevlendirilmişler.

Ben çarşıya doğru, onlar Meram Bağları yönüne doğru yol alırlarken, onlarla benim aramdaki makas, iyice açılmış olmasına rağmen ağız ve burnumu kapatan maskemle Zafer, Alaeddin, Kayalı Park, Çıkrıkçılar İçi, Aziziye ve Arapoğlu Makasını dolaştım. Tüm buraları gezerken aldığım nefesle birlikte gözlüğüm buharlanmasına ve bundan dolayı önümü göremeyecek noktaya gelmeme rağmen maskeyi yüzümden indirmedim. Yol yürüyemeyecek noktaya gelince, gözlüğümü başımın üstüne doğru kaldırdım, Zaman zaman gözlüğü elime alıp çevreyi puslu göre göre yoluma devam ettim.

Çarşıda bir iki dostu ziyaret edip yanlarında birer bardak çay içtikten sonra küçük bir işim vardı, onu da hallettim. Sonra yolcu yolunda gerek deyip geldiğim yolu tepmek için tekrar yola koyuldum. Bu sefer, Yeni Yol alt geçidini geçtikten sonra ara sokaklara dalarak yoluma devam ettim, kah maskemi indirerek kah takarak. Eve geldiğimde, toplamda 19.500 adım yaparak 13 km yürümüşüm.

Başımdan geçen bu olayı niye anlattığımı merak ediyor; yürüdüysen yürüdün, bize ne, diyorsanız, söyleyeyim. Bir an için bir düşünün. Meram Yeni Yol üzerinde, önümde ve arkamda km’lerce ötede kimse yok iken maskesiz bir şekilde yol almak demek, tüm Konya’yı tehlikeye atmak demektir. Bereket, yol üzerinde görevli o iki polis, karşı kaldırımda olmasına rağmen beni gördüler ve beni uyardılar da saçacağım tehlikeye baştan engel oldular. Ne belli? Belki de ben, maskesiz yürüye yürüye soluğu çarşıda alacaktım. Ondan sonra ayıklayın pirincin taşını siz.

Keşke bu iki polis, Lastik durağından itibaren, nasılsa kimse yok diyerek maskemi boynuma indirdikten sonra yürümeye başladığımda, beni görüp uyarsalardı da Havzan ışıklarına doğru, yolu ortalamadan o kadar yolu maskesiz tepmeseydim. Ama iş işten geçti. Bu aşamadan sonra bugünlerde Konya’da testi pozitif çıkan hasta sayısında bir artış olursa, bilin ki müsebbibi benim. Hatamı anladım ama neye yarar. Zira iflah olmaz aymazın birisiyim. Burada sorgulanması gereken, uzun ince bir yol olan Meram Yeni Yol üzerinde sadece iki polisin görevli olması. Keşke imkan olsa da yol üzerinde, yol boyunca görev yapacak yeteri kadar polis görev yapsa. O kadar polis olmalı ki yolda kimse olmasa bile gelip geçen kimseye nefes aldırmayacak şekilde herkese maske taktırsa. Görün, ondan sonra bu ülkede hiç virüs kalır mı? Keşke maddi durumum yeterli olsa da evimde maskemi çıkarınca beni uyaracak ve maskemi taktıracak, maskemi takmadığım takdirde bana ceza yazacak, ücretini kendimin ödeyeceği bir özel güvenlik görevlisi istihdam edebilsem…

 

Linçin Kime Ne Faydası Var? *

Bu ülkede ne zaman din üzerinden bir tartışma yaşansa lise ve üniversitede okurken hocalarımızın sık sık dile getirdiği şu sözler aklıma gelir: “İslam tarihinde Allah’ın varlığı ve birliği dışında her şey tartışma konusudur. Bir konuda en az iki görüş olur. Bu da İslam’ın ve Müslümanların ne kadar hoşgörülü ve farklılıkları bünyesinde barındırdığına bir örnektir”, derlerdi. Gerçekten hocalarımın dediği gibi Müslümanlar arasında bir konuda farklı görüşleri savunan kişiler var. Müslümanların çok hoşgörülü olduğu konusuna gelince, maalesef bu konuda hocalarımız gibi düşünmüyorum. Zira geldiğim bu yaş ve yaşadığım tecrübeler gösterdi ki Müslümanlar arasında farklı fikirlere tahammül yok. Kim, bir konuda farklı bir fikir serdetse adamın ne dini kalıyor ne de imanı. Sanki elimizde kişilerin imanını ölçen bir alet veya mühür varmış gibi “Sen bu görüşünle kafir oldun”, diyerek kişileri durmadan damgalıyoruz. Bu da hoşgörüde sınıfta kaldığımızın bir göstergesidir. Meğer ne de çok seviyormuşuz kişileri İslam dairesi dışına çıkarmayı… Bu hükmü verirken de “Eğer tekfir ettiğimiz kişi kafir değilse kendimiz kafir oluruz” yargısını unutuyoruz. Çünkü kendimizden çok eminiz.

Hoşgörüsüzlüğümüze örnek vermek için çok uzağa gitmeye gerek yok. İstisnalarımız kaideyi bozmamakla beraber tahammülsüzlüğümüze en yakın ve en sıcak örnek Mustafa Öztürk’tür. Bildiğiniz gibi Kur’an’ın tarihselci yönü dendiği zaman bu ülkede Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Sayın Mustafa Öztürk akla gelir. Bu görüşünden dolayı zaman zaman Türkiye’nin gündemine oturur ve organize bir topluluk tarafından kendisine sosyal medya üzerinden tepki gösterilir. Tepkiler bir başka gündem, baskın çıkıncaya kadar devam eder. Gelen tepkiler “Bu görüşe katılmıyorum, Mustafa Bey bu konuda yanlış düşünüyor. Bunun doğrusu şudur…” şeklinde olsa hiç gam yemeyeceğim. Zira oluşturulan algı, yenilir yutulur cinsten değil. En son Aralık 2018 yılında, “tarihselciliği savunuyor” üzerinden gösterilen tepkiler üzerine "Ülkede çalışma imkânım kalmadığından en iyisi yurt dışında bir yerde görev yapmam gözüküyor” açıklaması da kendisine ait.

2018 yılında yapılanlar yeterli görülmemiş olmalı ki Mustafa Öztürk şimdi tekrar gündemde. Zira yıllar öncesinde bir dost grubunda yaptığı 40 dakikalık bir konuşmasından, 3 dakikalık bir kısmı servis edilmiş durumda. Videonun tamamını izlediğimde Öztürk, “Kur’an’ın lafzen Allah’a ait bir kelam olamayacağını, şayet böyle olsaydı Kur’an’da geçen birçok ifadenin her şeyden münezzeh kıldığımız Allah’a yakışmayacağını, ayetlerin olsa olsa manen Allah’a ait olabileceğini, Hz Muhammed’in Allah’tan aldığı vahyi kelimesi kelimesine aktarmadığını, kendi ifadeleriyle halkına aktardığını” iddia ediyor. İddia edilen bu tez ilk defa Öztürk tarafından ortaya atılmış bir tez değil. Zira İslam tarihinde, baskın görüşe göre şaz kalsa da bu görüş daha önce ifade edilmiş.

Öztürk’ün iddiasının içeriğine girmeyeceğim. Zira bu konuda kendimi yeterli görmem. Bu işi, bu işin uzmanları yapacak. Onlar, iddia sahibinin iddiasını çürütecek delillerle Sayın Öztürk’e cevap vermelidirler. Ki olması gereken de budur. Dışlamanın, asıp kesmenin, din dışına itmenin, bu konudan hareketle ilgili kişiyi bir linçe tabi tutmanın kimseye, özellikle dine ve Müslümanlara faydası yoktur.

Yazımı sonlandırırken şunu da ifade etmek istiyorum. Benim de içinde bulunduğum büyük çoğunluk, Kur’an’ın hem lafzen hem manen Allah kelamı olduğuna inanıyoruz. Sayın Öztürk bu konuşmayı yapar yapmaz sıcağı sıcağına bir tepki gösterilse olabilir diyeceğim. Ama konuşma yıllar önce yapılmış ve bugün servis ediliyor. Üstelik konuşmanın tamamı değil, bir kısmı dolaşıma verilmiş. Sanki birileri, “Alın size uğraşacağınız bir konu. Birbirinizi yiyin…” der gibi. Unutmayalım ki Müslümanlar bu tür linçten ve algılardan çok çekti. Birilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim, birbirimize girmeyelim. Zira Müslüman, bir deliğe ikinci defa girmez. Aman dikkat!

*05/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Kasım 2020 Pazar

Bilim Kurulunu Nasıl Bilirsiniz? *

Bilim Kurulu derken sağlıkla ilgili kurulu kastediyorum. Zira çoğu alanda kurulmuş bilim kurulları var. Kurulan bu bilim kurulları ne iş yapar, nasıl çalışır, bugüne kadar ne hizmeti yapmışlardır, yaptıkları hizmet ve getirdikleri önerilerle neyi önlemişler, kurumu nereden almış, nereye götürmüşler bilmiyorum. Zira elimde bildiğim bir araştırma ve istatistik yok. Bu bilim kurulları olmasaydı kurum ve kuruluşlar, deruhte ettikleri görevleri yerine getiremez miydi? Bunu da bilmiyorum ama bilim kurullarının bu ülkede faydası ve zararı, varlığı veya yokluğu yönüyle bir güzel masaya yatırılmalı. 

Başka kurumların bünyesinde kurulmuş diğer bilim kurullarını bir tarafa bırakarak bugünlerde adından sıkça söz ettiren, üyeleri her akşam televizyonlarda boy gösteren, sık sık toplantılar yaparak öneri ve tavsiyeler sunan, Sağlık Bakanlığı bünyesinde görev yapan Bilim Kurulundan söz etmek istiyorum. TV konuşmalarında bilirkişi olarak bilgisine başvurulan bu üyelerin, unvanlarına bakıldığı zaman bunların, değişik üniversite hastanelerinde farklı branşlarda görev yapan hekimler olduğu anlaşılmaktadır. Çoğunu ekranlarda göre göre bir göz aşinalığımız oluştu. Kurulun tavsiyelerinin çoğu, yürütme tarafından dikkate alındı ve marttan beri bu kurulun tavsiyesine göre kararlar alınıyor. Uygulamaya konan her tavsiye, hayatımızı derinden etkilemiş, hala etkilemeye devam ediyor. Birçok bakanlık, bir konuda karar vereceği veya karar alacağı zaman bilim kurulunun tavsiye ve önerisini dikkate almak zorunda.

Koronavirüsün ülkemizde göründüğü mart ayından itibaren Bilim Kurulunun salgını önleme adına sunduğu öneriler ne kadar faydalı oldu? Bana göre bu Kurulun bu ülkeye faydadan çok zararı olmuştur. Çünkü bu kurul dendi mi benim aklıma yasak, kısıtlama, kepenk kapatma, okulları tatil etme geliyor. Niye derseniz? Salgın artmasın diye bir kişide görülen hastalık dolayısıyla marttan beri yasak üzerine yasak yedik. Birçok sektörü ölüme terk ettik. 20 günden fazla evlerde kapalı kaldık. Sonuç, Kasım sonu itibariyle vaka sayısı 30 binleri, hasta sayısı da 7 binleri zorluyor. Ölen sayısı ise 200'e doğru koşuyor. Merak ettiğim, bu kısıtlamalar olmasaydı salgının seyri ne olurdu? Bugünkünden farklı olacağını sanmıyorum. O zaman ekonomiyi felç edecek, birçok sektör evine ekmek götüremeyecek şekilde biz bu kısıtlamaları niçin yaşadık? Maalesef her kısıtlamanın arkasında Bilim Kurulunun tavsiye imzası var. Her tavsiyeleri de yasaktan ibaret oldu ve benim aklıma Bilim Kurulu dendi mi yasak geliyor. Bilim Kurulunun elinde imkan olsaydı hastalık gelir diye bize nefes bile aldırmazdı. Hasılı bu süreçte Bilim Kurulu, hastalığı önleme adına toplum mühendisliği yaptı ve geldiğimiz noktada sonuç ortada. 

Bana göre 30'dan fazla üyesi bulunan Bilim Kurulu, yaptığı toplum mühendisliğiyle adından söz ettireceğine, her akşam kanal kanal gezip millete olumsuz tablolar çizeceğine, yasak üzerine yasak önereceğine, tüm eforlarını bu süreçte aşıyı bulmaya adasalardı. Öyle zannediyorum, ülkeye ve insanlığa en büyük hizmeti yapmış olurlardı ve gözümüzde ölümsüzleşirlerdi. Aşı bir bulunsa diye biz bekledik, onlar da beklediler. Hükümete, "Bize imkan sağlayın, vakit verin. Aşıyı biz bulacağız" deyip laboratuara kapansalardı hükümet onlara olmaz mı derdi. Bilakis onlara her imkanı sunardı.

*02/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

Belediyeler ve Çim *

Betonlaşan ve yüksek katlı şehir hayatında, rahat bir nefes almak için yeşil alanlara ihtiyaç var. Yeşil alan oluşturmak da mahalli idarelerin görevleri arasındadır. Bundandır ki belediyeler uygun gördükleri ve planladıkları yerlere imkanlar ölçüsünde ve bir plan dahilinde parklar yapar. Bir güzel yeşillendirir. İyi de yapıyor. Zira şehrin bu tür yeşil alanlara ihtiyacı var.

Park yaparken de belediyeler masraftan kaçınmaz. Parkın büyüklüğüne göre insanımız otursun, güneşten korunsun diye belli mesafelerde kamelyalar yapar. Oturup eğlensin, muhabbet edip hoşça vakit geçirsin, yesin ve içsin diye masa ve oturaklar koyar. Çocuklar oynasın diye oyun alanları oluşturur. İçine oyun aletleri koyar. Yürümek isteyenler için yürüyüş parkuru düzenler. Çay ve diğer ihtiyaçların servis edildiği kafe ve çay bahçeleri yapar. Satış yapar. Zaruri ihtiyaçların giderilmesi için tuvalet bile düşünülmüştür.

Park yapıldıktan sonra belediyelerin görevi bitmiyor. Bu parkların günlük bakım ve temizliği gerekir. Kırılanların tamiri, eskiyenlerin yerine yenisi, ağaç ve çimlerin kurumaması için sulanması, ağaçların budanması, çimlerin kesilmesi, kuruyan ya da sökülen çimlerin yerine yenisinin ekilmesi vs.

Belediyelerin, insanımızın ihtiyacını karşılamak amacıyla yapıp hizmete sunduğu parkları takdir etmekle beraber burada bir konuyu dile getirmek istiyorum. Gördüğüm bütün park ve bahçelerde çim ekili. Göze hoş gelen, seyrettikçe insana seyir zevki veren yemyeşil çimler, öyle zannediyorum parkların en masraflı kısmıdır. Çünkü çimler ağaç gibi değil. Sürekli su ister. Bundandır ki belediyeler bu ihtiyacı gidersin diye buralara mutlaka bir görevli koyar. Çimleri sulamak için açılan su, başta çim olmak üzere yolu, kaldırımı, gelip geçenleri, yolun kenarına konmuş araçları bile suluyor. Görevliler, görevlerine o kadar sadıklar ki az sonra yağmur yağacaksa da veya az önce yağmur yağmış olsa bile çim sulama işini es geçmiyor. Gördüğüm kadarıyla gözümüz gibi koruyup kolladığımız çimler hem meşakkat hem de masraftır. Diyelim ki zaten görevlisi var. Çimlere bakıp dursun. Ya masraf? Bence masraf kısmını yabana atmamak lazım. Özellikle su kaynaklarının alarm verdiği günümüzde sürekli su isteyen çimler, yer altı su kaynaklarının daha erken bitmesine neden olacağını düşünüyorum. Anlatmak istediğim, park ve bahçelerimizde çim ekimine ve bakımına son verilmeli. İnsanımız toprağa hasret şekilde şehirlerde beton, kilitli taş, asfalt görüyor sürekli. Bırakalım da insanımız, parklara gidince çim yerine toprağa bassın.

Belediyelerimiz çime verdiği önemi, fidan dikimine ve bu fidanların büyümesine, tutmuş ve büyümüş ağaçların bakım ve sulamasına, özellikle tarihi ağaçları korumaya verse çok daha iyi olacaktır. Çünkü korumaya alınmış birçok anıt ağaç, kurumaya yüz tutmuş durumda.

Mevcut ağaçları korurken aynı zamanda “Geleceğe Nefes, Dünyaya Nefes” kampanyası çerçevesinde ağaç dikimine önem verilmeli. Dikilen ağaçlar dikildiği gibi bırakılmamalı. Aynı zamanda çimlere verdiğimiz önem gibi bu ağaçların tutması/büyümesi/korunması için tedbir alınmalı. Çimler, oksijen ihtiyacımızın ne kadarını karşılıyor bilmiyorum ama zannedersem ağaçların verdiği kadar oksijen vermiyordur. Üstelik çimler bana doğal bir görünüm vermiyor, yapmacık geliyor. Ağaçlar daha doğaldır. Üstelik ağaçlar bizim geleceğimizdir.

Tarım ve Orman Bakanlığının öncülüğünde başlatılan ağaç seferberliği, bence belediyelerin asli görevleri arasında olmalı. Bu konuda mevzuat nedir bilmiyorum ama inanın, belediyelerimiz ağaç dikim, bakım işine el atsınlar, şehirlerimiz kısa zamanda yemyeşil olur. Bunu da en iyi şekilde yapacaklarına inanıyorum. Park ve bahçelerin görüntüsü bile “Bu işi en iyi belediyeler yapar, şekil A’da göründüğü gibi” diyor.

*04/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

  

 

 

28 Kasım 2020 Cumartesi

Değişen Kim? *

—Üstat! Batı Bey'i biliyorsun. Onda çok büyük değişiklikler var. Çok olumlu konuşuyor. Ondaki bu değişikliğin sebebi hikmeti ne olabilir? Yoksa hidayete mi erdi?

—Senin dediğin gibi bir değişiklik görmedim ben o kişide.

—Nasıl olur? Eskiden böyle miydi halbuki. Bizi durmadan eleştirirdi. Kavgacı bir üslubu vardı. Konuşurken ağzından alev saçardı. TV ekranlarında kendisi gibi düşünmeyenlerle kavgaya tutuşur ve bulunduğu ortamı gererdi. Ya şimdi? Halim, selim biri olup çıktı. Bilge bir edayla ekranlarda boy gösteriyor. Ne kızgınlık var ne sesini yükseltme. Kimsenin sözünü kesmiyor. Üstelik çoğu konuda bizim gibi düşünüyor. Hatta bizi destekliyor. Katılmadığı konularda da sessiz kalıyor. Ne olduysa Ergenekon'dan içeri girip çıktıktan sonra oldu. Nasıl görmezsin bunları?

—Üslup değişikliğini görüyorum. Kavgacı üslubu terk etti. Alabildiğine uyumlu bir profil çiziyor. 

—Daha ne? 

—Fikrinde bir değişiklik yok. Aynı fikirlerini yine savunuyor. 

—Ama bizi destekliyor. 

—Doğru. Destekliyor. 

—Bu, olumlu bir şey değil mi? 

—Üslup yönüyle öyle. Üstelik bu yön sadece Batı Bey'de değil, Ergenekon'dan ne kadar girip çıkan varsa hepsinde var bu üslup değişikliği. Ya bizi destekliyor ya da sessizliğe büründüler. Eski düşmanlıklarından ve muhalifliklerinden eser yok. Ortamı da germiyorlar. 

—Gerçeği ve doğruları görmüş olmalılar. Bir hakkı teslim ediyorlar. 

—Acaba öyle mi? 

—Ne demek istiyorsun? 

—Demem odur ki başta Batı Bey olmak üzere o kesimin fikirlerinde bir değişiklik yok. Dün ne idiyseler, bugün de aynı görüşteler. Bize de yaklaşmış değiller. 

—Bu değişikliği neye bağlıyorsun? 

—Bilemiyorum. Belki de Batı Bey başta olmak üzere biz onların görüşlerine yaklaştık. Zaten bunu Batı Beyde  sık sık dile getiriyor. “Bizim politika ve görüşlerimize geldiğiniz için destek veriyoruz, biz değişmedik” diyor. 

—İlginç! 

—Nasılsa askeriye başta olmak üzere FETÖ'den boşalan birçok kuruma adamlarını yerleştiriyor. Bu durumda niye destek olmasın. 

—Hiç böyle düşünmemiştim. 

—Olup bitenleri yanlış okumuş olabilirim ama ben durumu böyle değerlendiriyorum. 

—Bu durumda...? 

—Batı Bey'de üslup dışında bir değişiklik yok. Dün ne ise bugün de aynı. Bunun ötesinde o kesimde hiçbir değişiklik yok. Bu durumda bir değişiklik varsa öyle zannediyorum bizde var o değişiklik. Bizdeki bu değişikliği görmek ve anlamak için Batı Bey bugün nerede, ona bakmak lazım. Zira Batı Bey aynı yerinde duruyor. Savrulan biziz anlayacağın. Bizim sorunumuz, bunu görmek istemeyişimiz. 

*11/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

27 Kasım 2020 Cuma

Yusuf'un Maliyesi *

Hz Yusuf'un hayatını bilmeyenimiz yoktur içimizde. Kimimiz onun hayatını okumuş, kimimiz filmini izlemiş, kimimiz de bir başkasının anlatımından dinlemiştir. Kur'an, Yusuf'un hayatı için "Kıssaların en güzeli" tabirini kullanır. Zira Yusuf'un hayatının her bir safhası imtihandır ve bizim için onun hayatı ibretlerle doludur. Zira kıssalar hisse alınsın diyedir.

Bu yazımda niyetim Hz Yusuf'un hayatını anlatmak değilse de bizim için ibret olması gereken bazı noktalara kısaca işaret etmek istiyorum. Yusuf denince benim aklıma,

1.Yusuf’un ağabeyleriyle imtihanı, (Babası Yakup’un kendisini daha fazla sevmesi dolayısıyla ağabeyleri tarafından kıskanılması, ağabeylerinin Yusuf’u kuyuya atması, Mısır’a giden bir kervana Yusuf’un köle olarak satılması.)

2.Mısır vezirinin evinde Yusuf’un kadınlarla (Züleyha ve diğer kadınlar) ile imtihanı, (Bunun sonucu bir iftiraya maruz kalarak hapse düşmesi, uzun yıllar zindanda kalması, cezaevini medreseyi Yusufiyeye çevirmesi)

3.Rüyaları yorumlayabilme bilgisine sahip olması, (Mısır kralının gördüğü bir rüyayı yorumlaması sonucunda zindandan çıkması…)

4.Bilgi ve yeteneği sayesinde Mısır maliyesine (ekonomi yönetiminin başına) getirilmesi ve ekonomi yönetimi.

5.Kendisine kötülük yapan ağabeylerini affetmesi…vs. gelir.

Verdiğim kısımlardan hareketle para, nisa ve kasa başta olmak üzere her imtihanı yüzünün akıyla vermiş bir peygamberdir Yusuf. Bu kısa bilgiden sonra Yusuf peygamberin Mısır hazinesinde yaptıklarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Malum bugünlerde dünya, bir ekonomik darboğazın girdabına girmiş durumda. Bu durumdan bizim ülkemiz de fazlasıyla etkilenmektedir.

Hz Yusuf, Mısır hazinesini nasıl düzene koymuş, devleti batmaktan nasıl kurtarmış, ekonomiyi nasıl yönetmiş, eldeki imkanları nasıl değerlendirmiştir? Burada Yusuf peygamberin bilgisi ve yeteneği devreye giriyor.

Hatırlarsanız, Mısır kralı “"Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum” demiş, bu rüyasının yorumlanmasını istemişti. Kimsenin yorumlayamadığı bu rüyayı Yusuf peygamber, “Yedi yıllık bereketli yılın ardından yedi yıl kıtlık olacağı” şeklinde yorumlamıştı. Bu yorumu sayesinde hazinenin başına getirilmişti. Yusuf peygamber ekonominin başına getirilir getirilmez yedi yıl boyunca ekin ektiriyor, yıllık kullanılan mahsulün fazlasını biçtirdikten sonra mahsulü başağında bıraktırıyor, bunları bozulup çürümeyecek şekilde “kötü günler için stoklatıyor. Yedi yıl verimli geçen yılların ardından gelen kuraklık zamanında ise stokladığı ürünleri piyasaya sürmek suretiyle halkın ihtiyacını karşılıyor ve onları yiyecek ekmeğe muhtaç etmiyor. Hatta ihtiyaç fazlasını kuraklıktan etkilenmiş diğer ülkelere satıyor.

Burada, bugünün ekonomisi eskinin ekin-harman işine benzemez, çok çetrefilli. Piyasalar, arz ve talebe göre şekillenmiyor. Bugün, dünya küreselleşti. Ekonomi, bir silah olarak kullanılmakta ve dış etkenlerin etkisi büyük denebilir. Doğrudur. Yalnız ekonomi yönetimi, krizlere karşı önceden tedbir almaktır. Piyasayı sıkıntıya sokmamaktır. Bu açıdan bakıldığı zaman her devrin ekonomi yönetimi, kendi devrine göre önemlidir. Burada ekonominin çeşitli ve çetrefilli yönünden ziyade Yusuf peygamberin bolluk dönemini iyi değerlendirdiği, kıtlık dönemlerine karşı tedbir aldığı, yerli üretime önem verdiği görülecektir. Ömrü, çeşitli çilelerle geçmiş Yusuf peygamber, cezaevinden çıkıp koltuğa oturduktan sonra mahsulü bol yedi yıl boyunca günümü gün edineyim. Sonra ne olursa olsun, gerekirse istifa ederim diye düşünmemiş. Bereketli yedi yılın ürünlerini “Sakla samanı, gelir zamanı” atasözünde olduğu gibi saklamıştır. Burada Yusuf’un aynı zamanda büyük bir basiret ve feraset sahibi olduğu anlaşılmaktadır.

Bugün hazine yönetiminin başına gelenlerin kaçı Yusuf gibi tedbirli, basiret ve feraset sahibi? Kaçı yarınları düşünerek bir ekonomi yönetiyor? Zamanında, bizim ekonomiden sorumlu kişiler veya iktidar olanlar, gerekli tedbirleri alsalardı; bu ülke, her sekiz-on yılda bir ekonomik girdaba duçar olmazdı. Herhalde Yusuf peygamber, günümüzde hazineden sorumlu biri olsaydı, ülkemizin sıcak para bolluğu yaşadığı dönemlerde bol bol döviz, altın stoku yapar, başımızın belası cari açığa bir çözüm bulurdu. Kim bilir…

Sözü fazla uzatmadan bu ülkenin; Yusuf’u örnek alacak, ekonomiyi kimseye peşkeş çekmeyecek, har vurup harman savurmayacak, tehlikelere karşı önceden tedbir alacak, ülkeye ekonomik krizler yaşatmayacak ve ekonomiyi kurallarına göre yönetecek ehil ve liyakat sahibi ekonomistlere ne çok ihtiyacı var. Çünkü bu millet krizlerden çok çekti, çok bedel ödedi, hala ödemeye devam ediyor ve bu millet bunu hak etmiyor.

*30/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.