4 Aralık 2020 Cuma

Linçin Kime Ne Faydası Var? *

Bu ülkede ne zaman din üzerinden bir tartışma yaşansa lise ve üniversitede okurken hocalarımızın sık sık dile getirdiği şu sözler aklıma gelir: “İslam tarihinde Allah’ın varlığı ve birliği dışında her şey tartışma konusudur. Bir konuda en az iki görüş olur. Bu da İslam’ın ve Müslümanların ne kadar hoşgörülü ve farklılıkları bünyesinde barındırdığına bir örnektir”, derlerdi. Gerçekten hocalarımın dediği gibi Müslümanlar arasında bir konuda farklı görüşleri savunan kişiler var. Müslümanların çok hoşgörülü olduğu konusuna gelince, maalesef bu konuda hocalarımız gibi düşünmüyorum. Zira geldiğim bu yaş ve yaşadığım tecrübeler gösterdi ki Müslümanlar arasında farklı fikirlere tahammül yok. Kim, bir konuda farklı bir fikir serdetse adamın ne dini kalıyor ne de imanı. Sanki elimizde kişilerin imanını ölçen bir alet veya mühür varmış gibi “Sen bu görüşünle kafir oldun”, diyerek kişileri durmadan damgalıyoruz. Bu da hoşgörüde sınıfta kaldığımızın bir göstergesidir. Meğer ne de çok seviyormuşuz kişileri İslam dairesi dışına çıkarmayı… Bu hükmü verirken de “Eğer tekfir ettiğimiz kişi kafir değilse kendimiz kafir oluruz” yargısını unutuyoruz. Çünkü kendimizden çok eminiz.

Hoşgörüsüzlüğümüze örnek vermek için çok uzağa gitmeye gerek yok. İstisnalarımız kaideyi bozmamakla beraber tahammülsüzlüğümüze en yakın ve en sıcak örnek Mustafa Öztürk’tür. Bildiğiniz gibi Kur’an’ın tarihselci yönü dendiği zaman bu ülkede Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Sayın Mustafa Öztürk akla gelir. Bu görüşünden dolayı zaman zaman Türkiye’nin gündemine oturur ve organize bir topluluk tarafından kendisine sosyal medya üzerinden tepki gösterilir. Tepkiler bir başka gündem, baskın çıkıncaya kadar devam eder. Gelen tepkiler “Bu görüşe katılmıyorum, Mustafa Bey bu konuda yanlış düşünüyor. Bunun doğrusu şudur…” şeklinde olsa hiç gam yemeyeceğim. Zira oluşturulan algı, yenilir yutulur cinsten değil. En son Aralık 2018 yılında, “tarihselciliği savunuyor” üzerinden gösterilen tepkiler üzerine "Ülkede çalışma imkânım kalmadığından en iyisi yurt dışında bir yerde görev yapmam gözüküyor” açıklaması da kendisine ait.

2018 yılında yapılanlar yeterli görülmemiş olmalı ki Mustafa Öztürk şimdi tekrar gündemde. Zira yıllar öncesinde bir dost grubunda yaptığı 40 dakikalık bir konuşmasından, 3 dakikalık bir kısmı servis edilmiş durumda. Videonun tamamını izlediğimde Öztürk, “Kur’an’ın lafzen Allah’a ait bir kelam olamayacağını, şayet böyle olsaydı Kur’an’da geçen birçok ifadenin her şeyden münezzeh kıldığımız Allah’a yakışmayacağını, ayetlerin olsa olsa manen Allah’a ait olabileceğini, Hz Muhammed’in Allah’tan aldığı vahyi kelimesi kelimesine aktarmadığını, kendi ifadeleriyle halkına aktardığını” iddia ediyor. İddia edilen bu tez ilk defa Öztürk tarafından ortaya atılmış bir tez değil. Zira İslam tarihinde, baskın görüşe göre şaz kalsa da bu görüş daha önce ifade edilmiş.

Öztürk’ün iddiasının içeriğine girmeyeceğim. Zira bu konuda kendimi yeterli görmem. Bu işi, bu işin uzmanları yapacak. Onlar, iddia sahibinin iddiasını çürütecek delillerle Sayın Öztürk’e cevap vermelidirler. Ki olması gereken de budur. Dışlamanın, asıp kesmenin, din dışına itmenin, bu konudan hareketle ilgili kişiyi bir linçe tabi tutmanın kimseye, özellikle dine ve Müslümanlara faydası yoktur.

Yazımı sonlandırırken şunu da ifade etmek istiyorum. Benim de içinde bulunduğum büyük çoğunluk, Kur’an’ın hem lafzen hem manen Allah kelamı olduğuna inanıyoruz. Sayın Öztürk bu konuşmayı yapar yapmaz sıcağı sıcağına bir tepki gösterilse olabilir diyeceğim. Ama konuşma yıllar önce yapılmış ve bugün servis ediliyor. Üstelik konuşmanın tamamı değil, bir kısmı dolaşıma verilmiş. Sanki birileri, “Alın size uğraşacağınız bir konu. Birbirinizi yiyin…” der gibi. Unutmayalım ki Müslümanlar bu tür linçten ve algılardan çok çekti. Birilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim, birbirimize girmeyelim. Zira Müslüman, bir deliğe ikinci defa girmez. Aman dikkat!

*05/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Kasım 2020 Pazar

Bilim Kurulunu Nasıl Bilirsiniz? *

Bilim Kurulu derken sağlıkla ilgili kurulu kastediyorum. Zira çoğu alanda kurulmuş bilim kurulları var. Kurulan bu bilim kurulları ne iş yapar, nasıl çalışır, bugüne kadar ne hizmeti yapmışlardır, yaptıkları hizmet ve getirdikleri önerilerle neyi önlemişler, kurumu nereden almış, nereye götürmüşler bilmiyorum. Zira elimde bildiğim bir araştırma ve istatistik yok. Bu bilim kurulları olmasaydı kurum ve kuruluşlar, deruhte ettikleri görevleri yerine getiremez miydi? Bunu da bilmiyorum ama bilim kurullarının bu ülkede faydası ve zararı, varlığı veya yokluğu yönüyle bir güzel masaya yatırılmalı. 

Başka kurumların bünyesinde kurulmuş diğer bilim kurullarını bir tarafa bırakarak bugünlerde adından sıkça söz ettiren, üyeleri her akşam televizyonlarda boy gösteren, sık sık toplantılar yaparak öneri ve tavsiyeler sunan, Sağlık Bakanlığı bünyesinde görev yapan Bilim Kurulundan söz etmek istiyorum. TV konuşmalarında bilirkişi olarak bilgisine başvurulan bu üyelerin, unvanlarına bakıldığı zaman bunların, değişik üniversite hastanelerinde farklı branşlarda görev yapan hekimler olduğu anlaşılmaktadır. Çoğunu ekranlarda göre göre bir göz aşinalığımız oluştu. Kurulun tavsiyelerinin çoğu, yürütme tarafından dikkate alındı ve marttan beri bu kurulun tavsiyesine göre kararlar alınıyor. Uygulamaya konan her tavsiye, hayatımızı derinden etkilemiş, hala etkilemeye devam ediyor. Birçok bakanlık, bir konuda karar vereceği veya karar alacağı zaman bilim kurulunun tavsiye ve önerisini dikkate almak zorunda.

Koronavirüsün ülkemizde göründüğü mart ayından itibaren Bilim Kurulunun salgını önleme adına sunduğu öneriler ne kadar faydalı oldu? Bana göre bu Kurulun bu ülkeye faydadan çok zararı olmuştur. Çünkü bu kurul dendi mi benim aklıma yasak, kısıtlama, kepenk kapatma, okulları tatil etme geliyor. Niye derseniz? Salgın artmasın diye bir kişide görülen hastalık dolayısıyla marttan beri yasak üzerine yasak yedik. Birçok sektörü ölüme terk ettik. 20 günden fazla evlerde kapalı kaldık. Sonuç, Kasım sonu itibariyle vaka sayısı 30 binleri, hasta sayısı da 7 binleri zorluyor. Ölen sayısı ise 200'e doğru koşuyor. Merak ettiğim, bu kısıtlamalar olmasaydı salgının seyri ne olurdu? Bugünkünden farklı olacağını sanmıyorum. O zaman ekonomiyi felç edecek, birçok sektör evine ekmek götüremeyecek şekilde biz bu kısıtlamaları niçin yaşadık? Maalesef her kısıtlamanın arkasında Bilim Kurulunun tavsiye imzası var. Her tavsiyeleri de yasaktan ibaret oldu ve benim aklıma Bilim Kurulu dendi mi yasak geliyor. Bilim Kurulunun elinde imkan olsaydı hastalık gelir diye bize nefes bile aldırmazdı. Hasılı bu süreçte Bilim Kurulu, hastalığı önleme adına toplum mühendisliği yaptı ve geldiğimiz noktada sonuç ortada. 

Bana göre 30'dan fazla üyesi bulunan Bilim Kurulu, yaptığı toplum mühendisliğiyle adından söz ettireceğine, her akşam kanal kanal gezip millete olumsuz tablolar çizeceğine, yasak üzerine yasak önereceğine, tüm eforlarını bu süreçte aşıyı bulmaya adasalardı. Öyle zannediyorum, ülkeye ve insanlığa en büyük hizmeti yapmış olurlardı ve gözümüzde ölümsüzleşirlerdi. Aşı bir bulunsa diye biz bekledik, onlar da beklediler. Hükümete, "Bize imkan sağlayın, vakit verin. Aşıyı biz bulacağız" deyip laboratuara kapansalardı hükümet onlara olmaz mı derdi. Bilakis onlara her imkanı sunardı.

*02/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Belediyeler ve Çim *

Betonlaşan ve yüksek katlı şehir hayatında, rahat bir nefes almak için yeşil alanlara ihtiyaç var. Yeşil alan oluşturmak da mahalli idarelerin görevleri arasındadır. Bundandır ki belediyeler uygun gördükleri ve planladıkları yerlere imkanlar ölçüsünde ve bir plan dahilinde parklar yapar. Bir güzel yeşillendirir. İyi de yapıyor. Zira şehrin bu tür yeşil alanlara ihtiyacı var.

Park yaparken de belediyeler masraftan kaçınmaz. Parkın büyüklüğüne göre insanımız otursun, güneşten korunsun diye belli mesafelerde kamelyalar yapar. Oturup eğlensin, muhabbet edip hoşça vakit geçirsin, yesin ve içsin diye masa ve oturaklar koyar. Çocuklar oynasın diye oyun alanları oluşturur. İçine oyun aletleri koyar. Yürümek isteyenler için yürüyüş parkuru düzenler. Çay ve diğer ihtiyaçların servis edildiği kafe ve çay bahçeleri yapar. Satış yapar. Zaruri ihtiyaçların giderilmesi için tuvalet bile düşünülmüştür.

Park yapıldıktan sonra belediyelerin görevi bitmiyor. Bu parkların günlük bakım ve temizliği gerekir. Kırılanların tamiri, eskiyenlerin yerine yenisi, ağaç ve çimlerin kurumaması için sulanması, ağaçların budanması, çimlerin kesilmesi, kuruyan ya da sökülen çimlerin yerine yenisinin ekilmesi vs.

Belediyelerin, insanımızın ihtiyacını karşılamak amacıyla yapıp hizmete sunduğu parkları takdir etmekle beraber burada bir konuyu dile getirmek istiyorum. Gördüğüm bütün park ve bahçelerde çim ekili. Göze hoş gelen, seyrettikçe insana seyir zevki veren yemyeşil çimler, öyle zannediyorum parkların en masraflı kısmıdır. Çünkü çimler ağaç gibi değil. Sürekli su ister. Bundandır ki belediyeler bu ihtiyacı gidersin diye buralara mutlaka bir görevli koyar. Çimleri sulamak için açılan su, başta çim olmak üzere yolu, kaldırımı, gelip geçenleri, yolun kenarına konmuş araçları bile suluyor. Görevliler, görevlerine o kadar sadıklar ki az sonra yağmur yağacaksa da veya az önce yağmur yağmış olsa bile çim sulama işini es geçmiyor. Gördüğüm kadarıyla gözümüz gibi koruyup kolladığımız çimler hem meşakkat hem de masraftır. Diyelim ki zaten görevlisi var. Çimlere bakıp dursun. Ya masraf? Bence masraf kısmını yabana atmamak lazım. Özellikle su kaynaklarının alarm verdiği günümüzde sürekli su isteyen çimler, yer altı su kaynaklarının daha erken bitmesine neden olacağını düşünüyorum. Anlatmak istediğim, park ve bahçelerimizde çim ekimine ve bakımına son verilmeli. İnsanımız toprağa hasret şekilde şehirlerde beton, kilitli taş, asfalt görüyor sürekli. Bırakalım da insanımız, parklara gidince çim yerine toprağa bassın.

Belediyelerimiz çime verdiği önemi, fidan dikimine ve bu fidanların büyümesine, tutmuş ve büyümüş ağaçların bakım ve sulamasına, özellikle tarihi ağaçları korumaya verse çok daha iyi olacaktır. Çünkü korumaya alınmış birçok anıt ağaç, kurumaya yüz tutmuş durumda.

Mevcut ağaçları korurken aynı zamanda “Geleceğe Nefes, Dünyaya Nefes” kampanyası çerçevesinde ağaç dikimine önem verilmeli. Dikilen ağaçlar dikildiği gibi bırakılmamalı. Aynı zamanda çimlere verdiğimiz önem gibi bu ağaçların tutması/büyümesi/korunması için tedbir alınmalı. Çimler, oksijen ihtiyacımızın ne kadarını karşılıyor bilmiyorum ama zannedersem ağaçların verdiği kadar oksijen vermiyordur. Üstelik çimler bana doğal bir görünüm vermiyor, yapmacık geliyor. Ağaçlar daha doğaldır. Üstelik ağaçlar bizim geleceğimizdir.

Tarım ve Orman Bakanlığının öncülüğünde başlatılan ağaç seferberliği, bence belediyelerin asli görevleri arasında olmalı. Bu konuda mevzuat nedir bilmiyorum ama inanın, belediyelerimiz ağaç dikim, bakım işine el atsınlar, şehirlerimiz kısa zamanda yemyeşil olur. Bunu da en iyi şekilde yapacaklarına inanıyorum. Park ve bahçelerin görüntüsü bile “Bu işi en iyi belediyeler yapar, şekil A’da göründüğü gibi” diyor.

*04/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Kasım 2020 Cumartesi

Değişen Kim? *

—Üstat! Batı Bey'i biliyorsun. Onda çok büyük değişiklikler var. Çok olumlu konuşuyor. Ondaki bu değişikliğin sebebi hikmeti ne olabilir? Yoksa hidayete mi erdi?

—Senin dediğin gibi bir değişiklik görmedim ben o kişide.

—Nasıl olur? Eskiden böyle miydi halbuki. Bizi durmadan eleştirirdi. Kavgacı bir üslubu vardı. Konuşurken ağzından alev saçardı. TV ekranlarında kendisi gibi düşünmeyenlerle kavgaya tutuşur ve bulunduğu ortamı gererdi. Ya şimdi? Halim, selim biri olup çıktı. Bilge bir edayla ekranlarda boy gösteriyor. Ne kızgınlık var ne sesini yükseltme. Kimsenin sözünü kesmiyor. Üstelik çoğu konuda bizim gibi düşünüyor. Hatta bizi destekliyor. Katılmadığı konularda da sessiz kalıyor. Ne olduysa Ergenekon'dan içeri girip çıktıktan sonra oldu. Nasıl görmezsin bunları?

—Üslup değişikliğini görüyorum. Kavgacı üslubu terk etti. Alabildiğine uyumlu bir profil çiziyor. 

—Daha ne? 

—Fikrinde bir değişiklik yok. Aynı fikirlerini yine savunuyor. 

—Ama bizi destekliyor. 

—Doğru. Destekliyor. 

—Bu, olumlu bir şey değil mi? 

—Üslup yönüyle öyle. Üstelik bu yön sadece Batı Bey'de değil, Ergenekon'dan ne kadar girip çıkan varsa hepsinde var bu üslup değişikliği. Ya bizi destekliyor ya da sessizliğe büründüler. Eski düşmanlıklarından ve muhalifliklerinden eser yok. Ortamı da germiyorlar. 

—Gerçeği ve doğruları görmüş olmalılar. Bir hakkı teslim ediyorlar. 

—Acaba öyle mi? 

—Ne demek istiyorsun? 

—Demem odur ki başta Batı Bey olmak üzere o kesimin fikirlerinde bir değişiklik yok. Dün ne idiyseler, bugün de aynı görüşteler. Bize de yaklaşmış değiller. 

—Bu değişikliği neye bağlıyorsun? 

—Bilemiyorum. Belki de Batı Bey başta olmak üzere biz onların görüşlerine yaklaştık. Zaten bunu Batı Beyde  sık sık dile getiriyor. “Bizim politika ve görüşlerimize geldiğiniz için destek veriyoruz, biz değişmedik” diyor. 

—İlginç! 

—Nasılsa askeriye başta olmak üzere FETÖ'den boşalan birçok kuruma adamlarını yerleştiriyor. Bu durumda niye destek olmasın. 

—Hiç böyle düşünmemiştim. 

—Olup bitenleri yanlış okumuş olabilirim ama ben durumu böyle değerlendiriyorum. 

—Bu durumda...? 

—Batı Bey'de üslup dışında bir değişiklik yok. Dün ne ise bugün de aynı. Bunun ötesinde o kesimde hiçbir değişiklik yok. Bu durumda bir değişiklik varsa öyle zannediyorum bizde var o değişiklik. Bizdeki bu değişikliği görmek ve anlamak için Batı Bey bugün nerede, ona bakmak lazım. Zira Batı Bey aynı yerinde duruyor. Savrulan biziz anlayacağın. Bizim sorunumuz, bunu görmek istemeyişimiz. 

*11/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

27 Kasım 2020 Cuma

Yusuf'un Maliyesi *

Hz Yusuf'un hayatını bilmeyenimiz yoktur içimizde. Kimimiz onun hayatını okumuş, kimimiz filmini izlemiş, kimimiz de bir başkasının anlatımından dinlemiştir. Kur'an, Yusuf'un hayatı için "Kıssaların en güzeli" tabirini kullanır. Zira Yusuf'un hayatının her bir safhası imtihandır ve bizim için onun hayatı ibretlerle doludur. Zira kıssalar hisse alınsın diyedir.

Bu yazımda niyetim Hz Yusuf'un hayatını anlatmak değilse de bizim için ibret olması gereken bazı noktalara kısaca işaret etmek istiyorum. Yusuf denince benim aklıma,

1.Yusuf’un ağabeyleriyle imtihanı, (Babası Yakup’un kendisini daha fazla sevmesi dolayısıyla ağabeyleri tarafından kıskanılması, ağabeylerinin Yusuf’u kuyuya atması, Mısır’a giden bir kervana Yusuf’un köle olarak satılması.)

2.Mısır vezirinin evinde Yusuf’un kadınlarla (Züleyha ve diğer kadınlar) ile imtihanı, (Bunun sonucu bir iftiraya maruz kalarak hapse düşmesi, uzun yıllar zindanda kalması, cezaevini medreseyi Yusufiyeye çevirmesi)

3.Rüyaları yorumlayabilme bilgisine sahip olması, (Mısır kralının gördüğü bir rüyayı yorumlaması sonucunda zindandan çıkması…)

4.Bilgi ve yeteneği sayesinde Mısır maliyesine (ekonomi yönetiminin başına) getirilmesi ve ekonomi yönetimi.

5.Kendisine kötülük yapan ağabeylerini affetmesi…vs. gelir.

Verdiğim kısımlardan hareketle para, nisa ve kasa başta olmak üzere her imtihanı yüzünün akıyla vermiş bir peygamberdir Yusuf. Bu kısa bilgiden sonra Yusuf peygamberin Mısır hazinesinde yaptıklarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Malum bugünlerde dünya, bir ekonomik darboğazın girdabına girmiş durumda. Bu durumdan bizim ülkemiz de fazlasıyla etkilenmektedir.

Hz Yusuf, Mısır hazinesini nasıl düzene koymuş, devleti batmaktan nasıl kurtarmış, ekonomiyi nasıl yönetmiş, eldeki imkanları nasıl değerlendirmiştir? Burada Yusuf peygamberin bilgisi ve yeteneği devreye giriyor.

Hatırlarsanız, Mısır kralı “"Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum” demiş, bu rüyasının yorumlanmasını istemişti. Kimsenin yorumlayamadığı bu rüyayı Yusuf peygamber, “Yedi yıllık bereketli yılın ardından yedi yıl kıtlık olacağı” şeklinde yorumlamıştı. Bu yorumu sayesinde hazinenin başına getirilmişti. Yusuf peygamber ekonominin başına getirilir getirilmez yedi yıl boyunca ekin ektiriyor, yıllık kullanılan mahsulün fazlasını biçtirdikten sonra mahsulü başağında bıraktırıyor, bunları bozulup çürümeyecek şekilde “kötü günler için stoklatıyor. Yedi yıl verimli geçen yılların ardından gelen kuraklık zamanında ise stokladığı ürünleri piyasaya sürmek suretiyle halkın ihtiyacını karşılıyor ve onları yiyecek ekmeğe muhtaç etmiyor. Hatta ihtiyaç fazlasını kuraklıktan etkilenmiş diğer ülkelere satıyor.

Burada, bugünün ekonomisi eskinin ekin-harman işine benzemez, çok çetrefilli. Piyasalar, arz ve talebe göre şekillenmiyor. Bugün, dünya küreselleşti. Ekonomi, bir silah olarak kullanılmakta ve dış etkenlerin etkisi büyük denebilir. Doğrudur. Yalnız ekonomi yönetimi, krizlere karşı önceden tedbir almaktır. Piyasayı sıkıntıya sokmamaktır. Bu açıdan bakıldığı zaman her devrin ekonomi yönetimi, kendi devrine göre önemlidir. Burada ekonominin çeşitli ve çetrefilli yönünden ziyade Yusuf peygamberin bolluk dönemini iyi değerlendirdiği, kıtlık dönemlerine karşı tedbir aldığı, yerli üretime önem verdiği görülecektir. Ömrü, çeşitli çilelerle geçmiş Yusuf peygamber, cezaevinden çıkıp koltuğa oturduktan sonra mahsulü bol yedi yıl boyunca günümü gün edineyim. Sonra ne olursa olsun, gerekirse istifa ederim diye düşünmemiş. Bereketli yedi yılın ürünlerini “Sakla samanı, gelir zamanı” atasözünde olduğu gibi saklamıştır. Burada Yusuf’un aynı zamanda büyük bir basiret ve feraset sahibi olduğu anlaşılmaktadır.

Bugün hazine yönetiminin başına gelenlerin kaçı Yusuf gibi tedbirli, basiret ve feraset sahibi? Kaçı yarınları düşünerek bir ekonomi yönetiyor? Zamanında, bizim ekonomiden sorumlu kişiler veya iktidar olanlar, gerekli tedbirleri alsalardı; bu ülke, her sekiz-on yılda bir ekonomik girdaba duçar olmazdı. Herhalde Yusuf peygamber, günümüzde hazineden sorumlu biri olsaydı, ülkemizin sıcak para bolluğu yaşadığı dönemlerde bol bol döviz, altın stoku yapar, başımızın belası cari açığa bir çözüm bulurdu. Kim bilir…

Sözü fazla uzatmadan bu ülkenin; Yusuf’u örnek alacak, ekonomiyi kimseye peşkeş çekmeyecek, har vurup harman savurmayacak, tehlikelere karşı önceden tedbir alacak, ülkeye ekonomik krizler yaşatmayacak ve ekonomiyi kurallarına göre yönetecek ehil ve liyakat sahibi ekonomistlere ne çok ihtiyacı var. Çünkü bu millet krizlerden çok çekti, çok bedel ödedi, hala ödemeye devam ediyor ve bu millet bunu hak etmiyor.

*30/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 


Bir Konuşma Ziyafeti *

Din Öğretimi Genel Müdürlüğünün, DÖGEP (Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmen Gelişim Programı) adını verdiği bir projesi var. Bu projeye göre DÖGM, her ay farklı bir konu olacak şekilde bir eylem planı hazırlar. Hazırladığı bu eylem planını illere göndererek belirlenen konunun, konusunun uzmanları tarafından işlenmesini ister.

Gelişim programı çerçevesinde bir yılda altı defa yapılan/yapılacak olan bu etkinliklerin yapılması için ilçe milli eğitim müdürlükleri her ay bir okulu görevlendirir.

Kasım ayının konusu, “Hz Muhammed’in Eğitim Anlayışı ve Eğitim Metotları”, toplantıyı düzenleyen okul da Meram-Vakıfbank İmam Hatip Ortaokulu idi. Programa ev sahipliği yapan okula buradan teşekkür ediyorum.

Salgın riski dolayısıyla Zoom üzerinden çevrim içi yapılan toplantıya 115 kadar öğretmen, dinleyici olarak katıldı. Bu konuşmayı dinleme imkanım oldu.

İzninizle bu yazımda, bu toplantı ile ilgili daha doğrusu hatiple gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce bu toplantı, dinleyici olarak katıldığım diğer programlara nazaran bende derin bir iz bıraktı. Hatibin daha konuşmasına başlarken 45 dakika ile sınırlandırdığı konuşmasının bitmesini istemedim. Zira yediğimiz enfes bir yemek için yıllar sonra bile “tadı damağımda kaldı” deriz ya, işte bu konuşma da ben de hoş bir seda bıraktı.

Programı sonlandırırken yaptığı bu konuşmadan dolayı kendisine Chat üzerinden teşekkür etmiştim. Kendisi de program sonrası “Ekranda teşekkür ettiniz, cevap veremedim. Teşekkürden ziyade tenkitler bizi olgunlaştırır. Çekinmeden yazabilirsiniz” şeklinde whatsapp üzerinden bir mesaj gönderdi. Ben de “Kaç dakikadır nasıl bir tenkit yapabilirim, nerede bir eksiklik bulabilirim şeklinde düşündüm durdum ama maalesef bir eksiklik bulamadım. Her şey dört dörtlüktü. Daha önce dinleyici olarak katıldığım bazı konuşmacılar beni uyutmuştu. Sizi çok farklı gördüm. Bize farklı bir ortam yaşattınız. Ufkumuzu açtınız. Hasılı nefis bir konuşma oldu…” şeklinde cevap yazdım.

Hatip hakkında bu yazdıklarım ne yağcılık ne de onun reklamını yapmaktır. Zira ne benim yağ çekmeye ne de konuşmacının bir reklama ihtiyacı var. Bu konuyu “şikayetlerinizi bize, memnuniyetinizi dostlarınıza bildiriniz” sözü gereğince ele aldım. Amacım bir hakkı teslim etmek ve hatibin bu konuşmasının haleflerine örnek olması ve bu tür toplantıların amacına uygun bir şekilde verimli geçmesine katkı sunmaktır.

Hatipte ben; içtenlik ve birikim gördüm. Konuya hazırlanması; toplantıya, anlattığı konuya ve konuşmacılara verdiği değerin bir göstergesiydi. Katılımcıların seviyesine uygun bir dil ile konuşması, konuştuğu her bir kelimeyi teklemeden ve kekelemeden kökenine varıncaya kadar irdelemesi, konuşurken tane tane ve anlaşılır konuşması, zamana riayet etmesi nebevi tebliğe uygun bir konuşmaydı. Bir insicam içerisinde konuşmasını yaparken mikrofon hakimiyetine, aynı zamanda Chat üzerinden yazılan yorumları görebilmesine ve aynı anda müdahale edebilmesine hayran kaldım. Anlattığı konunun belleklerde yer edinmesi ve daha iyi anlaşılması için sık sık özgün örneklendirme yapması; bunu yaparken bilgi, birikim ve tecrübelerini paylaşması, örneklendirmelerde klasik ve bildik örneklere yer vermemesi takdire şayandı.

İçeriğe dair hatibin anlattığı bir örneğe de burada kısaca yer vermek istiyorum. Zira verdiği örnek, eğittiğimiz çocuklara nasıl bir perspektiften bakmamız gerektiğine dairdi: “Bir baba, çocuklarıyla birlikte bahçesinin kenarlarına açtığı çukurlara, getirdiği kayısı fidanlarını tek tek diker. Eline geçen eğri büğrü bir kayısı fidanını ‘Bundan bir şey olmaz’ diyerek bahçenin dışına atar. Çocukları, babalarının yaptığı bu işe bir anlam veremez ve babalarından habersiz olarak atılan kayısı fidanını bahçenin ortasına dikerler. Gel zaman git zaman, dikilen kayısıların bir kısmı tutar, bir kısmı tutmaz. Tutan kayısılardan bir tanesi de babanın işe yaramaz deyip attığı, çocuklarının habersizce geri alıp ektikleri kayısı ağacıdır. Bu eğri büğrü kayısı ağacı meyve verince meyvesinin, iyi cins meyve veren bir ağaç olduğu ortaya çıkar. Bunu gören baba bu duruma sevinir, bu ağaca sahiplenir ve bakmaya başlar”. Hatibin bu anlattığı, eğitim ve öğretim açısından ufuk açıcıydı gerçekten. Zira bizim maarifimiz sonuç odaklı ve sınava dayalıdır. Süreç odaklı değildir. Bu eğitim sisteminde biz, kabiliyetlerine bakmadan milyonlarca öğrenciyi aynı sınavlara tabi tutarak ‘Sen benim işime yaramazsın’ dercesine çoğunu, bahçe/okul/hayatın dışına itip eliyoruz. Halbuki her bir çocukta bizim keşfedemediğimiz nice cevherler vardır.

Yazıma son verirken hatiple özel yazışmamızda, biliyorum sandığım bir kelimenin kökenini de öğrenmiş oldum: “Dualarınıza talibiz. Aklınıza geleni yazın. Tenkid, nakd kökünden para ve değer demektir. Tenkidler insanın değerini artırır. Bilene…” yazdı. Aynı kökten gelen nakit ve tenkidi niçin çok sevdiğimi bu vesileyle anlamış oldum.

İsmini yukarıda zikretmediğim konuşmacı, NEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Abdullah Acar’dan başkası değildi. Kendisine müteşekkirim. Dualarım kendisiyle ve o yolun yolcusu olmak isteyenlere. Başka platformlarda kendisinden daha da müstefit olmak isterim. Konuşmasının hakkını veren ve yaşantısıyla örnek olan bu tür kişilerin çoğalması dileklerimle. Allah kendisinden razı olsun.

*28/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Kasım 2020 Perşembe

Salgından Etkilenenlere Bir şey Yapılamaz mı? *

Yanlış hatırlamıyorsam, ekmeğe 1 Ocak 2020 tarihinden geçerli olmak üzere 10 kuruş zam yapılmış, 250 gram olan ekmeğin gramajı da 200 grama düşürülmüştü. Düşürülen gramajı ve üzerine konan 10 kuruşu birlikte düşündüğümüzde, ekmeğe yüzde 36,36'lık bir zam gelmişti.


Ocakta gelen bu yüzde 36'lık zam oranı, yeterli olmamış ki bir yılbaşını daha beklemeden, 1,20 kuruşa aldığımız ekmek, 24 Kasımdan itibaren 1,40 kuruş oldu. Yüzde 16'lık bu zam, Fırıncılar Odasının yaptığı açıklamaya göre 2020 yılı için geçerli olacakmış. 2021 yılında düşündükleri rakam, ekmeğin 1,75 kuruştan satılması. Buradan anlaşılıyor ki 2021 yılında ekmeğe yapılacak zam birden fazla olacaktır.


Ekmeğe bir yılda yapılan bu ikinci zam beni hiç şaşırtmadı. Tepeden tırnağa her ürüne gelen zamlardan ekmek de nasibini alacaktı. Keşke her ürüne, ekmeğe yapılan yüzde 16'lık zam kadar bir zam yapılsaydı. Maalesef çoğu ürünün fiyatları uçtu. Ürünler, uçtuğu yerde kalsa buna herkes dünden razı.


Zamdan ziyade fiyat ayarlaması dedikleri tüm bu artışların gerekçesi de hazır: Girdi maliyetleri. Yılını doldurmadan girdi maliyetlerini gerekçe göstererek yapılan bu fiyat ayarlamaları, bir yerde durur mu? Enflasyon çift haneli rakamlarda gezindikçe, TL döviz karşısında değer kaybetmeye devam ettikçe, faiz oranları yüksek oldukça, dışarıdan sıcak para gelmedikçe, girdi maliyetleri arttıkça her ürünün fiyatı da artmaya devam edecektir. 


Ekmeğe yapılan fiyat ayarlaması, diğer ürünlere yapılan ayarlamalara oranla makul gibi görünse de bu ekmek zammı, fırıncılara derin bir nefes aldırırken vatandaşı üzmüştür. Gelen 20 kuruşluk bu zam, vatandaşın bütçesini zorlayacaktır. Çünkü bizim insanımızın çoğu, pahalı diye bir başka ürünü almaktan vazgeçse de ekmekten vazgeçmez. Sofrasında ekmek eksik olmaz. Ekmek kilo yaparmış, hazmı zorlaştırırmış demez, neredeyse her şeyi ekmekle yer. Gerekçe de hazır: “Ben ekmeksiz yapamam. Ekmeksiz insan doyar mı?” Tabak tabak tüketilen düğün pilavını bile ekmekle yeriz desem, ekmeğe olan zaafımız daha iyi anlaşılmış olur.


Bir öğünde tüketilen ekmek, bir ekmekle sınırlı kalsa eh diyeceğim. Bir kişi bir öğünde bir ekmeği bana mısın demez. Çünkü 200 gram ekmeğin bölünmesiyle bitmesi bir oluyor. Ailenin bir de kalabalık olduğunu düşünürsek, bir eve bir günde birden çok ekmeğin alınması demektir. 5 kişilik bir aile günde 5 ekmek alsa günde 7, ayda ise 210 lirayı sadece ekmek için gözden çıkarması gerekecektir.


Hasılı, tepeden tırnağa, her şeye ardı arkasına gelen zamlar, orta ve dar gelirli insanımızın belini bükmüştür. Tüm bunların üzerine, ekmeğe gelen bu ikinci zam, bu işin tuzu ve biberi olmuştur. Salgın dolayısıyla işini kaybeden, marttan beri bilim kurulunun önerisiyle işyerleri kapalı tutulan bazı sektörlerin işi bu süreçte daha bir zor olacaktır. Neredeyse 9 aydır kepenkleri kapalı. Bu insanlar bu süreçte ne yer, ne içer. Çünkü gelir ve gider hesabı yapacak bir işleri bile yok. Hazırda paraları varsa hazıra dağ mı dayanır? Elden gelenle öğün mü olur? Olursa da zamanında gelir mi?


Gördüğüm kadarıyla salgın dolayısıyla işyerlerini açma riski bulunan, bu yüzden kapalı tutulan esnafa ve buralarda çalışırken işini kaybeden kişilere, devletin de yapabileceği bir şey yok ki elini uzatmıyor ya da uzatamıyor. Zor durumda kalan esnaf da sesini zaten kimseye duyuramıyor. Duyan varsa da duymazdan geliniyor. Bu durumda insanımız bir başına kalmış durumda.


İşyeri kapalı tutulan esnafa ve bu sektörlerden ekmek yerken işini kaybedenlere, geçici bir çözüm bulunamaz mı? Bence bu şekil zor durumda olanlar için her ilçede kaymakamlıklar bünyesinde bir çalışma yürüten “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları” (Fak. Fuk. Fon)  devreye girmeli. Bunlara, pandemi süreci geçinceye kadar aylık asgari bir geçim yardımı yapmalı. Bu fonun geliri, zor durumda olanların ihtiyacını karşılamaya yetmezse, gerekirse kamu sektöründe çalışanların maaşından yüzde 1 oranında kesintiye gidilerek elde edilen gelir bu fona aktarılmalı. Bu da yeterli gelmezse, kamuda bir üst görev yapan aynı zamanda değişik kurul ve komisyonlarda görev yapmak suretiyle ilave gelir elde eden üst yöneticilerin bu ilave gelirleri bu süreçte bu fona aktarılmalı.


*27/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.